Adnan Demircan’ın yazısı şöyle:
Tarih, Mitoloji, İnanç ve İdeoloji Arasına Sıkışan Kerbela
Hicrî 10 Muharrem 61 (miladî 10 Ekim 680) tarihinde meydana gelen elim Kerbela hadisesi, asırlar geçmiş olmasına rağmen hala güncelliğini koruyan ve etkileri görülebilen olaylardan biridir. Hz. Hüseyin ve yanındaki bir avuç yakını ve arkadaşının Emevî Halifesi Yezîd’in Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd’ın görevlendirdiği ordu tarafından katledilmesi, İslâm ümmetinin hafızasında büyük bir nefret duygusu oluşturmuştur. Bu duygu, Yezid’i kötülükle özdeşleştirdiği gibi bugün Ehl-i Beyt sevgisinin güçlü olduğu ülkemiz gibi yerlerde hem Yezîd’in hem de babası Muâviye’nin adlarının çocuklara isim olarak verilmemesi bunun yansımalarındandır. İşin duygusal boyutu baskın olduğu için olanları tarih perspektifinden ele almak oldukça zordur.
İhtilafları bir yana bırakarak belli başlı tarihî gelişmeleri dikkate alarak Kerbela olayıyla ilgili bir çerçeve çizmek istersek gelişmelerin Muâviye’nin oğlunu veliaht tayini süreciyle ilişkilendirilmesi gerekir. Ancak Muâviye’nin oğlunu veliaht tayin etmek suretiyle bir sistem kurmayı hedeflemekten çok yönetimi ailesinin elinde tutmak istediği anlaşılmaktadır. Doğal olarak bu yolu açması sebebiyle kararından dolayı sorumluluğu vardır.
Kerbela faciası Müslümanları birleştiren hüzün verici bir olay olduğu halde ne yazık ki günümüzde bazıları tarafından ayrılık konusu yapılmaktadır.
Veliahtlık, öteden Arapların yabancısı olmadığı, kabile lideri seçiminde genellikle aynı aileden kişilerin seçilmesi sebebiyle örnekleri olan bir sistemdir. Öte yandan Arapların çoğunluğunu oluşturan Yemen kökenli kabileler, Güney Arabistan’da kurdukları devletler sebebiyle bu sistemden haberdarlardı. Kaldı ki Muâviye’den önce Hz. Ali’nin bir suikast sonucu vefatından sonra Kûfeliler onun yerine oğlu Hz. Hasan’ı seçmişlerdi. Bu gelişme, veliahtlık olarak değerlendirilemese de iktidarın bir ailenin elinde kalmasını sağlayabilecek bir adımdır.
Muâviye, oğlu Yezîd’i veliaht tayin ettiğinde, -kendilerince haklı gerçekçilerle- iktidar beklentisi olan bazı Kureyşliler dışında ona pek muhalefet eden olmadı.Kuşkusuz bunda Muâviye’nin insanları ikna etmek için yıllarca devam eden bir çalışma yapmasının etkisi vardır.
Muâviye’ye karşı çıkan Abdullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebî Bekir, Abdullah b. ez-Zübeyr ve Hüseyin b. Ali’nin babaları daha önce halifelik yapmış ya da halifeliğe namzet olmuş kişilerdir. Ancak dört kişi de hem birikimleri hem de yaşları itibarıyla halife olmayı Yezîd’ten çok daha fazla hak ediyorlardı.
Yezîd’in veliaht tayin edilmesi, o dönemde yaşayan Ashab arasında açık bir dinî sapma olarak görülmemiştir. Bu durum, muhalifler için de söylenebilir. Buradan hareketle Hz. Hüseyin’in, günümüzde birçok insanın sandığı gibi dinî ve ideolojik bir kaygıyla Yezîd’e isyan ettiği iddiası sorunludur. Veliaht tayin etmenin İslâm’dan sapma olduğu anlayışı, zamanla şekillenmiştir. Bunu sağlayan etkenlerden biri icraatların sonucunu gördükten sonra geriye doğru bir tarih okuması yapmaktır. Ayrıca siyasî ve mezhebî tercihlerin de bu ve benzeri görüşlerin şekillenmesinde önemli etkileri vardır.
Müslim’in idamı ve sonrası...
Hz. Hüseyin, kendisiyle aynı görüşü benimseyen ve yukarıda önemli simalarının adını zikrettiğimiz diğer Kureyşliler gibi Yezîd’in veliaht ilanını bir yetki aşımı ve hak gaspı olarak görüyordu. Yezîd, yaş, birikim, yetenek gibi Arapların lider seçiminde dikkate aldıkları özellikler bakımından lider olma şansı olmayacak biriydi. Bu bakımdan liyakat eleştirileri haklı gerekçelere dayanıyordu. Ancak Yezîd’le ilgili ifade edilen “kötülük timsali” olduğu algısı oluşturan özellikler zamanla tarihî süreçte inşa edilmiştir.
Hz. Hüseyin, Muâviye’nin vefat ettiği ve Yezîd’in tahta çıktığı bildirilip insanlardan biat alınması talimatının ulaşması üzerine biata davet edildi. Ancak vali tarafından çağırılarak biat istenen Hz. Hüseyin ve Abdullah b. ez-Zübeyr Medine’yi terk ederek Mekke’ye gittiler. Bu sırada tutumlarına dayanak oluşturacak Yezîd’in herhangi bir icraatını bilmiyorlardı.
Hz. Hüseyin Mekke’deyken başlarına geçmesi için Kûfeliler tarafından davet edildi. Kûfe, daha önce babası Hz. Ali’nin ve ağabeyi Hz. Hasan’ın halife olarak ikamet ettikleri, taraftarlarının yoğun olduğu bir yerdi. Çok sayıda davet mektubu gönderilmesi üzerine durumu tahkik etmesi için amcaoğlu Müslim b. Akîl’i Kûfe’ye gönderdi. Müslim, burada binlerce insandan Hz. Hüseyin adına biat aldı. Ortamın Hz. Hüseyin’in Kûfeye gitmesi için uygun olduğun düşünerek onu Kûfe’ye çağırdı. Hz. Hüseyin, bazı istişarelerden sonra hicrî 60 yılının Zilhicce ayında hac günlerinde Mekke’den ayrılarak Kûfe’ye gitti.
Yezîd, Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye ulaşmasını engellemek amacıyla -kendisine pasif olduğu istihbaratı ulaşan- Kûfe valisi Nuʻmân b. Beşîr’i görevden alarak onun yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyâd’ı -Basra valiliği de uhdesinde kalmak üzere- görevlendirdi. Ubeydullah, gerek tehditlerle gerekse elindeki maddî imkânları kullanarak Müslim’in desteksiz kalmasını sağladı. Bir süre kaçtıysa da yeri belirlenince Muhammed b. Eşʻas’ın kendisine verdiği emana rağmen idam edildi.
Müslim idam edildiğinde Hz. Hüseyin, olanlardan habersiz yoluna devam ediyordu. Yoldayken Müslim’in katledildiğini öğrenince geri dönüp dönmeme hususunda beraberindekilerle istişarede bulundu. Üzgün olan Müslim’in yakınları Kûfe’ye gidip intikamını almak gerektiğini savununca yola devam kararı aldı. Hz. Hüseyin’e yolda katılan birkaç yüz kişi, işin ciddiye bindiğini görünce ondan ayrıldılar.
Ubeydullah b. Ziyâd, görevlendirdiği Hur b. Yezid komutasındaki askerî bir birlikte Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye girişini engelledi. Bir avuç yakınıyla et-Taf (Kerbela) denilen yerde, -Ashab’ın ileri gelenlerinden Saʻd b. Ebî Vakkâs’ın oğlu- Ömer’in komutasındaki 5000 kişilik ordu tarafından kuşatılarak teslim olmaları istendi.
Hz. Hüseyin, Mekke’ye geri dönmesi, Yezîd’in yanına giderek sorunu aralarında konuşmaları ya da uç bölgesine gidip kâfirlerle savaşmasına izin verilmesi seçeneklerini sundu; ancak teklifin iletildiği Ubeydullah b. Ziyâd koşulsuz teslim dışında herhangi bir seçeneğin kabul edilmeyeceğini bildirdi. Daha önce Hz. Hüseyin’i Kerbela’da durduran ordunun komutanı Hur b. Yezîd, Hz. Hüseyin’in makul önerilerinin kabul edilmemesini art niyetli bir tutum olarak görüp bazı arkadaşlarıyla Hz. Hüseyin’in tarafına geçti.
Kısa bir bekleyişten sonra çatışmalar başladı. Hz. Hüseyin 72 yakını ve arkadaşıyla birlikte katledildiler. Hur b. Yezîd de hayatını kaybedenler arasındaydı. Kûfe ordusundan ise 88 kişi öldü. İki güç arasında denge yoktu. Kaldı ki Hz. Hüseyin buraya savaş hesabını yaparak gelmiş değildi.
Muhalefetin sembolü haline geldi
Hz. Hüseyin’in yoldayken Müslim b. Akîl’in öldürüldüğünü öğrendiği halde yola devam etmesi, Kûfelilerin sözlerinde duracaklarına dair az da olsa ümidinin devam ettiğinin söylenmesine imkân vermektedir. Bununla birlikte Hz. Hüseyin’in karşılaştığı sonu tahmin edememesi de mümkündür. Zira böyle bir hâdise İslâm dünyasında ilk defa meydana gelmektedir. Ancak gelişmeler, Hz. Hüseyin’in kötü senaryoya dair bir planının olmadığını göstermektedir.
Hz. Hüseyin’in ve akrabalarının katlinden sonra maktullerin kafaları kesilerek Ubeydullah’a gönderildi. Rivayetlere göre cesetler defnedilmedi. Daha sonra oradan geçen bir bedevi kabilesi tarafından defnedildiler. Bu muamele, İslâm’a göre düşman kuvvetlerine dahi yapılmaz. Kaldı ki Hz. Hüseyin, Kûfe ordusunda bulunanların çoğu tarafından Hz. Peygamber’in saygın kabul edilen torunuydu.
Ubeydullah, Hz. Hüseyin’in başına yönelik hakaret ifadeleri kullandı. Daha sonra Hz. Hüseyin’in kesik başını, aile efradıyla birlikte Şam şehrinde oturan Yezîd’e gönderdi. Yezîd, olanlara üzüldüğünü Hz. Hüseyin’in hayatta kalan oğlu Ali Zeynelâbidin’e söyleyip gelenleri sarayda ağırladı. Muhtemelen bu tavrıyla akraba olan Hâşimoğullarıyla Ümeyyeoğulları arasındaki gerginliği yumuşatmak istiyordu. Ancak yaptıklarından dolayı Ubeydullah’ı görevden almaması ve herhangi bir soruşturma açmaması, tutumunun siyasî olduğunu söylememize imkân vermektedir.
Hadise meydana geldiği dönemde Hz. Hüseyin ve yakınlarına karşı girişilen katliamdan dolayı İslâm toplumunda genel bir infial uyanmadı. Ancak onu davet edip yalnız bırakanlar, pişmanlıklarını intikam almak üzere harekete geçerek ifade ettiler. Bunlara “pişman olanlar” anlamında tevvâbûn denir. Birkaç yıl geçmeden Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî de Kerbela’da parmağı olan birçok kişiyi öldürerek intikam aldı.
Kerbela katliamının herhangi bir mezhep ile ilişkilendirilmesi doğru değildir. Zira hadisenin vuku bulduğu dönemde henüz bugünkü mezhep yapıları oluşmamıştı.
Görülüyor ki Kerbela katliamının herhangi bir mezheple ilişkilendirilmesi doğru değildir. Zira hadisenin vuku bulduğu dönemde henüz bugünkü mezhep yapıları oluşmamıştı.
Kerbela’nın yıldönümlerinde yas törenleri icrası Hicrî IV. asırda Şiî bir hanedan olan Büveyhîlerden Muizzüddevle döneminde başladı. Bu gelenek o dönemden günümüze kadar devam etmektedir.
Zamanla Kerbela, muhalefetin sembolü haline geldi. Böylece olayın bu yönüyle ilgili geniş bir literatür oluştu. Ancak sonraki asırlarda -Hristiyanların Hz. İsa için ürettikleri anlayışa benzer şekilde- Hz. Hüseyin’in bile bile kendisini insanlık için feda etmek amacıyla Kerbela’ya gittiğine dair ifadelerin tarihî bir temeli yoktur.
Kerbela faciası Müslümanları birleştiren, zulme karşı ortak hareket etme kültürüne zemin hazırlaması gereken hüzün verici bir olay olduğu halde ne yazık ki günümüzde bazı kişi ya da gruplar tarafından ayrılık konusu yapılmaktadır. Ehl-i Sünnet’in Kerbela’dan sorumlu tutulması şeklindeki uç görüşler, gerçeği yansıtmadığı gibi Müslümanlar arasındaki görüş farklılıklarını derinleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Öte yandan bir taraftan Kerbela’ya ağıt yakarken, hemen her gün başta Suriye ve Irak olmak üzere İslâm dünyasının birçok yerinde meydana gelen Kerbelaları hatırlamamak ve bunlara karşı çıkmamak yaman bir çelişkidir. Hüseyin’in tarafında olmak, zulme karşı olmayı gerektirir. Günümüzün Hüseyinleri, zalim ve despot diktatörlerin ve onların müttefiklerinin saldırıları altında katledilen mazlumlardır.