Vesayet ideolojisi ve kadroları hala tam tekmil ayakta. Fert ve aileyi, toplum ve siyaseti resmî ideolojiye göre terbiye etme ve milimetrik hesaplarla hizaya çekmek teamülünde hiçbir değişiklik yok. Baksanıza sevinç, heyecan, öfke gibi hemen bütün duyguların ne zaman ve ne şekilde yaşanacağına dair sert ve buyurgan emirler, telkinler, yönergeler toplumun sırtında bir kırbaç gibi iş görüyor hala.
Bağnaz, fanatik ve dogmatik bir dayatma itirazsız bir biçimde sürüp gidebilir mi? Biz bu tür fanatik ve dogmatik dayatmalara sadece 30 Ağustos Zafer Bayramı vesilesiyle değil 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 10 Kasım ve daha pek çok gün ve hafta vesilesiyle hep muhatap olacağız. Millî Mücadele’yi oluşturan ilkeleri de öncü kadroları da Ulu Önder Atatürk’e ve onun mutlak ve kutsal kitabı Nutuk’a göre kabullenmeyenlerin vay haline! Çünkü “her şey Atatürk’e göre, Atatürk için ve Atatürk tarafından” adında modern bir totemizm bütün ülke ve toplumu öylesine sıkıca kuşatmış ki itiraz edene asla hayat hakkı tanımıyor.
Bitmeyen Şükran Borcu
Usulüne uygun yapılan her tartışma ülke ve toplumu olgunlaştırır, ileri götürür. Ancak bu ülkede siyasi veya tarihi bir konuyu tartışmaya açmak kamplaşma, kutuplaştırma ve bölücülük yaftasıyla derhal bastırılıyor. Hele hele Ulu Önder Atatürk’ü ve devletin resmî ideolojisi Kemalizmi tartışmak, yanlış ve çelişkilere dikkat çekmek, yalan ve çarpıtmalara itiraz etmek, işlenen zulümleri kınayıp ayıplamak daha en baştan linç edilmeyi göze almak sayılır. Bize ancak Atatürk’ü övme, sevme, sadakat bildirme bahsinde anma ve anlatma hakkı tanınıyor. Kemalizm’in eşi benzeri bulunmaz bir mucize olduğunu anlatmak, bütün dünyayı kendisine nasıl hayran bıraktığına ilişkin örnekler bulmak teşvik ediliyor sadece. Fert ve toplumun üzerine yazılan vazife ise Atatürk’ü minnetle, şükranla, saygı ve sadakatle anmaktan ibaret. Ulu Önder’e karşı hiç bitmeyen bir şükran borcu, asla tükenmeyen bir sadakat yazılmış üzerimize.
Resmi bayramlar ve törenler işte bu bitimsiz borcun ifasını siyaset ve topluma dayatıyor. Tarih sadece bu sekter söylemin slogan ve sembollerinden ibaret bir propaganda olarak iş görüyor. Peki, bu durumda birkaç soru sorarak durumun vahametini ve trajikomik görüntüleri anlamaya çalışalım.
Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay gibi isimler Millî Mücadele’yi Anadolu’da örgütleme çabalarını ileri aşamalara taşıdığında Mustafa Kemal ve İsmet İnönü henüz İstanbul’daydılar. Sonradan dahil oldukları Millî Mücadele’nin ana ilke ve prensibi Meclis-i Mebusan’da ilan edilen ve Birinci Meclis tarafından teyid edilen Misak-ı Millî’yi işgalden temizlemekti öncelikle. Ancak Millî Mücadele (ki yer yer Milli Mücahede olarak da anılır) içerisinde İttihatçı kadroların da ağır basmasına rağmen Cumhuriyet’in ilanına kadar tepeden tırnağa İslami kimlik, söylem ve hedeflerle örgütlenmiştir. Hilafeti, saltanatı, anayasayı, Meclis’i, başkenti tartışma konusu yaparken dahi merkezde tartışmasız bir biçimde İslami kimlik ve Müslüman halkın iradesi vardır. Ancak işin rengi işgalcilerin geriletilmesi, Yunan ordusunun püskürtülmesiyle birlikte bariz bir biçimde değişmeye hatta başkalaşmaya başlar. Asıl düğüm noktası da burasıdır; İslam ve Müslümanların egemenliği için verilen topyekûn bir hak-hukuk mücadelesi Mustafa Kemal’in örgütlediği komitacı klik tarafından İslam’a karşı kurulan despotik ve militarist karakterli ulusal bir rejime dönüştürülür.
Süreci kısaca özetleyecek olursak: Kemalizm sürekli tekrarlandığı üzere bir kurtuluş ve kuruluş ideolojisi değil Batı’yı kıble edinerek İslam’ı kamusal alandan söküp atmaya endekslenmiş militarist ve despotik bir rejimdir. En güçlü ve köklü İslami sembol ve değerleri en ceberrut yöntemlerle yasaklayarak yerine uyduruk kimi verilere yaslanarak Etiler, Sümerler ve Hititlerden ulusal bir kimlik inşa edilmeye girişmenin adıdır Kemalizm. Ortak payda diye pazarladıkları, toplumun çimentosu diye vasıflandırdıkları Kemalizm esasen bu halk için en geniş ve en acı verici haliyle büyük bir günah galerisinden ibarettir.
Müthiş Halkçıydı Ama Halka Hiç Güvenmezdi
Millî Mücadele’nin hiçbir unsuru, hiçbir söylemi Tek Adam ve Tek Parti hedefiyle hareket etmemiştir. Aksine adı ve ideolojisi ne olursa olsun tek adam ve tek parti saltanatına karşı hukukun evrensel ilkleri, serbest seçimler yoluyla gerçek manada halkın iradesini hâkim kılma hedefi çok nettir. Birinci Meclis’in teşekkülü, karar alma ve uygulama pratikleri bu hedefe varma konusundaki kararlılıkları teyid eder. Millî Mücadele sadece düşman unsurların işgalci ordularını değil düşmanın ideolojisini, kanunlarını, geleneklerini de bu coğrafyadan söküp atmak üzere savaşmıştır. Millî Mücadele’nin asker-sivil lider kadroları Erzurum ve Sivas Kongrelerini toplarken, Meclis’i direnişin merkez üssü ilan ederken Atatürk adında bir Milli Şef (Duçe) ve Ulu Önder (Führer) teşekkül ettirip toplumu modern bir despotizme mahkûm etmeyi akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi. Hele hele sadece Meclis’in ve direnişin değil bütün bir toplumu dindar, muhafazakâr, liberal, milliyetçi gibi farklı kimlikleri olan Türk, Kürt, Çerkes, Gürcü, Laz, Arnavut vs. etnik unsurlardan oluştuğunu iyice idrak etmişlerdi ki; bu kadrolar Ata/Türkçü bir Tek Adam/Tek Parti Cumhuriyetine asla rıza göstermediler. Meclis’i hiçbir zaman atama ile vekil tayin edilen göstermelik bir müessese şeklinde tasarlamadılar çünkü.
Atatürk bu ülke ve toplum için tartışılmaz ortak paydaymış! Atatürk bu ülke ve toplumun çimentosuymuş! Saçma olmaktan öteye bu ülke ve topluma karşı yapılmış büyük bir hakarettir bu tür propagandalar. Millî Mücadele’nin ruhunu, referanslarını, kadro ve hedeflerini çarpıtıp karartarak Cumhuriyetin despotik ve ırkçılığa varan milliyetçi niteliğini konuşturmayarak dilediğiniz kadar Ulu Önder Atatürk güzellemesi yapın. Tek Adam ve Tek Parti ufkundan ileriye geçmeniz mümkün değildir. Bilimsel sıçrama diye Türk Tarih Tezi gibi kafatasçı tezleri, aydınlanma ve ilerleme diye Güneş Dil Teorisi gibi insanın neresiyle güleceğini şaşıracağı ütopyaları ısıtıp ısıtıp öne sürebilirsiniz ancak.
Anlatılan masallara bakacak olursak, Ulu Önder Atatürk, bütünüyle ve rakipsiz bir biçimde halkın kalbini kazanmıştı ama CHP’den başka bir tek parti kurulmasına dahi tahammül ve cesaret edemiyordu nedense! Hem halkın biricik sevgilisi Milli Şef idi hem de halkın iradesine, demokrasiye, çok sesliliğe amansız bir savaş açmıştı, hiç mi garip değil? Çok mütevaziydi, halkçılık ilkesine müthiş değer verirdi ama halk sefalet içerisinde kıvranırken, en basit hastalıklardan çoluk çocuk kavrulurken ülkenin her bir şehrine büyük paralar sarf edilerek bronz-mermer anıt heykellerini diktirmekten öteye somut iş yapılmıyordu ülke sathında.
Tabii bu olup bitenler salt Kemalist ideoloji ve kadroların suçu kabahati değil. Bir de Kemalizme sığınarak, “biraz dindar biraz da demokrat Atatürk” profili inşa ederek yol alabileceğini sanan çapsızlık, ufuksuzluk ve cesaretsizlik de bütün bu olanları teşvik ediyor hatta kangrene dönüştürüyor. Atatürk’ü anmadan cümle kuramayan, Anıtkabir’i türbeye çevirmeden adım atamayan, Atatürk’e referans vermeden meşruiyet krizi yaşayacağını zanneden siyaset tarzı maalesef acziyetini ilan etmektedir. Mustafa Kemal’in Millî Mücadele’deki yerini ve rolünü takdir etmek Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in katli, İskilipli Atıf Hoca’dan başlayıp İzmir Suikastı teşebbüsü dolayısıyla hemen bütün muhalifleri İstiklal Mahkemeleri terörüyle ortadan kaldırma stratejisine sessiz kalmak anlamına gelemez. Millî Mücadele ve Birinci Meclis’in hukuk devleti hedefini imha edip Ebedi Şef/Ulu Önder kültü üzerine inşa edilen hukuksuzluk devletinin mimarına mı saygı ve sadakat bildireceğiz?
Yunan ordularına karşı gösterilen askeri başarıların Müslüman halkın temel hak ve özgürlüklerini gasp eden siyasi ve idari baskıları hiçbir surette meşru ve makbul kılamayacağını idrak edemiyor musunuz? Yabancı orduların işgaline karşı direnen bir halkın kendi ordusunun darbeci/ihtilalci karakterine karşı direnme iradesini, kınama ve surat asma hakkını teslim edemeyecek kadar aklen ve ahlaken aciz misiniz? Tarihi, toplumu, devleti, özgürlüğü velhasıl bütün bir hayatı Atatürk kültü ile özdeş kılan hastalıklı kafaların, sapkın kişiliklerin “hep birlikte coşun, hep beraber sevinin” talimatlarına uymayacak kadar kendimize saygımız olduğunu herkes bilmeli.
Atatürk’ü ve Kemalizmi usulünce tartışmak halkın ve hukukun, temel hak ve özgürlüklerin üzerine bir karabasan gibi çöken bir asırlık bürokratik oligarşiyle hesaplaşmak demektir. Kemalist sembol ve söylemlere sarılmak meşruiyeti kökleştirme ve yaygınlaştırmayı değil aksine siyasetin halkla ve hukukla arasını açmasını beraberinde getirir. Şunu kimse aklından çıkarmasın: Kemalizm bizzat sahiplerini halk ve hukuk nezdinde muteber kılmadı ki yıllar yılı ezip çiğnediği muhafazakâr-dindar kesimleri halk ve hukuk nezdinde muteber kılsın.
*
(Yazarın Yeni Akit’te yayınlanan yazısının sitemiz için genişletilmiş halidir)