1 Eylül 1995’te “bu şehre” de, “bu mesleğe” de lanet okuyarak Ayvalık’a taşındım; sekiz yaşında bir kız çocuklu, üç kişilik bir aileydik.
Bir yıl sonra, 1996’nın ekim ayının başlarında eve gelen polisler, infaz edilmemiş beş aylık bir mahkûmiyetimin bulunduğunu, kendileriyle birlikte Emniyet’e gitmem gerektiğini, oradan da Ayvalık Cezaevi’ne gönderileceğimi bildirdiler.
Emniyet’te meseleyi anladım; Aktüel dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptığım sırada dergide yayımlanan (1994) bir söyleşiden dolayı Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. maddesinden hakkımda açılan dava mahkûmiyetle sonuçlanmıştı.
Ayvalık Cezaevi’nin ilk siyasi mahkûmuydum, cezaevi müdürü öyle anlatmıştı.
Ceza yediğim kanunun adı ilk günlerde epeyce işime yaradı: Kız kaçırma, koyun hırsızlığı, adam yaralama, gasp gibi suçlardan içerde yatan koğuş arkadaşlarımın sonradan anlattığına göre, koğuşa bir “terörist”in gelecek olması başlangıçta epeyce ürkütmüş onları. Birkaç gün içinde “normal insan” olduğumu anlamışlar da rahatlamışlar...
Susurluk kazasını (3 Kasım 1996) onlarla birlikte televizyondan haberleri izlerken öğrendim... Kamyona çarpan arabada kimlerin olduğunu duyunca anlamıştım; Türkiye’de yeni bir dönem başlıyordu...
Ayvalık’ta olan her yerde oldu
Tahliyemden kısa bir süre sonra, Susurluk kazasıyla ortaya çıkan devlet içindeki karanlık örgütlenmelerden hesap sorma talebiyle, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri başladı... Eylemler bir süre sonra gece sokaklarda meşaleli meydan toplantılarına ve yürüyüşlere dönüştü. Bir gece, onlardan birine katılmak üzere Ayvalık’ın merkezine gittim... Ve gördüklerime inanamadım: Devlet içindeki karanlık odaklara karşı başlatılan kampanya “irticaya karşı laik Türkiye” kampanyasına dönmüştü... “Türkiye İran olmayacaktı”, “Türkiye laikti, laik kalacaktı...”
Eylemler birkaç hafta boyunca her gece yinelendi... Ben, o ilk gece dışında hiçbirine katılmadım.
Sonraki günlerde, Ayvalık’ın “yerli” solcularına olan bitenden duyduğum rahatsızlığı anlatmaya çalıştım. Fakat onlar bir rahatsızlık duymuyorlardı, bana sürekli olarak “her türlü gericiliğe” karşı olduklarını, irticanın da gericilik olduğunu anlatıp durdular.
Sonrasını biliyorsunuz: Birileri, o toplumsal enerjiyi büyük bir hünerle “al da at” türü gollük bir pasa dönüştürdüler, 28 Şubat’çılar da bu gollük pası demokrasinin kalesine gönderdiler.
Ben ilk kez o zaman, devletin merkez medyayı manipüle etme gücünün benim tahayyülümü çok aşan bir seviyede olduğunu anladım... Nasıl olmuşsa olmuş, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemlerine büyük destek veren medya, eylemlerin yönünün birdenbire değişmesine hiçbir itirazda bulunmamış, tam tersine, “irtica karşıtı” kampanyaya, öncekinden de büyük bir destek vermeye başlamıştı...
Bu dönüşümü en iyi anlatan gelişme, Susurluk döneminin ilk aylarında gerçekten çok iyi bir gazetecilik yapmış olan Radikal’in, çizilen yeni rotaya uyma konusunda gösterdiği şaşırtıcı esneklik olmuştu. Bu açıdan, Radikal’in 15 Şubat 1997 tarihli (yani Milli Güvenlik Kurulu’nun ünlü 28 Şubat kararlarını ilan etmesinden 13 gün önce) manşet “haber”i ibretlik ve sembolikti...
“Haber” sözcüğünü özellikle tırnak içinde kullandım, çünkü ortada haber falan yoktu: “İslam faşizmi” manşetinin altında okuduğumuz şey pür yorumdan ibaretti ve bir bölümüyle şöyleydi: “Türkiye tarihinde bir daha 12 Eylül 1980 yaşanmasın diyenlerin kulakları barış, uzlaşma, eşitlik, kardeşlik yalanlarıyla dolu. Kimse yanlış hesap yapmasın, kulakları yalanla dolu olanların çoğunlukta olduğunu unutmasın. Koskoca bir halkın ‘parlamento aritmetiği’ ile sonuna kadar kandırılabileceğini sanmasın. (...) Onlar var ya onlar; alkolü, sinemayı, müziği, resmi, heykeli, baleyi, dansı yasaklamayı özlüyorlar. Kadınların kapanmasını, evde oturmasını, pantolon-etek giymemesini, yüzmemesini ve hatta kahkaha ile gülmemesini istiyorlar. Düşledikleri, özledikleri, öngördükleri rejimin adı doğrudan faşizmdir. İslam faşizmidir.”
O günlerde Radikal’de böyle bir manşetin yayımlanmasından daha korkunç olan şey, bu yayıncılığın okurlarda “siz ne yapıyorsunuz?” tepkisi yaratmamasıydı... Belli ki, Radikal’in solcu okurları da bu ülkenin birkaç kez yaşadığı (bir yenisini de bir ay sonra yaşayacağı) “darbeli faşizm”leri değil, “İslam faşizmi”ni tehlike olarak görüyor, gazetelerinin çizgi değişikliği o nedenle onları rahatsız etmiyordu.
“Zihniyet hamuru”nun suyu: 1993 darbesi
Aslında bu işler, Muhsin Öztürk’ün, mükemmel kitabı Adı Konulmamış Darbe: 93’te (Zaman Kitap, Mayıs 2011) anlattığı gibi 1993’te başlamıştı:
“1993, sadece Özal’ın kalbinin durduğu, Uğur Mumcu’nun suikasta kurban gittiği, Eşref Bitlis’in ‘kaza’ ile öldüğü, 33 er’in katledildiği, Sivas’ta 37 ‘can’ın yandığı bir yıl değil. Toplumu un ufak etmeye niyetlenmiş bir darbenin yılı...”
24 ocakta katledilen Uğur Mumcu’nun cenaze töreni, bitleri yeniden kanlanmakta olan darbecilerin yeni ve etkili entrikalarını da gözler önüne sermişti: “irtica korkusu”nun geniş kitlelere sirayet ettirilmesi, bu yolla “korku”nun maddi bir güç haline getirilmesi ve onun üzerinden iktidar devşirilmesi...
Tören, ona katılan solcuların bir bölümünün de “laiklik sen bizim her şeyimizsin” kıvamına getirilmesi sürecinin başlangıcını teşkil ediyordu.
Uğur Mumcu cinayetiyle başlayan 1993, “laik-kentli-çağdaş” geniş orta sınıfların algılarını, reflekslerini, zihniyetlerini dönüştürmede etkili bir rol oynadı. Bütün bunları bir hamur gibi düşünürsek, 1993 olayları, bu hamuru kıvama getirmede kullanılan su rolünü oynadı.
1996’daki Susurluk kazasıyla birlikte, 1993 ve sonrasındaki karanlık eylemlerin “made in devlet” damgası taşıma ihtimali güçlenince, solcuların da içinde bulunduğu Türkiye’nin “çağdaş” kesimleri geçici bir şaşkınlık içine girdiler. O kadar ki, her 24 ocakta bir tam sayfasını Uğur Mumcu’ya ayırarak “Mumcu’nun katili irtica” yayıncılığı yapan Cumhuriyet bile Susurluk’tan sonra fail olarak “devlet içindeki karalık odaklar”ı işaret etmeye başladı. Hatta bunlardan birinde Güldal Mumcu’nun ağzından, eski DGM savcısının sözleri bile Cumhuriyet’te yer alabilmişti: “Kocanızı devlet öldürmüştür, ancak o isterse çözülebilir...”
Ne var ki, 28 Şubat’çılar medyanın da el vermesiyle o kadar etkili bir “Susurluk’u bırak irticaya bak” kampanyası yürüttüler ki, halkın bir bölümünü “darbeye razı” hale getirebildiler.
Sonrası, yukarıda anlattığım gibi gelişti...
Orta sınıfların zihniyet tarlası belli ki epeyce derinden sürülmüştü; orada “irtica tehlikesi”nden başka bir şey yetişmiyordu.
Cumhuriyet mitingleri...
1997’de orduyla “sivil toplum”un ele ele verip “şeriatçılar”ı iktidardan uzaklaştırması (28 Şubat darbesi), geriye her zaman işleyeceği umut edilen bir model bırakmıştı...
Model, esinini, eskiden olduğu gibi tek başına ve salt kendi gövdesiyle siyasete müdahale eden ordunun bu yolla artık başarı sağlayamayıp yıpranacağı tesbitinden alıyordu. Modele göre, toplumun korkutularak siyaseten alıklaştırılmış belli kesimlerinin “demokratik eylem”leriyle yumuşatılan şeriatçı iktidar kalesinin burçları, ardından hakiki tanklarla alaşağı edilecektir.
2007’de, yeni bir korku dalgasının yaratılması için ele yeni bir fırsat geçtiği düşünüldü... Yeni propaganda, “Atatürk’ün mekânı Çankaya’nın ele geçirilmesi” ihtimali üzerine kuruldu ve çok etkili oldu.
Cumhuriyet mitingleri, demokratik haklarını kullanan insanların katıldığı barışçı eylemlerin otomatik olarak demokratik sonuçlar doğurmayacağını, hatta tam tersi sonuçlar doğurabileceğini apaçık gösteriyordu ama, basındaki solcu yazarların bunu görecek halleri yoktu. Onların sadece bir bölümü çok sonra “Arkasındaki güçleri göremedik, o nedenle yanlış değerlendirdik” diyeceklerdir. (Bunlardan biri, “Arkadaşlarımız Meclis’e gelmeden asla yemin etmeyeceğiz” günlerinde CHP’lileri “Vay canına” diyerek alkışlamış, yemin eden MHP milletvekillerini ise “Engin Alan şimdi ne hissediyordur” diyerek ayıplamıştı. Belli ki, AK Parti “diz çökse” ve Engin Alan Meclis’e girebilseydi, solcu gazeteci bunu “devrimci bir sevinç”le karşılayacaktı.)
Bana, bütün bunları niye hatırlattın, diye sorabilirsiniz...
Anlattım, çünkü Murat Belge’nin adlandırmasıyla “Tan gençliği” eylemleri yakın tarihimizde olup bitmiş eylemler değildir. Tam tersine, erişkinleri de içine almak suretiyle 1990’lar sonrasından günümüze en olgun dönemini yaşamıştır, yaşamaktadır.
alpergormus@gmail.com
TARAF