Tarihin Seyrini Değiştiren Salgınlar ve Koronavirüs

“Dünya tarihindeki en yıkıcı salgın olarak bilinen 14. yüzyıldaki Kara Ölüm adıyla da bilinen veba salgını Avrupa nüfusunun yüzde 60’ını yok etmekle Orta Çağ iktisadi, dini ve siyasi sisteminde çöküşü getiren asli dinamikti.”

Analiz: Doç. Dr. Abdurrahman Babacan / AA

Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Kovid-19 ve Küresel Siyaset

Dünyanın gündemine girdiğinden bu yana karanlık bir tünelin ucunda belirecek ışığa hasret yolcular gibi, bir yandan korku ve endişenin bir yandan belirsizliğin tüm yakıcılığıyla baş başa istisnai bir tecrübe yaşıyor insanlık. Dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikilik kesiminin evlerine hapsolduğu bir modern dönem distopyası adeta. Bu, kesinlikle bildiğimiz dünya değil. Aşina olamadığımız, nüfuz edip kavrayamadığımız, kavrayamadığımız için de daha fazla sıkışmış hissettiğimiz bir başka dünya. Algılar, bakış açıları, hassasiyetler, alışkanlıklar, korkular, beklentiler ve değerlerin yönünün insanoğlu açısından aynı kalamayacağı bir varlık zemininde, küresel siyasetin sunduğu fotoğraf bize ne gösteriyor?

Tarihsel süreçte büyük salgınların, toplumların sosyal, kültürel, iktisadi ve siyasi yapısına derinden etki eden ivmeleri tetiklediğini biliyoruz. Veba, grip, kolera, tifüs ve çiçek hastalıklarının insanlık tarihinde önemli değişmelere kapı açtığı, güçlü iktidarların zayıflayıp yerlerini yeni güç odaklarına bıraktığı, üretim ilişkilerinin değiştiği, yeni inanç ve mezheplerin doğuşunu tetiklediği büyük dönüşümler bunlar. “Yıkılmaz Roma”nın “kuzeydeki yalın ayaklılar” tarafından yıkılışında önemli köşe taşlarından biri olan Antonine Vebası, örneğin, imparatorluk nüfusunun yüzde 30’unun ölmesiyle oluşan büyük güç boşluğunda devlet içinde iktidar savaşları ve iç çatışmaların patlak vermesine ve pagan Romalı yöneticiler tarafından sistematik baskı ve işkenceye maruz kalmış Hıristiyanların, dinlerini bütün imparatorluk coğrafyasına yaymalarına uzanan bir dizi sistemik kırılmanın tetikleyicisiydi. Yine, sonraki dönemde ortaya çıkan Justinian Vebası ve İran Vebası, ironik şekilde, dönemin iki karşıt süper gücünün (Doğu Roma/Bizans ve Sasani) güçler sahnesinden erken çekilmesine giden yolun taşlarını döşemişti. Haçlı Seferleri dönemi boyunca mükerrer zuhur eden salgınlar, arzu edilen siyasi ve askeri neticeden Haçlıları uzak tutan başat faktörlerdendi.

Tarihin seyrini değiştiren salgınlar

Dünya tarihindeki en yıkıcı salgın olarak bilinen 14. yüzyıldaki Kara Ölüm adıyla da bilinen veba salgını Avrupa nüfusunun yüzde 60’ını yok etmekle Orta Çağ iktisadi, dini ve siyasi sisteminde çöküşü getiren asli dinamikti. Feodal dönemi kapatıp ulus-devlet modellemesiyle siyasi yapıya, ticaret kapitalizminin ilk nüvelerini yeşertmesiyle iktisadi yapıya, Kilise’nin otoritesini zayıflatıp Protestanlığın ve yeni Avrupalı insan modelinin doğuşuna açtığı zeminle dini-felsefi yapıya büyük dönüşüm hikâyesini vaz’ ediyordu. Büyük salgının, coğrafi keşifler ve yeni icatlara, 400 yıldan fazla sürecek Transatlantik köle ticareti ve sömürgecilik dönemine, elbette ki bunun yapısal neticesi olarak küresel iktisadi dengenin Avrupa lehine muazzam dönüşümüne, Rönesans, Reform ve Aydınlanma fikirlerinin filizlenmesine, yeni mezheplerin ortaya çıkışına ve pozitivist bilimselciliğe mutlak iman edilmesine giden sürecin başat tetikleyicisi olduğunu not etmek, dünya tarihini bütüncül anlama zaruretinin doğal bir gereği sadece.

Yine, Vestfalya’ya uzanan siyasi ve toplumsal düzenin öncüllerinin 15-19. yüzyılları arası dönemde tekrarlanan tifüs salgınlarında olduğunu hatırlamak gerek. Öyle ki, kıta içi savaşların seyrinin, dolayısıyla Avrupa güç dengesinin değişimine ve yeni bir uluslararası düzenin doğuşuna yol açan; 1815 Viyana Kongresi ve 1919 Paris Barış Konferansında biçimlenen yeni dünya düzenini getiren siyasi-askeri-toplumsal koşulların oluşumundaki belirgin etkisini vurgulamak gerekir. Yine, 20. yüzyılın en büyük salgını olan İspanyol Gribi, “sosyalleştirilmiş tıp” kavramının ortaya konarak halk sağlığı ve sosyal güvenlik sisteminin kurulmasının hükümetlerin öncelikli konusu haline geldiği ve salgınlarla uluslararası mücadele için Milletler Cemiyeti bünyesinde küresel kurumsallaşma adımlarının somutlaştığı çok eksenli bir ivmenin tetikleyicisiydi. Beraberinde, salgın sonrası dönemde dünyanın farklı bölgelerinde farklı siyasal tezahür biçimleriyle ortaya çıkan/derinleşen; Hindistan bağımsızlık hareketi, “üçüncü dünya” kaynaklı anti-emperyalist protesto dalgası ve Güney Afrika’daki ayrımcı Apartheid rejiminin içerdiği sosyal, siyasi ve iktisadi faktörler, salgının tetiklediği dinamiklerle doğrudan ilgili.

Tarihin akışını değiştiren büyük vakalar; doğal afetler, ekonomik çöküşler, salgınlar, savaşlar ve kıtlıklar, politik psikolojide “tetikleyici olay” olarak isimlendirilir. Bunlar, aynı zamanda büyük bir yıkım ve şok iken, bir aksiyon planı ve izleği olan akım ya da aktörler için inanılmaz alanlar da açarlar. Yakın zamandaki büyük olaylarla kıyaslandığında yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını, bu anlamda, uzak ara en büyük tetikleyici olaydır. Zira aynı anda hem doğal bir felaketi hem ekonomik bir çöküşü içeriyor. Tetikleyici olaylar -geçmişin büyük toplumsal hareketlerinin çoğunda olduğu gibi- taban örgütlenmesindeki dip dalgaları harekete geçirecek liminal alanlar oluşturur.

Sistemin Kovid-19'la somutlaşan krizi

Kovid-19 küresel salgınıyla bir yandan -doğal olarak- daha içe kapanmacı bir dinamik gelişirken, aynı anda süreçteki yetersizlikleri ve insan hayatını kurtarmadaki büyük zafiyetleri dolayısıyla devletler/hükümetler, kitlesel hoşnutsuzluk ve öfkenin başat muhatabı haline geldi. Peki, sosyal varoluş zemininde, özellikle bu tarz küresel şoklara ilişkin durumlarda devlet denilen mekanizmanın rolünü nasıl anlamak gerekiyor? Her şeyden önce, 1945’ten sonra siyasal karar alma sürecinde devletin rolü ile piyasa aktörleri arasındaki inişli-çıkışlı ilişkide yeni bir faza geçişi resmeden bir dinamik inşa ediyor bu salgın. Devlet, her şeyiyle birlikte ve her şeye rağmen geri mi döndü? Piyasa kapitalizminin sağlık ve sosyal politika tasavvuru, bu iktisadi modelin merkez üssü olan ABD’de günde 5 bine varan ölümler vuku bulurken, nasıl ayakta kalabilir? Hâsılı, soru çok ve birçoğu da sistemik sorular.

Modern dünya sisteminin başından beri sürekli merkezde ve zirvede olan kurum olarak devlet, 1973 petrol ve borç kriziyle birlikte çevre ve yarı-çevre ülkelerdeki hükümetlerin meşruiyet kaybı yaşamalarına neden olan sistemik bir krize girdi. 1980’lerle birlikte aktif öznelikten pasif konuma çekilen devletin yaşadığı mevzi kaybı, piyasa kapitalizmi merkezli bir dünyada toplumlar açısından yeni bir sosyal varoluş fikri demekti. Öyle ki, devletin güvenlik ağlarının (sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, sosyal politikalar) temel işleticisi vasfına karşı gelişen yaygın ve büyük saldırı, insanların devlete olan düşüncelerinde ciddi kırılmaları da tetikledi. Elbette devlet pratiklerinin negatif, işlevsiz ve verimsiz sonuçlarının da bu kırılmada büyük katkısının olduğunu unutmadan!

1970 ve 80’lerin bir başka eğilimi, bilimselci bilimin iddialarına dönük büyük kuşku idi. Newtoncu pozitivist bilimin sınırlılıklarına ve açmazlarına yapılan vurgular, ironik biçimde, bilim tarafından garanti altına alınan teknolojik ilerleme ile eşanlı yürüyordu. Teknolojiye olan bu derin inancın sosyal varoluşa entegre olma biçimi ve ortaya çıkan sonuçlarına ilişkin, yine 1970 ve 80’ler itibarıyla ciddi şoklara yol açacak bir başka semptomu ise, ekolojik bozulma idi. Aynı anda hem devletlerarası sistemin dengesini hem dünya üretiminin kârlılığını hem de devletlerin toplumsal birliği sağlama gücünü etkileyecek önemli bir sorun olarak ekosistemin sağlığı meselesinin, üretim ilişkilerinde ve ekosistemin tüketiminde insanlığı nereye götürebileceğine ilişkin ciddi endişeler baş gösterdi. Ve geldiğimiz noktada Kovid-19, her üç parametrenin de billurlaştığı somut bir fotoğraf sundu insanlığın önüne. Peki, dünya sisteminin ana kurumsal vektörlerindeki bu açmazlar dizisi sistemik bir kaos anlamına mı geliyor? Bunun cevabını sosyal gerçeklik gelişirken gözlemleyerek öğreneceğiz. Ama en azından bu gerçekliğin parametrelerine bakmak belki bir ufuk sunabilir.

Devletlerin, vatandaşların günümüzde dile getirilen taleplerine cevap verme gücü azaldıkça ve daha da önemlisi buna ilişkin kitlesel güven kayboldukça, yeni toplumsal hareketlerin iddialarının daha ikna edici hale gelmesi doğaldır. Bu ise iki kaynaktan beslenir: devletlerin güvenlik ve istikrarı sağlamaya daha az muktedir göründükleri bir durumda hayatta kalmayla ilgili endişeler (salgınla birlikte net görüldüğü üzere) ve diğer vatandaşların faydalandığı nimetlerden fiili olarak dışlanmış olan belli gruplardan (ABD ve bazı Batı Avrupa ülkelerindeki sağlık sisteminin durumunda yaşandığı gibi) gelen itiraz ve yeni bir demokrasi biçimi talebi.

Bu cevabın bir başka unsuru, meselenin asayiş/güvenlikle alakalı boyutu. Herhangi bir tarihsel sistemin işleyebilmesi, belirli bir minimal asayişe -can ve mal emniyetine- dayanır. Güvenlik derecesi yüksek değilse üretim sistemi çalışamaz ve mal tedarik, dağıtım zinciri işlemez, her türden politik-kültürel kurumun çalışması zorlaşır. Devlete olan güvenin çökmesinin muhtemel zararı bu bakımdan dramatik olabilir.

Bir başka unsur refah ve zenginlikle alakalı boyut. Immanuel Wallerstein’ın bundan 25 yıl önce modern dünya sistemi analizi olarak ortaya koyduğu fotoğrafın bu tarafında yer alan manzara; sistemin şu ana dek büyük başarısı olarak, en azından dünya nüfusunun üçte biri açısından halk sağlığı ve yiyecek dağılımındaki muntazam gelişmeyi işaret ediyor (geri kalan üçte ikisinin tutanakları ayrı defterde, bir gün açılmayı bekliyor). Son 200 yılda dünya sisteminin ideologları, hastalıkların yenilmesi ve kıtlıkların ortadan kaldırılmasıyla gururlanıyorlardı. Ancak bu tür problemlerin sayısı ve niteliğinin artması ve asayişin bozulması durumunda, temel sağlık problemleri yayılır ve dünya sağlık sisteminin bunların üstesinden gelme kapasitesini aşar. Kovid-19’dan dünyaya yansıyan fotoğraflardaki acı görüntüler, Wallerstein’ı haklı çıkarmışa benziyor.

Meselenin bir başka boyutunda devlet/hükümet yapılarını ve küresel yönetişim/küreselleşme boyutunu ilgilendiren birbirine geçişken iki temel eksen var. 1929 Büyük Buhranı, yeni oluşan küresel düzen açısından bir erken dönem şok etkisi oluştururken buradan çıkışın yolu da haliyle dönemin siyasi iklimine gömülüydü. Uluslararası işbirliğinin çok azaldığı, birçok hükümetin içe kapanmacı-milliyetçi politikalara sarıldığı ve komşusunu zarara uğratma politikasını işlettiği bir dönem bu. Yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılında, özelde ABD ve bazı başat Avrupa devletleri açısından küresel siyasi iklimin sunduğu fotoğraf da bundan çok farklı değil. Daha otoriter, daha milliyetçi, daha yabancı düşmanı, tek taraflı, düzen ve uzmanlık karşıtı bir politika biçiminin, krizi stabilize etmekten çok, azdırdığını görmek de çok zor değil. Nihayetinde iki tercih var önümüzde: içe kapanmacı, siyasi güç kompozisyonunu merkezileştiren, kriz sonrasında da devam edebilecek bir otoriter, güvenlikçi devlet anlayışı ya da “ortak mücadele” perspektifine duyulacak ihtiyacın boyutu ölçeğinde küresel yönetişimin imkânlarını zorlayan bir politika biçimi. Oysa son 30 yıldır küreselleşme, liberal özgür dünya perspektifi, işbirliği temaları altında zeminde işleyen gerçeklik, ülke sınırları ve duvarların daha kalın şekilde örüldüğü bir reel politik durum ve güvenlikleştirme sürecine kesin bir dönüş olarak temayüz etti.

Küresel kurumların işlevsizliği

Bu tarz kriz dönemlerinden çıkışın yolu, güvenilir bilgiye ve kamu kurumlarına güvenden geçer; ne var ki bu tür güvenler özellikle son on yılda küresel hegemon güçlerin popülist politikacıları önderliğinde büyük oranda aşındırıldı. Baskıcı-totaliter rejim tipine kaymaksızın toplumsal-kamusal dinamiklerle aşılabilecek olan bu krizler, bu yönüyle çift yönlüdür. Mahremiyet-sağlık ikileminde kolayca ve rasyonel biçimde üretilebilecek bir “meşruiyet çizgisinden” hareketle artan devlet gözetimi, ilgili sistemi bir totaliter inşaya da götürebilir. Üstelik böylesi bir ikilemin neden kaçınılmaz olduğu da haliyle hiç sorgulanmaz; çünkü bu bir akut dönemdir ve akut dönemlerin kendine has sosyal psikolojileri vardır. Bu yönüyle, özellikle küresel bir veriler düzeninin bu pandemiyle kurumsallaşarak derinleşmesi ihtimali, küresel ve ulusal ölçeklerde bir Panoptikon modeline evrilme riskini de içerir.

Toplumların, büyük istikrarsızlık ve güvensizlik durumunda gücün merkezi olan devlete sığınmaları olağan ve akılcı bulunur; üstelik küresel yönetişimin resmen ve fiilen inşa olunduğu 1945’ten bu yana yaşanan en küresel ve büyük çaplı bu olayda, -büyük vakaların hepsinde olduğu gibi- küresel kurumların işlevsizliği net şekilde ve bir kez daha teyit edilirken. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü derken şimdi de Dünya Sağlık Örgütü ile karşımızda büyük bir küresel yönetişim zafiyeti/krizi mevcut. Bu belki de başlı başına bir yanılsama zaten, zira söz konusu yapıların tamamı bir veya birkaç büyük güç merkezine bağlı yapılar ve çok boyutlu işlevsel kabiliyetleri son derece kısıtlı. Oysa bilginin küresel olarak ve güvenilir şekilde paylaşılması, teknik enstrüman ve personel paylaşımında işbirliği yapılması ve ekonomik felaketin engellenmesi için küresel işbirliğinin gereği orta yerde dururken, ABD yönetiminin söz konusu üç başlıkta da tam aksi yönde pozisyon alarak “önce ABD” tavrını sürdürmesi, ABD’nin sürece liderlik etmekten ne kadar uzak düştüğünü de gösteriyor. Buna rağmen Henry Kissinger’ın suni solunumla diriltmeye çalıştığı “ABD rüyası” ve “doğal liderlik” misyonu süreçte ciddi bir yara daha aldı. Büyük zafiyetler içinde bocalayan ABD yönetiminin son bir umudu, bulunacak bir aşının ABD patentine sahip olması. Trump’ın bu denli agresif biçimde konuya eğilmesi de bununla ilgili olsa gerek. Öte yandan Çin’le olan gerilim ve demeç savaşlarının yönü takip edilecek olunursa, kriz sonrası dönem için hegemonik güç mücadelesinin zemininin bu demeçler arasında saklı olduğu görülebilir. Trump’ın “Çin virüsü” söyleminde ısrarı, bu yönüyle, geleceğe matuf bir politik psikoloji faaliyeti. Yani ABD açısından, tıbbi bir “Manhattan Projesi” bulmak, siyaseten birçok şeyi kurtarabilecek. Sonraki aşama ise yeni bir Marshall Planını zorlayarak devreye sokmak.

Kissinger’ın ısrarla üzerine bastığı vurgu, dünya düzeninin rehabilite edilerek kurtarılmasının ancak ABD’nin içe kapanmaktan vazgeçerek oyuna geri dönüşüyle mümkün olabileceği, ki bunun aynı zamanda ABD’nin hegemonik geleceği açısından da önündeki tek rasyonel yol olduğu. Bir nevi 1945 şartlarını, daha yakın dönemde ise 2008 krizi sonrası koşulları geri çağıran ve oradan bir okuma yapan bir analiz biçimi bu. Oysa 2008 finansal krizinin ardından ulusal ekonomiler, küresel sistemi kurtarmak için iç politikalarını koordineli hale getirerek sistemin işlemesini sağladılar. Şu anki siyasi iklim buna uygun bir iklim mi oldukça tartışılır; üstelik salgının hiçbir sınır tanımadığı bir atmosferde bu sorular ve cevaplar da hayli farklılaşır. Kaldı ki 2008 krizi, değişim için kaybedilmiş bir imkânı işaret etmekle, halkın memnuniyetsizliği ve sağın ve solun öfkeli popülizminin yükseliş ve yayılışı ile neticelendi. Bu salgın bu anlamda, artık yeni bir tereddüdün kapısının kapalı olduğu bir dönemde vuku buluyor. Zira siyasi istikrarsızlık ve zafiyet, kitlesel hoşnutsuzluk, borç krizleri dünyanın çeşitli ülkelerinde büyük sallanmalara neden olur ve asıl siyasi hoşnutsuzluk, aşağıdan gelecek sağlık sistemi kaynaklı yaşamsal güvensizlikler, yoksulluk ve yoksullaşma ile vuku bulur. Tam da Kovid-19’un durduğu zemin! Beraberinde, 1945 sonrası inşa edilen yeni dünya düzeninin kurumsal yapılarının, geçen 75 yıllık süreçte işlevselliği ve güvenilirliğine olan inancın düzeyi ortadayken, ABD açısından küresel yönetişimin aktörleri üzerinden taşınabilecek böylesi bir misyon tanımlaması ne derece gerçekçi ve işler olabilir?

Avrupa 'sınırlarını' fark etti

Benzer bir durum Avrupa için geçerli. Kolay sonuç, bu pandeminin popülistlere bir armağan olarak geldiği ve otoriter milliyetçiliğe bir peşrev olduğu. Güvenliğin özgürlüğe baskın çıkmasını getiren bir ruh dünyası döneminden geçiliyor. Sorun bunun kurumsallaşıp kurumsallaşmayacağı. Kontrolsüz küreselleşme ve zayıflamış Batı demokratik kurumlarının bıraktığı büyük boşluklar bunlar. Avrupa Birliği’nin (AB), İtalya ve İspanya’nın virüse karşı ümitsiz savaşını desteklemede gerçek bir dayanışma gösterememesi, liberal uluslararasıcılığın, ulusal sınırların ve duvarların arkasında ne kadar kolay kalabileceğini gösterdi. Bu fiili durum, aslında 17. yüzyılın ortalarında ülke gerçek bir iç savaşla tarumar haldeyken Thomas Hobbes’a bir gerçeği söyleten durum: “Bütün siyasetin tam kalbinde, kaçınılmaz bir keyfilik unsuru bulunur ve bu da bireysel özgürlük ile kolektif tercih arasında bir pazarlık sürecidir”. Bir nevi “şeytanla pazarlık” yani... Hobbes’un da pekâlâ bildiği gibi siyasi yönetim icrası, vatandaşlar üzerinde yaşam ve ölüm gücüne sahip olmaktır. Bu keskin gerçeklik, modern siyasetin üzerine bina edildiği tasavvurdur. Evet, Hobbes’un 400 yıl önce kaçmaya çalıştığı korkutucu ve şiddet dolu dünyadan çok uzağız, fakat politik dünyamız hâlâ Hobbes’un tanıyacağı bir dünya. AB idealinin kalbine inecek darbe de buradan olacak gibi. Zira manevi yolculuğunun sonuna geldiği görülüyor. Sadece insan maliyeti açısından değil, siyasi ve ekonomik güç merkezi olma niteliğini kaybetme bağlamında da Avrupa, Kovid-19 salgınının en ciddi darbeyi vurduğu kıta olarak hatırlanacak.

AB vizyonu ve idealinin çöktüğü bir başka nokta, sınırların kapatılması olacak gibi görünüyor. Bir kriz dönemi için rasyonel görülebilecek bir önleyici tedbir, daha farklı politik kültürel anlamlara da kapı açabilir uzun vadede. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri için -tabii AB’nin geneli için de- kolektif bir psikolojik boyutu var sınırların. Sınırlar, sadece coğrafya meselesi değil, bir varoluş meselesi çünkü. Bu ülkelerin 20. yüzyıl tecrübesi, döngüsel biçimde devletlerin çöküşü, egemenliklerin ihlali ve dışarıdan hissedilen baskı ve korku hissiyatı ile örülü. NATO ve AB’yi, kurumsal istikrar ve kişisel güvenlik bakımından bir garantörlük mekanizması olarak görüyorlar her şeyden önce. Schengen’e dâhil olmak ise, tehlike bölgesinden tamamıyla kurtulma olarak telakki ediliyor. İşin iktisadi yönünde ise, modernizasyon ve refah unsuru bulunuyor. Fakat aynı olguda madalyonun bir de öteki yüzü var: Söz konusu ülkeler açısından eğitimli işgücünün AB’nin müreffeh ülkelerine kitlesel göçü. Zira bu örnek bağlamında görülen durum, doktorların beyin göçünün bölgedeki birçok ülkenin sağlık sisteminde yaşanan dramatik durumun başat nedeni olduğu. Macaristan, örneğin, salgından çok daha önce genç ve eğitimli doktorların diğer gelişmiş AB ülkelerine göçünü engellemek için birtakım özel kontratlar düzenlemişti. Polonya’da, OECD ve Eurostat’ın resmi verilerine göre, 1000 kişiye düşen pratisyen hekim sayısı sadece 2,4. Yani bir diğer taraftan sınırların kapatılmasının gündeme gelişi bu bölgeler için zaten masada duran bir kaçınılmazlık da idi; Kovid-19 sadece katalizör oldu. Yani bu ülkelerin yaşadığı bu sıkışmışlık hali ve ortaya çıkan somut gerçeklikler, ortak bir AB çözümüne dair inancın erozyona uğramasına ciddi katkıda bulunuyor.

Bir başka mesele, popülistler için böyle zamanların doğurduğu alanlar. Şehirlerin bomboş ve ıssız görüntülerini servis ediyor ajanslar; fakat kamusal alanda sessizliğin bir anlamı vardır, klasik siyaset felsefesinde bu, despotizm tehlikesi ile ilişkilendirilir. Montesquieu, “düşman duvarları tırmanırken şehirlerdeki ölümcül sessizlik” hakkında yazmıştı. Nitekim Macaristan’da Başbakan Viktor Orban, ilan edilen OHAL durumunda pratikte ucu bucağı açık bir yetkiyle donattı kendisini. Yine Polonya’da hükümet, bir gecede seçim sistemini değiştirdi ve mevcut Cumhurbaşkanı Andrzej Duda’nın seçim kampanyasına olanak tanıyan bir tarih olarak 10 Mayıs’ı başkanlık seçim tarihi olarak ilan etti. Slovakya’da halk, hükümetin kişisel verilere kontrolsüz erişimine olanak tanıyan özel düzenlemelerinden oldukça rahatsızlar. Bunlar, siyasi rejimlerin akut dönemlerin ötesine taşınarak yeni bir fiili gerçeklik inşa etme olanaklarına ilişkin göstergeler ve Kovid-19, bu yönüyle, siyasi rejimlerin niteliğini değiştirebileceği gibi bir bütün olarak AB’nin çehresini de kalıcı olarak değiştirecek semptomlar barındırıyor.

21. yüzyılda yaşadığımız bu küresel salgın, o halde, insanlığımızın her bir parametresine ilişkin yeniden düşünme ve sorgulama zaruretini dayatırken, aynı anda bunun imkânını da insanlığa sunuyor. Temizlenen hava, denizler ve tabiat gibi, ruhlarımızın da temizliğine gidecek sürecin, insanın özgür iradesini işleterek ürettiği tercihlerinde yattığı gerçeğini bizlere hatırlatıyor. Tüketim, üretim, dağıtım modellerimizi yeniden düşünmek için bir fırsat da bu aynı zamanda. Bunun ise başlı başına bir paradigma değişikliğinden geçtiğini görmek için yeni bir küresel şoku beklemek gerekmiyor.

[Doç. Dr. Abdurrahman Babacan Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesidir]

Yorum Analiz Haberleri

Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?
Kemalizm’e has bu Laiklik Fransa’da bile yok!