Tarihi Yanlışlar ve Örneklik Sorunu

HAMZA TÜRKMEN

En çok ihtiyaç duyduğumuz fıkhî çözümlüme konusu ve “tâlim” sorumluluğu şu soruyla irtibatlıdır: Tevhid ve adalet temelli  İslami hayatın günümüzde “yaşanabilir model”i nedir ve nasıl sosyalleşecektir? Bu temel konunun aydınlatılması için ihlâs ve dirayete bağlı olarak öncelikle üç özelliğin bir arada olmasına ihtiyaç duyulmaktadır:

1. Muhammedi Sünnet’te, akaidde ve fıkıhta Kur’an temelli yeterli bir usûl/metedoloji kavrayışı.

2. Kuşatıldığımız yerel ve küresel sistemi; tarihi, felsefesi, siyaseti ve zaafları açısından yeterince tanıma.

3. Metodik-stratejik tespitlerimizin tutarlılığı için güçlü bir vahyi siyaset kapasitesi ve tecrübesi.

Türkiyeli Müslümanların 1970’li yıllardan bu yana dûçar kaldıkları ve kimliklerini bulandıran akidevi, usûli ve siyasi kirliliklerden arınma çabaları çok önemliydi. Bu düzlemde parça doğrular ve parça kazanımlarımız oldu. Ama görünen o ki bu çabalar, yukarıdaki üç özelliği kapayacak düzeyde bir “rüşd gücü”ne henüz ulaşamadı.

Ayrıca İslami arınma ve uyanış süreçleri, genellikle farklı yapılardaki gelişim seyriyle biçimlenen Türkiyeli Müslümanlar, İslam’ı temsil ve tebliğ konusunda kararlarını/içtihadlarını da “şura içtihadı” düzeyine yükseltemediler. Bu konuda Kur’anî mesajı yaşamlaştırma kaygısını taşıyan cemaat ve çevreler arasında, -bırakın müzakere safhasını,- yeterli bir diyalog süreci bile bulunmamaktadır.  Tabii ki bu cemaat ve çevreler arasında yetersiz de olsa diyalog ve müzakereler yapılmıyor değildir. Ancak bu ilişki biçimi henüz İslami ve insani duyarlılığı savunma ve yaşatma kaygısının ötesine geçememiştir. İhlas ve dirayet açısından konuya yaklaşanlar için sosyal model/örneklik ile ilgili şura içtihadı konusundaki “yokluk”,  geçmişi ve geleceği çözümlemede insanımızı çaresizliğe veya acemi ve bazen de anarşist çıkışlara sürüklemektedir.

Gelecek tasarımı için ciddi bir durum muhakemesi gerekmektedir. Bunun için de nerede durduğumuzu ve nereden başlamamız gerektiğini tayin açısından ciddi bir toplum ve tarih değerlendirmesi kaçınılmazdır. Tarihe mevcut veriler çerçevesinde bakıldığında, sahabe döneminde başlayan ihtilafları ve ortaya çıkan anarşist yaklaşımları örtmeye değil, insan fıtratının özelikleriyle birlikte anlamaya yönelik olunmalıdır.

Değişen dönemlerde İslam’ı yaşama modelimiz, değişen zaman ve mekan şartları içinde yeterli bir usûlu’d-din algısı, dış gelişmeler ve yeni şartlar analizi ile yenilenmek zorundadır. Müslümanlar içinde yaşadıkları safhayı stratejik bir gelecek tasarımı ile ele almalı ve geleceğe hazırlanmak için mevcut hali yenilemeli ve ıslah etmelidirler. Yenilenme konusunda Rasulullah’ın (s) canlı öncülüğünden ve vahyin inzal olma sürecinin rehberliğinden mahrum kalan sahabe, Hz. Osman’la birlikte yeni şartlar karşısında şura temelli ciddi bir çözümleme üretememiştir. Bu durum, moralimiz bozulmasın diye üzeri örtülecek veya “Raşid Halifeler Modeli” çökmesin diye “İlk Dört İmam Dönemi” te’vil edilerek kutsanacak bir durum değildir; ibret alınıp ders çıkartılacak bir haldir.

Sahabenin örnekliği Rasul’le birlikte davrandıklarında (73/20; 12/108) önemliydi; Muhacir ve Ensar olarak vahyi siyasetin gereklerini yerine getirdiklerinde Kur’an’da övülmüşlerdi; ve diğer övgüye layık işlere katıldıkları için Rabbimiz tarafından vahyi bildirimlerle takdir edilmişlerdi. Ancak had cezalarının da ilk muhatapları sahabelerdi. Çünkü  Rasulullah’ın bile Rabbimiz katında “geçmiş ve gelecek günahları” bağışlanma konusu olabiliyorsa (48/2), vahyi taşıma ve yorumlama konusunda “masum” olmayan sahabelerin de tabii ki yanlışları olabilecekti. Onların da bizler gibi fıtratlarında takva ve fucur alametleri vardı ve ölünceye kadar imtihan olmak için yaratılmışlardı. O halde vahyi ölçülere rağmen yanlış yapmak, vahiyle doğrudan yönlendirilen Rasuller hariç bütün ölümlüler için söz konusuydu.

Hz. Ömer’in katili olan Ebu Lulu’nun beşikteki çocuğunu intikam amacıyla öldüren sahabeye Hz. Osman’ın had cezası uygulamamasından tutun, Hz. Osman’ın halli ile ilgili olaylara, Cemel vakıasından, Sıffın ve Nehrevan Savaşları’na kadar sahabe arasında yaşanan anarşizm ve akıtılan kanların birinci elden sorumluları da sahabelerdi. Biz insanlar, gaybi alanın kadısı değiliz ve olamayız. Ama aktarılan uzak ve yakın tarihi veriler bağlamında tarafların ameli hakkında kanaat sahibi olabiliriz. Tarihi verileri değerlendirdiğimizde yanlış eğilimler bariz hale gelmektedir. Ama tarafların tamamen yanlışlardan arınmış olduklarını da söyleyemeyiz.

Kur’an vahyi tüm dünya insanlığına gelmiştir ve evrenseldir. Sahabe olsun bugünkü Müslümanlar olsun, asıl olan vahyi edimler karşısında tevhid ve adaleti kuşanan mümin tavrıdır. Bizim için vahyin yaşamlaştırılmasında model ve örnek uygulama Hz. Muhammed’in Sünneti’dir. Kur’an bütünlüğünden anladığımıza göre sahabe, Rasulullah’la birlikte şahitlik yapmak konusunda üzerine düşeni yaptığı için saygı görmeli ve desteklenmelidir; ama kendi başlarına ve kendi aralarında yaptıkları işler ise içtihadidir. Bu nedenle sahabenin kendi işleri doğru olabilir, yanlış olabilir; bizim için çağları ve imkanlarıyla ilgili doğruları örnektir ama toplam yaşantılarının model olması söz konusu değildir. Oysa Sünnet-i Rasulullah’ın yaşanan şartlar karşısında vahyi ölçülere göre yeniden nasıl yaşamlaştırılacağı meselesi sahabe olsun, tabiin olsun, bugünkü Müslümanlar olsun herkesin ortak sorumluluğudur.

Sahabe arasında yaşanan katliam ve anarşizm çoğu kez örtüldü veya tahlil edilmekten kaçınıldı. Şimdi bu analiz özürlüsü zihniyetle, yüzyıllar sonra Irak’ta görülen Şii ve Sünni mezhep bağlıları arasındaki katliamları veya Türkiye’de yaşanan İlim ve Menzil grupları arasındaki çatışmaları veya İlim grubunun kendi stratejisine uymadığı için katlettiği Müslümanların durumunu izah ederken bu moral bozucu ve vicdanları yaralayan vakıaların tarihi şartlarına takılıp kalınması, gelişen olaylar dinamizmini anlamayı engellemektedir. Müslümanlar arasındaki kin, hased ve intikam asabiyesi, basireti elden bırakmayanlar açısından ıslah ve inşa projesinin önündeki en önemli engellerden birisini oluşturmaktadır.

İslami ölçüleri anlama konusunda Kur’an merkezli ıslah edici bir usûl ve âdap netliğine ulaşamadan yapılacak her kalkışın, Cemel Savaşı trajedisinden veya domuz bağlı infazlardan uzak kalmayacağının bir garantisi yoktur. Muslihuna düşen, tarihi olayları insanların imtihanı bağlamında Rabbimize havale edip geleceğe bakmaktır. Diğer bir ifadeyle kapitalist üretim/tüketim zulmünü ve kuşatmasını aşacak bir İslami hayat modelinin zaman ve şartlara göre inşasına hazırlanmayı, basiret, takva ve adanmışlık konusunda test aracı yapabilmektir.

Özlemimiz, İslam’ı ve dünyayı algılamada rüşd gücüne ulaşmamız, temel problemlerimizin çözümünde ehil olanlarımızla şura içtihadlarını gerçekleştirebilmemizdir.