Yusuf Sami Kamadan / Mecra
Tarihte bir mesele olarak “Dönemlendirme”
Her şeyden önce bir anlama teşebbüsü olan tarihte dönemlendirme dediğimiz şey; zarûretini, insan zihninin özellikle karmaşık meseleler karşısında idrâk faaliyetini gerçekleştirebilmek için başvurduğu parçalayıcı ve bölümlere ayırıcı husûsiyetinden alır.
Günlük hayatımızda bile zihnimizin müracaat ettiği bu metod, devreye dönemlerin, asırların, yılların girdiği tarihi aydınlatma mevzusunda hiç şüphesiz büyük bir ihtiyaç haline gelir. Bundan dolayı da dönemlendirme dediğimiz şeyin aslında bir ihtiyaç olduğunu kabul etmek gerekir.
Fakat bunun yapılması için gerekli olan sadece bir zihin faaliyetinden çok daha fazlasıdır ki o da dönemlendirmeye mevzu edilen tarihi doğru değerlendirmek, ihâta edici bir bakış ve isabetli bir vuruş ile iğneyi doğru yere tutturmaktır. Zaten bu mevzu ile alakalı yazanların, bu meseleye kafa yoranların da ortak kanaati dönemlendirmenin lüzumu iken, tartışmayı meydana getiren fikir ayrılıklarının olduğu nokta genel itibariyle dönemlendirmeye mevzu edilen tarih döneminin doğru değerlendirilip değerlendirilmediğidir.
Avrupa merkezci dönemlendirme
Dönemlendirme metodunun, 19. yüzyıl Avrupa'sında sistemli bir ilim dalı olarak ortaya çıkan ve okutulan tarih ilminin bir neticesi olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Zira orada yapılan dönemlendirme çalışmaları da ana hatlarıyla aslında bu dönemin mahsûlüdürler.
Dönemlerin ne zaman, nereden itibaren başlanması mevzusunda özellikle Rönesans merkezli tartışmaların yaşandığı Avrupa’da bu mevzu hâlâ tarih sahasının tartışmalı mevzularından birini teşkil eder. Çok daha basit bir mesele için bile zor olan bu faaliyet, tarihin kâh aydınlık kâh karanlık hem elde mevcut olanların yetersizliği veya mevcut olanların karmaşıklığı ile hatanın mazur görülebileceği cinstendir.
Burada asıl hata bizler için hiç şüphesiz Avrupa-merkezci bir anlayışın kabul edilmesi olacaktır. Bu da haliyle Avrupa tarihini bir Dünya tarihi anlayışını doğurur ki bu şüphesiz çok yanlış olur. Dönemlendirme dediğimiz şey aslında her şeyden önce dönemlendirmeye mevzu edilen tarihe, ve o tarihe sahip olan medeniyete aittir.
Bilindiği gibi mesela M.S 476 yılında Roma İmparatorluğu’nun yıkılması Batı’da bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilir. Tabi bu dönem haklı olarak Avrupa’nın yeniden şekillendiği, yepyeni değişimlerin yaşandığı, gerçekten de bir çağa başlangıç olarak kabul edilebilecek bir kırılmanın yaşandığı bir zamandır. Peki bu kırılma dünyadaki diğer milletler için de aynı ehemmiyete mi sahiptir? Bu sorunun cevabı tartışmasız hayır olacaktır. Dolayısıyla mesele öncelikle her medeniyetin kendisine has çağlarının olduğunu kabulle, genel değerlendirmelerle geçiştirilmeyecek kadar hassas bir çalışmayı gerektirir.
Kendi mefhumlarını üretemeyen fikir çevrelerinin, bu ihtiyaçlarını bir başka fikir çevresinin metodu ile karşılayacağı ise âşikârdır. Malesef bu mevzunun âtıl bırakılması dolayısıyla bizde yapılan da bundan farksızdır.
Bizdeki eksiklik dolayısıyla formunu almak durumunda kaldıklarımızın normunu da aldığımız bir gerçektir.
Mesela basit bir misâl ile İstanbul’un Fethi'nin bir çağın açılıp bir çağın kapatılması şeklinde övünçle değerlendiren bir kişi muhtemelen bunun bir Avrupa zihninin ürünü olduğunu fark etmiyordur. Voltaire başta olmak üzere Avrupa’da ciddi temsilcileri olan bu düşünceye göre İstanbul’un fethinin önemi Fatih’in İstanbul’u alması dolayısıyla değil, İstanbul’un fethi sonrası buradan Avrupa’ya kaçan Bizanslı ilim insanlarının Avrupa’daki gelişme sürecini başlatan kıvılcımı çakmaları dolayısıyladır. Tabi dediğimiz gibi Avrupa’da bu mesele günümüzde İslam tarihi veya Osmanlı tarihi çalışmalarında olduğu gibi hâlâ tartışmaların devam ettiği bir durumdadır.
İslam tarihinin dönemlendirilmesi
1400 yıllık İslam tarihi için yapılacak bir dönemlendirme teşebbüsünün zorluğu açıktır. Hz. Peygamber’in kendisine peygamberliğin verildiği tarihten vefatına kadar olan dönem, Hulafâ-i Râşidîn, Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ve Osmanlılar olarak ana hatlarıyla zihinlerimizde olan tasnîf, aslında İslam tarihinin dönemlendirmesinden ziyade temel hatlarıyla İslam’ın siyâsî tarihinden başka bir şey değildir. Altından kalkılması için ciddi bir emek sarf edilmesi gereken mesele çok geniş bir bakış açısına muhtaçtır.
1400 yıl boyunca devâsâ bir coğrafya üzerinde sayısız devletin kurulup yıkıldığı bu tarih içerisinde dönemlendirme hiç şüphesiz siyâsî tarih baz alınarak yapılamaz. Orta Doğu Araştırmaları Dergisi’nin “İslam Tarihinin Dönemlendirilmesi Çalıştayı Özel Sayısı”nda Mustafa Demirci tarafından kaleme alınan “İslam Tarihinin Dönemlendirilmesi Problemi” başlığını taşıyan hacimli makalede de yer aldığı gibi dönemlendirme için esas alınması gereken en uygun şey medeniyet olgusu olmalıdır.
İslam tarihinin dönemlendirilmesi ile alakalı ciddi bir çalışmanın bu medeniyetin mensupları tarafından yapılmamış olması, bu mevzuda kalem oynatan kimi batılıları haliyle söz sahibi bir mevkiye getirir. Kimi Batılılar tarafından yapılan dönemlendirme çalışmalarının meselenin anlaşılması için katkı sağladığında şüphe yoktur. Özellikle bunlardan Goitein, Hodgson ve Andre Miquel’e ait olanlar bahsedilmeye değerdir.
Goitein'in dönemlendirmesi
Goitein, “A Plea for Periodization of Islamic History” başlıklı makalesinde İslam tarihini dört kısma ayırır. Bunların birincisi, Arap unsurunun güçlü bir şekilde meydana çıktığı 500 yılından başlayıp, Arapların güçlü bir unsur olma özelliklerini Türkler gibi başka unsurlara kaptırdıkları 850 yılına kadar devam eden “Arabizm ya da Arap – İslam Devri” adlı dönemdir.
Goitein’e göre ikinci dönem 850 ile 1250 arasındaki “Ara Medeniyet Devri”dir. Sonraki “Kurulsallaşmış, Arap Olmayan Devir” ise 1800’e kadar devam eder.
Son olarak da 1800 yılında başlayıp hâlâ içinde bulunduğumuz sürecin olduğu devir gelir ki Goitein’in dönemlendirmesinde bu “Millî Kültürlere Geçiş: İslam’dan Ziyâde Kökenlerden Esinlenme” ismini bulur.
Miquel'in dönemlendirmesi
Cemil Meriç’in hakkında “genç tarihçilerimiz bir medeniyet tarihi nasıl yazılmalıdır, görsünler ve ibret alsınlar” dediği Andre Miquel’in “İslam ve Medeniyeti”nde de bir dönemlendirme teşebbüsünde bulunulur. Miquel’e göre I. Dönem olarak adlandırılan 610 ile 750 yılları arası “Genişleme ve Yayılma Çağı”, 750 ile 1050 yılları arasını kapsayan II. Dönem “Bağdat Halifeliği Çağı”, 11. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar olan III. Dönem “Türk – Moğol Hegemonyası ve İslam’ın Yeni Çehresi” ismini taşır. Miquel’in tasnifi son olarak da “Emperyalizm ve Arap Rönesansı” adını verdiği 19. yüzyılda başlayıp devam eden dönemle son bulur.
Hodgson'ın dönemlendirmesi
İslam tarihinin dönemlendirilmesi çalışmaları arasında Hodgson’un tespitleri hafife alınmayacak derecede değerlidir. Onun “İslam’ın Serüveni” ismini taşıyan meşhur eseri, bir tarihçinin dünya tarihine olan vukûfiyeti ile dünya tarihi bütününün içerisinde bir cüz olan İslam tarihini görme gayesi taşır.
İslam tarihini 6 ayrı döneme ayıran Hodgson’a göre İslam, M.Ö 800 yıllarında başlayıp M.S 600 yılına kadar devam eden ve insanlığın büyük beyinlerinin ortaya çıktığı bir dönemin sonunda dünyaya gelir. Ona göre Abdullah ibn Zübeyr’in Mekke’de öldürüldüğü 692 senesinde ise birinci dönem sona erer.
Hodgson tarafından “Yüksek Halifelik Devri”olarak isimlendirilen ikinci dönem ise bu tarihten başlayarak Büveyhîler’in Bağdat’a girdikleri tarih olan 945’te sonra erer. Bu dönemi 1258’deki Bağdat işgaline kadar devam edecek olan “Erken Orta İslâmî Dönem” takip eder.
1258 yılından başlatarak 1503’e kadar devam ettirdiği “Geç Orta İslâmî Dönem” ismini verdiği dördüncü dönemde Hodgson, ilginç bir biçimde 1258 yılını bu döneme başlangıç almasını bu dönemde İslam dünyasında meydana gelen Moğol yıkımları dolayısıyla yapmaz. Hatta ona göre her ne kadar Moğollar tarafından bir yıkım yapılmış olsa da radikal bir değişimin olmadığını ifade eder.
Bu dönemin ona göre en mühim vasfı Fars kültürünün büyük bir hegemonya elde etmesidir. “İkinci Filizlenme; Barut İmparatorlukları” ismini verdiği beşinci dönemde Hodgson, Osmanlı’yı da burada değerlendirir. Yaklaşık üç asır devam eden bu dönem 1789’da “Modern Teknik Çağ” adlı dönem ile sona erer. Batı karşısında İslam medeniyetinin darbe aldığı, medeniyet sahnesinde bir aktör olarak yer alamadığı bu dönem hâlâ devam eder.
Yukarıda ismini verdiğimiz Mustafa Demirci’nin hacimli makalesi, değerlendirmeleri tahlil etmesi ve sentezlemesi bakımından doyurucu bir özellik taşır. Çalışma, bu mevzu ile alakalı yapılacak çalışmalara yol göstermesi bakımından bir hayli değer taşır.
Buna göre Hz. Peygamber’e vahyin indirildiği tarih olan 610 yılının başlangıç olarak alındığı birinci dönem, Emeviler’in yıkılıp Abbâsîler’in kurulduğu 750 yılına kadar devam eder.
Goitein’in tasnifinde Türklerin Abbâsî siyaseti içerisinde hakim bir konumda bulunmaları, Mu’tasım’ın Türkler için Samarrâ şehrini kurduğu 9. yüzyıl İslam tarihi için bir kırılma olarak düşünülse de bu büyük bir gelişme olmasına rağmen aslında kırılma getirecek seviyede bir tesir yapmaz. Fakat bu tarihin 750 olarak alınması yaşanan kırılmalar bakımından çok daha uygundur. Zira bu dönemde Arap aristokrasisinin yerini bürokrasi, kabilelerden meydana gelen ordunun yerini nizâmî ordu almış, farklı milletlerin varlığı ile İslam medeniyeti uluslararası bir hüviyet kazanmıştır.
Ayrıca 750 yılından 1258 yılına kadar devam edecek olan ikinci dönemde, birinci döneme kıyasla fetih hareketlerinde de ciddi bir duraklama meydana gelerek, şehirleşme ve kültürel hayatta canlanma olur. Bilindiği gibi bu dönemde İslam medeniyeti antik dünyanın mirası üzerinde çok parlak bir hüviyet arz eder.
10. yüzyıldan sonra Mısır’da Fatımîler, Endülüs’te Emevîler, Selçuklular tarih sahnesine çıkmış olsa da bu durum İslam dünyasının birliğini sürdürmeye engel teşkil etmez. Özellikle Selçukluların artık iyice duran fetih hareketlerini başlatarak canlılık kazandırması aynı şekilde bu dönemin önemli hususiyetleri içerisinde yer alır.
Bu dönemin sonunu getiren kırılma hiç şüphesiz 1258 Moğol işgali dolayısıyladır. Yukarıda da kısmen bahsettiğimiz gibi Hodgson’a göre Moğol işgali aslında meşhur 14. yüzyılda meydana gelen ve Avrupa başta olmak üzere tesirleri dünyanın çeşitli yerlerinde görülen vebadan çok da farklı değildir. Bu salgın dolayısıyla ciddi bir nüfus azalması meydana gelmiş, bundan dolayı üretimde düşüklük olmuş, iktisâdî manada iki asırlık bir daralma meydana gelmiştir.
Moğol işgalinin meydana getirdiği neticeler de aslında bundan çok da farklı değildir ona göre. Andre Miquel’in de Moğol tahribini yeterince anlayamadığı görülür. Halbuki Moğol darbesinin şiddetinin zannedildiği gibi geçici olmadığı görülür. Bu yıkım dolayısıyla Nil ve Amuderya arasındaki bölge nüfus ve kültürel bakımdan çöker. Merv, Buhârâ, Nişâbûr ve daha nice İslam şehri bir daha dirilmemek üzere yıkılır. İlim merkezleri ortadan kaldırıldığı gibi bunun temsilcileri de büyük oranda yok edilir. Bunun şüphesiz İslam medeniyetine faturası çok ağır olur. Dolayısıyla bu mevzuda Hodgson’a katılmak mümkün değildir.
Dönemlendirmenin bir bütün olarak ele alınmasında şüphe yoktur. İşin ilginç tarafı bu dönemde İslam dünyasının en batısında da benzer bir daralma meydana gelir. Malik bin Nebî’nin “İslam Davası” isimli eserindeki ifadesiyle 13. yüzyıla tekâbül eden Muvahhidler sonrası dönem bu manada bir kırılmanın yaşandığı bir tarihtir. 1258’de başlayan dönemde Hodgson’ın da ifade ettiği şekliyle bir ikinci filizlenme dönemi yaşanır.
Dönemlendirme faaliyetinde her ne kadar siyâsî tarih tek başına yeterli bir unsur olmasa da gözden kaçırılmaması gerektiğini de ifade etmeliyiz. Zira medeniyetin siyâsî zemin ile alakası olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
- Bu dönemde İslam dünyası üç büyük imparatorluğa varlığına şahitlik eder. Osmanlılar, Safevîler ve Bâbürlüler. Üçü de Türk olan bu devletler zirvelerine ulaştığı 16. yüzyılı adeta Türk asrı olarak isimlendirirler. Yine ilginç bir biçimde 18. yüzyıl da her üçü için de zaaflarının ortaya çıktığı bir asır olur.
Safevîler bu yüzyılda Afgan kabileleri tarafından ortadan kaldırılır, Bâbürlüler parçalanmış bir hal arz ederken, Osmanlılar da Avrupa karşısındaki hakim olma unsurunu kaybeder. Dolayısıyla üçüncü dönem olarak 1258’de başlayan bu vetîreyi 1800 ile bitirmek bu bakımdan yerinde olacaktır.
1800 sonrası dönem ise İslam dünyasına hücumun yaşandığı bir dönemdir. Özellikle Osmanlı’nın yıkılması ile meydana gelen başıboşluk, savunmasız bir biçimde kalan bu topraklara uygulanan sömürge faaliyetleri ile etkisini günümüzde hâlâ devam ettirir.
Dolayısıyla 1800’lerde başlayan, I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı arasında en karanlık çağını yaşayan dönemin her ne kadar biraz rahatlasa da hâlâ devam ettiğini söylemek abartı olmayacaktır. 1979’da İran’ın devrimini yapması, 1950’de demokrasiye geçişle birlikte Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi şüphesiz önemli gelişmeler olsa da muhtemelen bir kırılma olarak değerlendirilemez. Yaşanacak çok daha köklü kırılmaların habercisi olup olmayacağı ise ileriki süreçte görülebilir.
İslam düşünce ve ilim tarihi için teşebbüs edilecek bir dönemlendirme faaliyeti ise şüphesiz daha da farklılık arz edecektir. Burada karşımıza çıkan temel iki ıstılah öncekiler manasına gelen mütekaddimûn ve sonrakiler manasını taşıyan müteahhirûn olacaktır.
İslâmî ilimlerin teşekkülünü tamamladığı 10. yüzyıla kadar olan vetîre genel itibariyle İslam düşünce ve ilim tarihinin mütekaddimûn dönemi olarak tavsîf edilebilir.
Bununla birlikte yapılacak detaylı bir inceleme meselenin aslında genel hatlarla açıklanamayacak seviyede çeşitlilik arz ettiğini gösterir. Mesela tefsir ilminde kullanılan mütekaddimûn tabiri sahâbe, tabiîn ve tebeu’t-tâbiîn için kullanılırken, aynı ilim çatısı altında bulunan dirâyet tefsirinin mütekaddimûn dönemi çok daha sonraları Zemahşerî’nin Keşşâf’ı ile tamamlanır. Bu durum yine aynı çatı altındaki mesela usûlle alakalı farklı disiplinler için de söz konusudur.
Görüldüğü gibi bir ilim dalının alt disiplinleri bile teşekkülleri itibariyle farklılık arz edebilir. Hadis ilmi için 9. ve 10. yüzyıllar sahîh hadislerin derlendiği dönem olması bakımından mütekaddimûn olarak değerlendirilirken, hadis usûlü için bu dönem çok daha geç bir tarihe dönemlendirilir. Zira usûl-ü hadiste bu dönemin 1245’te vefat eden İbnü’s-Salâh’ın Mukaddime isimli eseri ile kapandığı bilinir.
Benzer durum kelam ilmi için de geçerlidir. Mu’tezile kelamı mütekaddimûn dönemini Ebû Ali el-Cübbâî ile kapatırken, aynı dönem Sünnî kelamında Mâturîdilik ile Eş’ârîlik’in teşekkülünü tamamladığı 11. yüzyıla tarihlenir. Sonrası mütekaddimûn dönemi olarak adlandırılır. Aynı şekilde tasavvufta İbnü’l-Arabî ile İslam felsefesinde Gazzâlî’nin kırılma meydana getirdikleri görülür. İslam Ansiklopedisi’nde Murtaza Bedir tarafından kaleme alınan makale kısa fakat zihin açıcıdır. Burada değinmeden geçilmemesi gereken bir diğer mesele de yaptığı tahripten kısmen bahsettiğimiz Moğol yıkımının İslam düşünce ve ilmi üzerindeki menfî tesiri olacaktır.
Bernard Lewis’in ifade ettiği şekliyle tercüme faaliyetlerinin durduğu tarihten 16. yüzyıla Batı dillerinden hiçbir eserin Müslüman dillerine tercüme edilmemesi bu durumun vehâmetini göstermesi bakımından mühim bir misâldir. Ayrıca bu dönem sonrasında meydana gelen yeni bir şey üretmek yerine mevcut olanın muhafazası ve tekrarı da Malik bin Nebî’de “medeniyetin geviş getirme devri” cümlesi ile izahını bulur.
Moğol istilası neticesinde olan yıkım aslında ilimlerin teşekkül dönemlerinden farklı olarak büyük bir kırılmanın yaşandığı ve İslam düşünce ve ilim tarihi içerisinde işaretlenmesi gereken bir dönemdir. Bilgi üretim devri artık geride kalır. Osman Turan’ın tabiriyle Osmanlı işte böyle bir ortamda, yani bilgi üretim devrinin klasik dönemini bitirdiği dönem sonrası ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan yeri gelmişken ifade etmekte fayda vardır ki, Osmanlı ve bilim münasebetini bu minvalde değerlendirmek muhakkak daha doğru bir anlama imkanı sağlayacaktır
Osmanlı Devleti'nin dönemlendirilmesi
Osmanlı’da dönemlendirme meselesi her ne kadar üzerine yazılanlar ve konuşulanlarla genişçe bir literatür meydana getirmiş olsa da meselenin güçlüğü dolayısıyla bu mevzuda da tartışma hâlâ devam etmektedir.
Zihinlerimize işlenmiş şekliyle kuruluş, yükselme, duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerinden meydana gelen bu tasnîf her şeyden önce imparatorluğun ekonomik, bürokratik, kültürel sahalarını göz ardı ederek sadece askerî sahadaki varlığını yansıtır.
İlk olarak 19. yüzyılda Ahmed Vefik Paşa tarafından yapılan dönemlendirme faaliyeti farklı teşebbüslerle birlikte Türk Tarih Kurumu’nun yukarıda kabaca başlıklarını verdiğimiz dönemlendirmesi ile ders kitaplarına uzanarak bir nevi standartlaşır. Tarihin öğrenilmesi mevzusunda dönemlendirmenin gereği tartışılmazken, yapılan yanlış dönemlendirmenin tarihi öğrenecekler üzerinde yapacağı menfî tesir ise inkar edilemez.
Sadece askerî olarak -üstelik eksik- alınan bu değerlendirme ile merdivenden aşağıya basamak basamak inmek misâli sürekli çöküşe gidildiğinin belirtilmesi her şeyden önce tarih öğrenecek nesillerin karamsarlık içerisinde kalması neticesini verecektir. Bu dönem onun için tamamıyla karanlık bir dönem olarak bilinecek, kimlik gururunu incitecek bir netice husûle getirecektir.
- Osmanlı tarihinde 17. 18. veya 19. yüzyılların zihnimize buruklukla işlemesi, daha da ilginci mesela 15. 16. yüzyıla kıyasla bu yüzyılların daha az alakamızı celbetmesi zihinlere işlenen bu yanlış değerlendirmeden başka neyle açıklanabilir?
Erhan Afyoncu’nun Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi’nde yayınlanan “Ders Kitaplarında Osmanlı Tarihinin Dönemlere Ayrılması Meselesi” isimli makalesi bu mevzu ile alakalı aydınlatıcı detaylar ihtivâ eder. Değişen dünya şartlarına paralel olarak 16. yüzyılın sonlarından başlayarak Osmanlı devlet yapısının ana karakteri sabit kalarak kimi değişiklikler olur. Bu durumun dönemin nasihatnâme literatüründe bozulma olarak yer etmesi, bunun sonraki yüzyıllardaki tarih araştırmacılarının iddialarına delil olarak bu dönemi bir çeşit çözülmenin başlangıcı olarak ele almaları yanlış neticesine iter.
Mevcut buhran ve sıkıntının çözülme olarak değerlendirilmesi ise son derece yanlıştır. Kaldı ki Süreyya Faruki’nin de ifade ettiği şekliyle 17. yüzyılın başlarından itibaren sadece Osmanlı’da değil hemen hemen bütün Avrupa’da bir buhran görülmektedir.
İlerleme ve gerileme meselesinin çoğu kere sadece askerî açıdan düşünüldüğünü ve bunun da yanlış değerlendirmelere götürdüğünü ifade etmiştik. Halbuki Osmanlı Devleti için diğer unsurların da düşünülmesi ve bunun üzerinden bir değerlendirme yapılması karşımıza farklılıklar çıkaracaktır.
16. yüzyıl Osmanlı’nın askerî olarak zirveye ulaştığı bir dönemdir. Bu inkar olunamaz. Fakat mesela bürokrasinin zirvesini yaşadığı dönem bundan çok daha sonra, yanlış olarak farz edildiği şekliyle artık devletin yıkılmaya yüz tuttuğu 18. ve 19. yüzyıllardır.
Bürokratik meselelerde gelinen profesyonellik Avrupalıları bile hayrete düşürecek mahiyettedir. Mehmet Genç’in “Tarihimize Giydirilen Deli Gömleği: Osmanlı Tarihinde Dönemlendirme Meselesi” başlıklı yazısında aktardığı bir hatırası, zihinlerdeki yanlış dönemlendirmenin bir Avrupalı tarafından kırılması bakımından ibret vericidir. Yazısında belirttiği üzere Genç, Osmanlı tarihi çalışmalarını Osmanlı kaynaklarından daha fazla yabancı kaynaklar üzerinden yapar. İncelediği pek çok Avrupa kaynaklarından biri de 1746 – 1762 yılları arasında İngiliz sefîri olan Sir James Porter’ın kitabıdır.
Mehmet Genç, kendi ifadesiyle orada okuduğu bir pasaja inanamaz. Porter orada şöyle diyordur: “Bürokrasideki dikkat ve itina bakımından hiçbir Hristiyan devlet Bâbıâli le yarışamaz. Muameleleri çok büyük bir titizlikle yaparlar. Herhangi bir emri veya kararı, eğer tarihi biliniyorsa, ne kadar eski olursa olsun, hemen bulup çıkarabilirler” Mehmet Genç bu cümleye inanamaz, çünkü gerileme döneminde olduğu zihinlere nakşedilen bir Osmanlı’nın Prusya’daki Büyük Friedrich’in veya Fransa’daki XIV. Louis’nin bürokrasisinden büyük olabilmesini düşünemez bile.
Osmanlı tarihi ile alakalı bilinen yanlışlardan biri de 16. yüzyıldan itibaren Avrupa karşısında sürekli bir ticârî gerileme olduğunun düşünülmesidir. Bu da son derece yanlıştır. Zira Osmanlı araştırmalarında gelinen nokta durumun hiç de böyle olmadığını gösterir.
Çalışmalar 19. yüzyılda bile imâlâtta Osmanlı’nın Avrupa’nın ciddi bir rakibi olduğunu gösterir. Osmanlı’daki dönemlendirme ile alakalı yapılan en büyük yanlış Halil İnalcık’ın da belirttiği şekliyle hiç şüphesiz bunun antromorfik yani insan biçimci bir şekilde yapılmasıdır.
Bir insan yaşlandığında, diğer bütün uzuvları da buna paralel olarak bir gerilemeye gider. Elleri ayaklar güçten düşer, gözler zayıflar, beyin eskiye nazaran daha yavaş çalışmaya başlar, metabozlizma yavaşlar vs. Fakat bu durumunda tarih için de söz konusu edilmesi kesinlikle yanlıştır.
Osmanlı tarihini anlayabilmek ve onu doğru bir şekilde dönemlere ayırabilmek için yapılabilecek en doğru şey siyâsî, idârî, iktisâdî, kültürel, dînî, edebî bakımdan bütün sahalarda bu sahanın mütehassısları tarafından yapılan bir çalışma ve sonrasında da bir araya gelinerek eldeki verilerin masaya yatırılarak en doğru neticenin alınması olacaktır.
Günümüzde hâlâ devam eden Osmanlı araştırmaları bunu belki hemen yapılabilir kılmasa da bunun yapılması doğru bir okuma için büyük bir önem arz etmektedir.
Erhan Afyoncu’nun da dediği gibi mevcut durumda Osmanlı tarihini kabaca kuruluşundan 19. yüzyıla kadar olan Klasik Dönem ile 19. yüzyıldan sonuna kadar olan Modernleşme Çabaları Dönemi şeklinde ikiye ayırmaktan başka seçenek olmayacaktır.
Burada, elden çıkan toprakların bu dönemlendirmede neden göz ardı edildiği, bunların gerilemenin bâriz neticeleri olup olmadığı soruları akla gelebilir. Bu da yukarıda bahsettiğimiz gibi siyâsî tarihi ilgilendiren sahanın tam olarak masaya yatırılması ile anlaşılabilecek bir meseledir. Fetih hareketleri durmuş, Osmanlı merkez bürokrasisi büyümekte olan Avrupa’dan başka kimi iç meseleleriyle ve daha başka niceleriyle de uğraşmak durumunda kalmıştır.
Buradaki mesele “Avrupa güçlendi ve Osmanlı onun karşısında duramadığı için geri çekilmek durumunda kaldı” demekten çok da girifttir. Kaldı ki Mehmet Genç yukarıda ismini verdiğimiz yazısında çok enteresan bir anekdot da sunar.
Buna göre Avrupa kıtasında genişleme 1354’te başlar ve 1638’e kadar da kesintisiz olarak devam eder. Bu tarihten sonra artık geri dönüş başlar. 1638’den devletin yıkıldığı 1922’ye kadarki süre 239 yıldır. Daralmanın ortalama hızı yıllık 4000 kilometrekare civarındadır.Aynı sahanın fethi 1534 ile 1638 yılları arasında 329 yılda gerçekleşmiştir. Bunun da yıllık ortama hızı 3000 kilometrekaredir. Gidiş ve dönüş hızları arasındaki fark ise %30 civarındadır. Tabi değişen çok önemli bir şey vardır. O da ilerlerken mevcut olan Avrupa’nın dönerken birkaç misli daha büyümüş olmasıdır.
Buradaki geri çekilme bir nevi adım adım gerçekleşmiş, bu da Genç’e göre muazzam bir direnç ile mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla ona göre genişlemedeki hızlılık gibi buradaki yavaşlığı da mucizevî olarak nitelendirmek gerekir. Şunu da eklemek gerekir ki, dinamik bir yükseliş trendi içerisinde olan tarihî vetîre içerisinde yaşanan menfîliklerin veya tam tersine gerileme vetîresindeki tarih içerisinde yaşanan mesela zaferlerin birincisindeki yükseliş, ikincisindeki gerileme olaylarını engelleyemeyeceği yönündeki anlayışa çok da katılmak mümkün değildir.
Mesela Osmanlı tarihi için öne sürülen Timur mağlubiyetinin Osmanlı’yı yıkmadığı buna misâl olarak gösterilir. Halbuki burada yapılan sınırları belli olan bir tarihe kuşbakışı net bir şekilde bakmaktan başka bir şey değildir.
Osmanlı, Timur sonrası ayağa kalkmayı başarabilmiştir, evet. Fakat bu I. Mehmed’in dehâsı sayesinde olabilmiştir. Dolayısıyla bunu yükseliş dinamikleriyle izah etmek çok da doğru olmayabilir. Bu anlayışla bir diğer taraftan da yıkılmasından önce kazandığı ciddi zaferlerin bile Osmanlıyı çöküşten kurtaramaması öne sürülebilir. Bu da yanlış bir değerlendirme olacaktır.
Avrupa tarihinin dönemlendirilmesi
Dönemlendirme meselesi dediğimiz şey sadece İslam veya Osmanlı tarihi ile sınırlı değildir şüphesiz. Bu mesele özellikle Avrupa tarihi için de Avrupalı tarihçiler arasında tartışma konusu olmuştur ki bunların arasında da Orta Çağ ve Rönesans üzerine yapılan tartışmalar bilhassa önemlidir.
Annales Ekolü’nün önde gelen temsilcilerinden biri olan Orta Çağ tarihçisi Jacques Le Goff’un Türkçe’ye “Tarihi Dönemlere Ayırmak Şart mı?” başlıklı eseri bu mevzu ile ilgilenenler için bilhassa mühim bir çalışmadır. Goff burada aslında Avrupa tarihinde Rönesans olarak bilinen bir dönemin olmadığından bahsederken, var olan şeyin aslında uzun bir Orta Çağ Dönemi olduğunu kanıtlamaya çalışır.
Avrupa tarihi için yapılan dönemlendirme teşebbüsleri bir hayli fazladır. Bunlar arasında mesela Voltaire’in “14. Louis Asrı” eserinde bahsettiği dönemlendirme ana hatlarıyla şu şekildedir: Antik Yunan, Sezar ve Augustus dönemi, Fatih’in İstanbul’u ele geçirmesi sonrası özellikle İtalya’da zuhûr eden dönem ve son olarak da Voltaire’in tabiriyle mükemmeliyete en çok yaklaşan dönem olduğunu söylediği 14. Louis dönemi..
Goff açıkça tarihin dönemlendirilmesinin asla yansız ve masum bir fiil olmadığını söyler. Ona göre insan eseri olan dönemlendirme hem geçici hem yapaydır. Fakat yine de ikili bir faydasının olduğu da inkar edilemez. Bunlar da geçmiş zamana daha iyi hakim olabilmeyi sağlaması ile tarihin kırılganlığını da göstermesi dolayısıyladır. Bir ilim dalı olarak tarihin ayrı bir dal olarak bağımsızlığını kazandığı dönem 19. yüzyıldır ki düşünülünce bu aslında çok da uzak bir tarih değildir.
Dönemlendirme, işte tarihin daha iyi öğrenilebilmesi ve öğretilebilmesi araçlarından bu dönemde getirilen ve uygulanan bir metot olur. Bakıldığında görülecektir ki Batı tarihine ait dönemlendirme çalışmalarının yerleştiği dönemin de bu dönem olduğu görülecektir. Uzun bir geçmişe yönelik yanlış okuma dolayısıyla yapılan hatalı veya Goff’un dediği şekliyle kasdî dönemlendirmeler burada kaçınılmaz olacaktır. Bu tabi bunun temsilcileri tarafından zamanla da kültür dünyasında yer eder.
1838’de meşhur Collège de France’a seçilen ve 23 Nisan’da ilk dersini veren Michelet’in, Goff’a göre hayâlî olan Rönesans kelimesinin yerleşmesinde ciddi bir tesiri olur. Michelet 1840 – 1860 arasında bu tabirin geniş ölçüde yayılmamasını ve bunun bir dönem olarak kabul edilmesini sağlayacak bir imkan bulur. Her ne kadar Rönesans olarak isimlendirilen dönemin şâmil olduğu yıllar önemli olmuş olsa da Goff, bunun Batı tarihi içerisinde ayrı bir dönemi temsil edemeyeceği mevzusunda ısrarcıdır.
Orta Çağ dediğimizde kafamızda beliren o karanlık dönemin de aslında Avrupa merkezci bir tarih okumasının neticesi olarak zihinlerimize sirâyet ettiği açıktır. Zira Batıda Orta Çağ dönemine olan aşağılama 14. yüzyıldan itibaren başlayıp zirvesini 18. yüzyılda artık nefrette bulur.
Antik Yunan ve Roma düşüncesinin yeniden keşfedilip İtalya’dan Avrupa’nın büyük bir bölümüne dağılması Rönesans adı verilen dönemin en ayırt edici özelliklerinden biri olarak bilinir.
18. yüzyıldaki Aydınlanma adı verilen dönemin temsilcilerinin Orta Çağ dönemine olan ve onu karanlık çağ olarak tavsîfe götüren nefretlerinin sebebi ise bu dönemin Antik Yunan ve Roma düşüncesini görmezden gelmesidir.
Gerçekten de Orta Çağ Avrupa'sı karanlık olarak vasıflandırılabilecek bir seviyede midir peki?
Goff’un bunun aksini ispat eden delilleri bir hayli ilginçtir. Buna göre mesela Orta Çağ'daki okuma ve yazma oranları Antik Çağ’a nazaran daha fazladır. Kız çocukları dahil olmak üzere okula giden çocuk sayısı bu dönemde artış kaydeder. Ayrıca papirüsten daha kullanışlı olan parşömen ve rulo halindeki kitapların yerini alan dikey defterler okumanın yaygınlaşmasını kolaylaştırır.
15. yüzyıl ortasında doğan matbaa da Goff’a göre Rönesans'ı savunanların ifade ettikleri şekliyle devrim keyfiyetinde bir gelişme değildir. Zira okuma zaten vardır ve insanlar aynen Osmanlı cemiyetindeki hattatların yaptığı gibi ihtiyaçlarını kitap kopyalayan kişilerle karşılıyorlardır. Ayrıca Orta Çağ din adamlarının çoğunluğunun referans noktası Aydınlanma Dönemi temsilcilerinin ifade ettiklerinin tersine dogmalardan daha ziyade akıldır. Bunun Orta Çağ Dönemine ait pek çok misâli vardır. Dolayısıyla Rönesans'ı tebârüz ettiren aslında çok da büyük farklılıkların varlığından söz etmek mümkün değildir.
Rönesans insanları tarafından Orta Çağ'a yöneltilen suçlamalardan biri de bu çağın estetik duyarlılığın ne olduğunu bilmemesidir. Burada da Umberto Eco’nun özellikle Orta Çağ felsefe ve teolojisinin estetik problemlerle dolu olduğunu ikna edici bir biçimde göstermesi bu düşünceyi yerinden sarsar.
Orta Çağ ile Rönesans’ı birbirinden ayırmayı gerektirecek herhangi bir büyük değişimin olmadığı farklı misâllerle de görülecektir. Mesela bir başka misâl olarak yapılan reformlar ile Protestanlığın meydana çıkması neticesinde Hristiyan tekelinin sona erdiğinin düşünülmesi ve bunun da büyük bir kırılma meydana getirdiği düşüncesi de doğru değildir.
Goff’a göre 16. yüzyılda her ne kadar acımasız Mezhep Savaşları olmuş olsa da Hristiyanlığın hakimiyeti 18. yüzyıla kadar hemen hemen hiç eksilmeden devam eder. Goff, Orta Çağ’ın bitiş tarihi ve yeni bir dönemin başlangıcı olarak alınabilecek tarihin 1769 yılında İngiliz James Watt tarafından gerçekleştirilen buharlı makinenin icadı olduğunu kabul eder.
İngiltere’den tüm kıtaya dağılan ve bunun neticesinde de modern sanayiyi doğuran bu hamle beraberinde getirdiği farklı değişimlerle birlikte ona göre yeni bir dönemin başlangıç tarihidir. Goff aslında Rönesans tabirini belirli bir dönem için değil de Orta Çağ boyunca sınırları ve etki gücü değişen çok sayıda yaşanan dönem için kullanır.
1492’de Endülüs’ün düşmesi İspanya için şüphesiz bambaşka bir gelişmedir. İtalya’nın Floransasında olan gelişmelerin İtalya için sahip olduğu önem de böyle okunabilir. Goff’a göre de Orta Çağ’ın son Rönesans olarak adlandırılabilecek 15. ve 16. yüzyıllar da bu dönemde gerçekleşen gelişmelerle yukarıda bahsettiğimiz 18. yüzyılın ikinci yarısındaki bambaşka bir dönemin habercisi olma husûsiyetine sahiptirler.