Cemal Güzel / Anadolu Ajansı
Dün yedi yıl önce Mısır’da gerçekleşen askeri darbenin yıldönümüydü. Darbenin üzerinden geçen yıllar bize çok şey öğretti. Şüphesiz insan unutan bir varlık, ama ülkelerimiz ve yarınlarımız için unutmamamız gereken ve hatta aklımızdan çıkarırsak gelecek nesillere ihanet etmiş olacağımız olaylar vardır. Mısır’da yaşanan askeri darbe işte bu önemli olaylardan biri. Bu darbenin nasıl gerçekleştiği, darbeye giden süreç, darbeyi kimlerin nasıl hazırladığı ve demokrasinin nasıl ayaklar altına alındığı bizim asla unutmamamız gereken gerçekler olmalı.
Darbeye giden süreci hazırlayan birçok kişi bugün utanç içinde hayatlarına devam ediyor. Ancak bilmeliler ki onların isimlerini taşıyan gelecek nesiller de ömür boyu bu utancın gölgesinde yaşayacaklar. Bugün kudretli olduklarını sananlar, halkın bu darbenin hesabını sorduğu günleri de görecekler. 12 Eylül 1980’de Türkiye’de yönetime el koyanlar aradan 30 yıl geçse de yargı karşısına çıkıp ülkelerine ihanetin bedelini ödediler. 12 Eylül darbesinin genelkurmay başkanı ve daha sonra cumhurbaşkanı olan Kenan Evren’in adı ülkenin cadde ve sokaklarından silindi. Evren son yıllarını utanç içinde, itibarsız bir şekilde geçirdi.
Türkiye de yıllarca ordu içindeki ihanet şebekelerinin ve onların medya, ekonomi ve iş dünyasındaki destekçilerinin askeri darbelerine maruz kaldı. 27 Mayıs 1960’ta yapılan askeri darbenin ardından, ülkeye çağ atlatan, sanayiden tarıma, sağlıktan ulaşıma kadar birçok alanda yüzlerce büyük projeye imza atan Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edildi. Darbecilerin bu üç devlet adamını asmak için ileri sürdükleri gerekçeler tamamen uydurmaydı. Onlar ve medyadaki destekçileri bunun askeri bir darbe değil bir ihtilal olduğuna halkı inandırmaya çalıştı. Ama nafile; halk mazlum başbakan ve iki arkadaşı için yıllarca gözyaşı döktü. Bugün o darbeyi hazırlayanlar ve onların mirasçıları utanç içinde; isimlerini dahi saklıyorlar. Oysa merhum Başbakan Menderes’in kabri yıllar sonra İstanbul’un en merkezi yerine, Vatan caddesinin yanına, Topkapı mezarlığına defnedildi. Kaderin tecellisine bakın ki Vatan caddesini de yine merhum Başbakan Adnan Menderes yaptırmıştı.
En kötü demokrasi en iyi askeri darbeden iyidir. Bu prensibin ne demek olduğunu biz Türkler yaşadığımız iki darbe, iki askeri muhtıra ve bir darbe girişimiyle çok iyi anladık. Darbe Türkiye’ye ve Türk halkına onlarca yıl kaybettirdi. 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimine karşı halkın topyekûn karşı çıkmasındaki sebep de işte yaşadığımız bu tecrübelerdi.
Maalesef Mısır bugün bu tecrübeyi en can alıcı şekliyle yaşıyor. Tıpkı 1960’ta Türkiye’de olduğu gibi, ordu ve onu destekleyen antidemokratik çevreler bunun bir darbe değil halk devrimi olduğunu söylüyorlar. Bu apaçık bir yalandır ve Mısır’da demokrasi hâkim olduğunda gerçek çok iyi anlaşılacaktır.
Bunun bir askeri darbe olduğunu bütün çağdaş ülke halkları biliyor. Ancak bir darbe propaganda aracı olan ve dünyada hiçbir itibarı olmayan Mısır medyasının halkı kandırmaya çalışması anlamsız. Herkes gerçekleri apaçık görüyor. Uluslararası insan hakları örgütlerinin yayınladıkları raporlarda Mısır’da yaşananın askeri bir darbe olduğu kaydediliyor.
3 Temmuz darbesine giden süreci iyi analiz etmek gerekir. Şu çok açık ki darbe Mısır’da değil, ABD’de ve Avrupa başkentlerinde planlandı. Mısır’ın demokratik yöntemlerle seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin ve dolayısıyla Müslüman Kardeşler’in iktidardan uzaklaştırılmaları kararı, 2012’de Mursi’nin cumhurbaşkanı seçilmesinin hemen sonrasında alındı. Zira bu önlem alınmazsa bütün Arap ve Körfez ülkelerini sarsacak demokrasi rüzgarını kimse durduramazdı. Bunun için zemin hazırlanmalıydı ve bir iç muhalefete ihtiyaç vardı. Ulusal Kurtuluş Cephesi adıyla bir platform oluşturuldu. Cephe üç önemli isimden oluşuyordu. Mısır Halk Akımı Hareketi lideri Hamdin Sabbahi, Mübarek döneminin Dışişleri Bakanı Amr Musa ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed el-Baradey. Bu üç isme en büyük desteği Mısır zenginleri ve medyası veriyordu. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi sol gruplar da askeri darbe için yoğun destek veriyorlardı. 22 Kasım 2012’de başlayan protestoların tek hedefi vardı: Ne pahasına olursa olsun Mursi ve Müslüman Kardeşler teşkilatını yönetimden uzaklaştırmak. Halkın yüzde 51,73 oy vererek Mursi’yi seçmesi onlar için bir anlam ifade etmiyordu.
Ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi 8 Aralık 2012’de Ulusal Diyalog Toplantısı için çağrıda bulunduğunda, hepsi birden bu toplantıyı boykot ettiler. Aylarca devam ettirdikleri tansiyonu artırma projesi, nihayet 3 Temmuz 2013’te meyvesini verdi ve ordunun yönetime el koyduğunu açıklamasıyla sona erdi. Darbe gerçekleştirilmiş, bir yıl önce halkın yüzde 51,73 oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanı ve bakanları görevlerinden alınmış ve Mursi darbeyi kabul etmediğini açıklamıştı. Bunun üzerine gözaltına alınarak ev hapsine konuldu. Mısır halkı darbeyi protesto için sokaklara döküldü. Kahire’nin en büyük meydanlarında demokrasi nöbetleri başladı. Mısır ordusu halkın meydanları boşaltmasını ve evine dönmesini istiyordu. Ancak halk daha bir yıl dahi olmayan demokrasi tecrübesine sahip çıkıyor ve darbeyi reddediyordu. Maalesef bu demokrasi nöbetlerine hiçbir Batılı ülkeden destek gelmedi. Ve tarihler 16 Ağustos’u gösterdiğinde Mısır ordusu demokrasi savunucularının üzerine ateş açarak büyük bir katliama imza attı. Ölü sayısının 2 binin üzerinde olduğu söyleniyordu. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) resmi rakamların 930 olduğunu duyurdu. Burada önemli bir ayrıntıyı da hatırlatmakta fayda var: Mısır ordusu sivil halkın üzerine rastgele ateş açtığında yalnız değildi. Mısır’ın bazı seküler elitleri de ellerine silah alarak bu katliama ortaklık ettiler. Buna en iyi örnek sinema oyuncusu Tarık el-Mehdi’nin elinde silahıyla ateş açtığı o meşhur fotoğraftır.
Darbe gerçekleştiğinde en büyük alkış ABD, Avrupa, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İsrail’den geldi. Hepsi adeta derin bir nefes almışlardı. Demokrasi havariliklerine kısa bir ara vermişlerdi. Bu ülkelerin tamamı 15 Temmuz 2016’da Türkiye’de gerçekleşen darbeyi de desteklediler. Halk darbeye dur dediğinde ise hayal kırıklığı içinde günlerce sessiz kaldılar. Bugün aynı ülkeler Libya’da darbeci General Halife Hafter’i destekliyorlar.
Elbette bu 7 yıl bize çok şey öğretti. Bunlardan belki de en büyüğü, dünyaya demokrasi ve özgürlük nutukları atan Batı ülkelerinin, konu kendi çıkarları ve İsrail’in çıkarları olduğunda nasıl ilkesizliğe gömüldüklerini görmemizdir. Onların demokrasi savunuculuğuna soyunmalarının tamamen bir aldatmaca olduğunu bir kez daha, bu son 7 yılda net bir şekilde görmüş olduk.
Alacağımız en büyük ders, ne olursa olsun demokrasiye sahip çıkmak olmalıdır.