Tartışıyoruz Ama Birbirimizi Anlıyor muyuz?

RIDVAN KAYA

Haksözhaber’de yayınlanan İbrahim Sediyani’nin “Ümmetin Yetimleri Değil, Ümmetin Yüzakısınız!” başlıklı yazısı okuyucularca çokça tartışıldı. Bir yazının bu kadar tartışılması iki sonuca yol açabilir. Ya meselenin daha derinlikli algılanmasına, kavranmasına ya da kör döğüşüne ve karşılıklı buğzun artmasına. Birinci sonucun ortaya çıkması için çabalayanlardan olmak zorundayız, Müslüman olmamız bunu gerektirir.

Yazının Amacı Açık Değil mi?

İbrahim kardeşin amacını, hedefini tahmin etmek zor değil. Allah’ın ayetlerinden bir ayet olmasına rağmen ırkçı-şoven mantıkla inkar edilen bir gerçeği, çeşitli vesilelerle gündemleştirmeye çalıştığımız, altını çizdiğimiz bir olguyu Gazze vesilesiyle hatırlatmaya çalışıyor.

Kürt sorunu cahili anlayışın ve despotik sistemlerin kaynaklık ettiği bu ülkenin ve Ümmetin temel sorunlarından biri. Sadece Kürt halkıyla alakalı değil; Kitabı, hayatı, kimliğimizi net biçimde anlamamız ve tavra dönüştürmemiz açısından da tam bir turnusol kağıdı işlevi gören bir konu aynı zamanda. Bu yüzden hangi vesileyle olursa olsun gündemleştirilmesi gerektiğine inanıyorum, yeter ki bu, Kurani bir perspektifle yapılsın!

İbrahim kardeşin ve “muhyiddin” abi örneğinde somutlaştığı üzere pek çok Kürt kardeşin, Kürt milliyetçisi çevrelerin eleştiri ve taarruzlarına muhatap olan pek çoğumuzun, durduğumuz yeri anlatma, konumumuzu, pratiğimizi savunma noktasında zorlukla karşılaştıkları, karşılaştığımız bir sır değil. Bu yazı – ve benzeri yazılar, sözler- elbette biraz da bu ihtiyaca tekabül ediyor. Yani Kürt halkının zannedildiği üzere milliyetçi-şoven duyarlılıkla sarmalanmış bir halk olmayıp, İslami hassasiyetlerine, Ümmet kimliğine bağlılığını her fırsatta sergileyen bir halk olduğu vurgusu dile getiriliyor. Bu da gayet mantıklı ve yararlı bir çaba. Yazıya eleştirel açıdan yaklaşan kardeşlerin bir de bu perspektiften değerlendirmelerinde yarar var.

Öte yandan bu yazı ve dolayımında gelişen tartışmaya ilişkin eleştirilmesi gereken hususlara da kendi zaviyemden dikkat çekmek isterim.

Kavmi Asabiyetleri Harekete Geçirmekten Kaçınmalıyız!

Şunu kabul edelim ki, ırki, kavmi, mahalli ya da daha dar düzeyde örneğin şu köyden, şu aileden veya aşiretten olmak gibi aidiyetler üzerine süregelen konuşmalar, hatırlatmalar, hatta şakalaşma, espri babından bile olsa hassasiyet oluşturur, insanlarda, her birimizde bir duygusallığa ve beraberinde tepkiye yol açar. Duyguların kabarması ise çoğu zaman aklı örter, vahyi ilkelerin geri planda kalmasını getirir. Bu yüzden bu tür konularda konuşurken, yazarken hatta düşünürken daha bir dikkatli olmak zorundayız. Aksi durumda hayırlı bir amelimiz bile ayrışma, fitne konusuna dönüşebilir. Ensar mı hayırlıydı, muhacirler mi? Evs mi hayırlıydı, Hazrec mi? türünden tartışmalara kapı aralayacak söylem ve yaklaşımların Ümmete bir şey kazandırmadığı ortada.

Yazıda dile getirilen önemli tespitlerden biri şu: Maalesef Türkiye’de Filistin duyarlılığı pek çok yerde milli kimlikten net biçimde ayrıştırılamamış! Bu bir gerçek! Nitekim bu site ve irtibatlı olduğumuz tüm dostlarımız bu hastalığı sürekli biçimde teşhis ve teşhir ediyorlar zaten. Sediyani’nin bu yöndeki hatırlatmasına kimsenin diyeceği birşey olamaz. Ama iş gelip Türklerin Filistin duyarlılığı, Kürtlerin Filistin duyarlılığı karşılaştırmalarına varınca oradan hayırlı bir sonuç çıkmayacağı aşikar, keşke bunu İbrahim de baştan görmüş olsaydı!

Burada üstelik şöyle bir hata da yapılıyor. Türkler ve Kürtler diye koca bir kategori oluşturuluyor. Oysa böyle bir şey yok! Kategorik olarak Türkler, kategorik olarak Araplar, Kürtler şeklinde ifadeler mutlaka bol miktarda yanlış barındıran genellemeler oluyor.

Genellemeci Yargılar

Örneğin Diyarbakır’da, Batman’da,Van’da ulusal kimlik öne çıkartılmamış, semboller taşınmamış da, örneğin Beyazıt’ta, Fatih’te, Ankara’da (platformun eytlemlerini kast ediyorum) Bursa’da, Antalya’da, Çorum’da, Tokat’ta, İzmir’de.... taşınmış mı? Bir kere şunun altını çizelim ki, Özgür-Der, İlkav, Tokad vb. kuruluşlarımız en azından Siyonist kimliğe karşı oldukları kadar işbirlikçi, tağuti ulusalcı kimliğe karşı da mücadele ediyorlar. Ve sözü edilen cahili tutum ve sembollere karşı net bir tutum içindeler.

Aslında İbrahim kardeş de çok iyi bildiği bu hususun altını çizerek sözünü söyleseydi sanırım bu kadar tepki olmazdı. Bunu yapmayınca -ben de dahil- pek çok Müslümanın kendilerine açıkça haksızlık yapıldığını, duyarlılık ve çabalarının görmezden gelindiğini düşünmeleri normaldir.

Şunun altını çizmek istiyorum. Kürt illerinde ortaya konan ulusal kirliliklerden arınmış tavırları Kürtlerin, Kürt kavminin bir imtiyazı olarak değil, bu bölgedeki İslami çabaların etkinliğinin bir sonucu ve elbette öncelikle Rabbimizin bir lütfu olarak görmek zorundayız. Eğer “tılsım” Kürtlük ile alakalı olsaydı, aynı güzelliği, benzeri bir yoğunlukla  Duhok’ta, Süleymaniye’de, Kirmanşah’ta, Senendec’te, Mahabad’da, Kamışlı’da vb. yerlerde de  görmemiz gerekirdi ama göremiyoruz!  Neden çünkü Kürdistan coğrafyasının bütünü içinde İslami hareketlerin en faal ve etkili olduğu bölge burası. Bu ayrımın görülmesi gerektiğinin altını çiziyorum.

Abartmak Yakışmaz!

Bir de şu, Diyarbakır’da 250 bin kişilik miting mevzusu! Sayının abartılmaması gerektiğini söyleyen bazı yorumculara İbrahim siz neden alınıyorsunuz diyor. Alınmak, rahatsız olmak değil mesele. Tutarlı olmak, gerçekçi olmak, yanlışlanabilecek bilgi ve verilerden uzak durmak hassasiyeti önemli.

Bu sitenin okuyucularının hiçbiri Diyarbakır’da İslami kimlikli bir gösteriye devasa kalabalıkların katılımından rahatsız olmaz. Bilakis memnuniyet duyar, bundan dolayı hamd eder. Ama bu sitenin bazı hassasiyetleri var. Aleyhimizde de olsa gerçekleri gerçek şekliyle aktarmak ve konjoktürel kaygılarla gaz verme anlamına gelecek tutumlardan kaçınmak ilkemiz olmalı.

Diyarbakır mitingi organizasyonu içinde yer alan Özgür-Der’den kardeşlerimiz mitinge katılım sayısını 50 bin kişi olarak verdiler. Biz de bu sayıyı esas aldık. Bize göre bu çok görkemli bir sayı. Katılan herkesten, başta da miting için yoğun çaba sarfeden Müstezaf-Der’li kardeşlerden Allah razı olsun! Şunu düşünelim, kendi arkadaşlarımızın da organizasyonuyla gerçekleşen bir eylemin büyük olmasından rahatsızlık duymak mümkün mü? Hayır, ama abartılı tutumların da bizlere yakışmayacağına inanıyoruz. Bu yüzden örneğin Beyazıt’ta kılınan gıyabi cenaze namazına ilişkin haber bazı sitelerde “onbinlerce kişinin katıldığı”, hatta bir gazetemizde 50 bin, şeklinde ifade edilirken bu sitede yaklaşık 10 bin diye haberleştirildi. Neden? Çünkü abartmak bize yakışmaz. Bizim için değil on bin kişi, on Müslüman dahi nitelikli, sahih kimlikli bir etkinliğe imza atsa başımızın üzerinde yeri var.

Benzeri bir hasssiyeti pek çok etkinlikle ilgili olarak sergiledik. Örneğin İstanbul’da konsolosluk çevresinde yapılan eylemlerin “abluka” ifadesiyle gündemleştirlmesini hoş bulmadık; hatta Siyonistlere ağır kayıplar verdirildiğine dair haberleri bile dengeli biçimde yansıtmaya çalıştık. Çünkü biz iddia sahibiyiz, güvenilirliğimize gölge düşürebilecek tutumlardan kaçınmak; adil, tutarlı ve gerçekçi olmak zorundayız.

Birbirimize Hoşgörülü Olmak Zorundayız!

Tartışma üslubuna ve yöntemine dair bir gözlemimi daha doğrusu şikayetimi burada dile getirmek isterim. Konuya dahil olan bazı kardeşlerin, karşı yaklaşımların, itirazların ne ifade ettiğini, ne anlatmaya çalıştığını görmezden gelerek ısrarla kendi sözünü tekrarladığını görmek üzücü. Oysa “sözü dinleyip en güzeline tabi olmak” şiarımız olmalı.

Aynı şekilde sorulan sorulara cevap verme, itiraz edilen noktalara açıklık  getirme yerine “kaldığı yerden devam etme”, sanki diğer yorumlarda dile getirilen karşı yaklaşımların adeta hiçbir şey ifade etmediği, dolayısıyla da cevap vermeye değmediği şeklinde bir tavır takınmak hiç hoş değil! Birbirimizi ciddiye almak, kendi görüşümüze ters düşse de bir hakikat dile getiriliyorsa onu dikkatle değerlendirmek zorundayız. Şu veya bu konuyu, şu veya bu etkinliği bugün tartışır, yarın da unutabiliriz ama ilişki biçimi, üslubumuz, meselelere yaklaşım tarzımız ve çözümleme anlayışımız çok daha kalıcı bir şekilde kimliğimizi, ilişkilerimizi, bundan sonraki mücadele çizgimizi etkiler, belirler.

Değinme gereği duyduğum hususlardan biri de site editörlerine zaman zaman yapılan “kesin artık şunun sesini” türünden çağrılarla ilgili. İbrahim kardeşin yazısının altında bol miktarda benzeri “davet” söz konusu. Haksöz editörleri de elbette yanlış yapabilirler, zarar verebilecek, fitne malzemesi olabilecek haber, yazı ya da yorumlara sebebiyet verebilirler. Bu konuda uyarmak herkesin görevi olmalı. Mamafih bu konularda biraz daha geniş düşünmek gerektiğini hatırlatırım. Birbirimize, Müslümanlığımıza, samimiyetimize güvenelim. Kendi aramızda tartışabileceğimiz ve yanlışlarını ayıklayabileceğimiz hususlarda tartışmaktan korkmayalım. Konuşmak yerine, içimizde biriktireceğimiz olumsuz yargıların, zanların çok daha tehlikeli olabileceğini unutmayalım.

Bu konu ve benzeri her tartışmada Rabbimiz bizleri ölçüyü ve soğukkanlılığı yitirmeyen kullarından eylesin! Bizleri sahih niyetlerle çabalayan ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden, hayırlı amelleri çoğaltmaya gayret eden salih kullarıyla birlikte kılsın!