Mehmet Ödemiş / Açık Görüş
Tanrı'nın ruhundan makinedeki hayalete
Darwin'den önce Batı düşüncesine büyük etki ederek modern düşüncenin temellerini atan René Descartes (1596-1650), insan dışındaki tüm varlıkların makinevari şekilde mekanik bir işleyişe sahip olduğunu iddia ederek mekanizmi yeniden canlandırma yoluna gitmişti. Ondan yaklaşık iki bin yıl önce yaşayan Demokritos ise bu düşünceyi ileri sürenlerin başında geliyordu. Descartes görenin göz değil, ruh olduğunu fakat ruhun doğrudan göremediğini; bunu beyin aracılığıyla yaptığını savunuyordu. O "Ben var olduğumu biliyorum. Tek sorun 'ben' diye tanıdığım şeyin ne olduğu" derken ruh ile beden arasındaki ilişkiyi ve hangisinin benliğin temelini teşkil ettiğini anlamaya çalışıyordu. Descartes maddi olmayı, yayılımlı (uzamlı, hacimli) olmak şeklinde tanımlarken ruhu bundan istisna kılmakta ısrarcıydı. Tezinin nirengi noktasını "Zihinle beden arasında çok büyük bir fark vardır zira beden doğası gereği bölünebilirken zihin kesinlikle bölünemez." cümlesi teşkil ediyordu.
Descartes, hayvanları da mekanik evrene dahil etmiş ve onların canı yandığında çıkardığı sesin makine gıcırtısından ya da bir saatin çalmasından farkı bulunmadığını savunmuştu. Onun makine hayvanlar (animaux - machine) görüşü canlılara bakışı değiştirmiş, insan-doğa ilişkisinde yeni bir evrenin işaret fişeğini ateşlemişti. Descartes her ne kadar kendine özgü nedenlerle mekanik evreninden insanı istisna kılmışsa da onun açtığı çığır, gelecekte felsefesinin dayandığı en önemli fikir olan ruh-madde ayrımının tekzip edilmesine ve insanın ruhsuz varlıklar mesabesine indirgenerek larvadan hatta bitkiden farksız bir canlı olarak tanımlanmasına yol açacaktı. Peki Descartes, sonsuz kozmosu bir makine gibi tasavvur ederken neden insanı bunun dışında tutmuştu? Engizisyon korkusu, selefi ve çağdaşı pek çok düşün insanı gibi Fransız filozofu da etkilemiş miydi? Yoksa daha derinlerde felsefi gerekçeler mi vardı? Kuşkusuz Descartes'in insanı mekanik evrenin dışında bırakmasının en önemli saiki, insan aklına ve zihnine verdiği değerle ilgiliydi. Onun, insan zihnini bir makine olarak hayal etmesi düşünülemezdi çünkü insan zihni, bu nitelemeyi kabul etmeyecek denli üstün melekelere sahipti. Düşünce üretmek gibi zihnin üst seviye yetenekleri, Descartes için o kadar kritik bir nokta-i nazardı ki bu özelliğin mekanik bir şekilde gerçekleşmesi imkansızdı. "Düşünüyorum öyleyse varım." diyerek düşünceyi yani zihinsel faaliyeti ontolojisinin merkezine koyan bir filozoftan farklı bir hareket beklemek de beyhude idi. Descartes, bir makinenin düşünceleri başkasını aktarma ve muhakeme gibi üstü düzey yetenekleri asla yerine getiremeyeceğini düşünüyordu. Mekanik bir beyin nasıl olurdu da mikro alemden makro aleme sonsuz çeşitliliğe sahip bir düşünce ufkunda dolaşabilirdi. Ek olarak dinî hassasiyetlerinden vazgeçmeyen Descartes, makine insan (the human machine) teorisini ahlaken mümkün görmüyordu. Zira nedensellik zincirine bağlı ve tümüyle mekanik olarak meydana gelen davranışlar ile özgür iradenin arasını tezvic etmek, bugünkü kuantum olasılıklar dünyasında bile çok zordur. Bununla birlikte Descartes'in kitaplarının, ölümünden 13 yıl sonra 1663 yılında, Vatikan tarafından yasaklı kitaplar listesine alındığını da hatırlatmak gerekir. Zira ruhu tinsel bir töz şeklinde tarif etmeyerek mekanik kozmolojinin doğal ve sıradan bir cüzü şeklinde tahayyül etmek, 17. yüzyılda gereğinden fazla cesaret gerektirmekteydi. Onun çağında kilise hâlâ belirleyici bir otorite idi.
Ruh ve makine
Öte yandan insan ruhunun bu büyük makinenin parçası olamayacağı düşüncesinin altında Descartes'in sıkı bir şekilde bağlı olduğu Hristiyan akidesinin etkisinin bulunma ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Haddizatında insan, Tanrısal bir öz/töz taşıyan yegâne varlıktır. Aslında Descartes dışında Platon'dan İbn Sînâ'ya, Thomas Aquinas'tan Gottfried Leibniz'e kadar pek çok düşünür, insanı düalist eksende tarif etmiştir. İnsanın monist, natüralist ve metafizikten arındırılarak fiziğe indirgenmiş dominant yorumu düşünce tarihi açısından nevzuhur bir durumdur. İnsan cennetten düşüşünden (!) beridir ilk kez modern bilimsel paradigmayla birlikte ontolojik bir düşüşe maruz kalmaktadır. Felsefede sistematik şüpheciliği ve matematikçi kişiliği ile bilinen Descartes aynı zamanda hatırı sayılır bir indirgemeci idi. Descartes'in şüpheciliği, bilimsel bir metoda ve modern düşüncenin temel aksiyomlarına evrilirken asırlardır süren epistemolojik kriz son bulmuş böylece o, bir otoriteye dönüşmüştü. Bu iktidar/itibar, onun geleneksel düşünme yöntemlerine ve sayısız bilgiye dayalı muazzam bir müktesebata çizik atmasına izin verdi. Descartes'in göz ardı edilemez saygınlığı ve sonunda tebellür eden kudreti, Aristotelyen ruh anlayışının ilgasıyla da sonuçlandı. Bir düalist olmasına rağmen bilime kazandırdığı şüphecilik, indirgemecilik ve analitik yaklaşım metoduyla natüralist metodolojinin de temellerini attı.
İnsanın en önemli özelliği olarak gördüğü "düşünen ruh"un gayri maddi bir yapısı olduğunu savunan Descartes, bir anlamda Platonik düşünceyi aktüalize etmişti. Fakat düşünce tarihinde iz bırakan fizik ve metafiziksel boyutlu bu paradigmadan yaklaşık yarım asır sonra önce insan makineler dünyasına dahil edildi ardından onun tezi, küçümsenen "makinedeki hayalet" (ghost in the machine) ironisiyle sahneden reverans yaparak çekilmek zorunda kaldı. Descartes'in insan dışındaki tüm varlıkların mekanik bir yapıya sahip olduğunu iddia etmesi, 18. asırda yaşayan Fransız filozof De La Mettrie'yi (1709-1751) farklı bir yönde etkiledi. De La Mettrie, L'Homme Machine adlı ünlü eserinde indirgemeciliğin ve materyalizmin diplerini yoklarken Descartes'in aksine insanı da mekanizme dahil etti. Mettrie, akıl ve beynin aynı fiziksel varlığın iki farklı yönü olduğunu iddia ediyor ve beynin büyüklüğü ile zihinsel kapasite arasındaki paralelliğe dikkat çekiyordu.
Vücutsuz zihin fikri
Descartes'in insanı dışarıda bırakan indirgemeciliğinin ileri seviyesi, günümüzün önde gelen sinirbilimcilerden biri sayılan A. Damasio tarafından Descartes aleyhine kuramlaştırıldı. O, Descartes'ın Yanılgısı'nda zihin hastalıkları şeklinde adlandırdığımız hastalıkların gerçekte beyin-zihin ilişkisini açık bir şekilde tespit edememekten kaynaklanan kültürel bir alışkanlık olduğunu savundu. Damasio, hislerin sanıla geldiği gibi soyut olgulardan ibaret olmadığını, beyinde sinirsel dokularının bulunabileceğini iddia etti. Damasio'ya göre 20. yüzyılın ortalarında zihnin bir yazılım programına benzetilmesine de Kartezyen düşüncenin vücutsuz zihin fikri neden olmuştu.
Bu uzun mukaddimede özetlediğimiz üzere her ne kadar bugünkü indirgemeci ve parçacı modern düşünce, Hristiyanlık ile girdiği savaştan galip gelerek dinin boyunduruğundan kurtulmak suretiyle şekillenmiş gibi görünse de temel parametreleri paradoksal bir şekilde Kitab-ı Mukaddes'in felsefesiyle örtüşmektedir. Bu bozuma uğramış paralelliğin temel nedeni ise altta yatan örtük uzlaşıdır. Bunun en çarpıcı kanıtlarından birini, modern düşüncenin doğaya (dolayısıyla bir parçası olarak insana) hükmetmek ve onu sömürmekle ilgili yaklaşımında görmek mümkündür.
Bilgiyle kurulan fıtri bağ
İnsanın kendine kastı; onu hermenötik tahrife maruz bırakmak, ontolojik şerefinden arındırmak ve kozmostaki konumunu basitleştirmekle başladı. Bilgiyle kurulan fıtri bağ koparılınca epistemolojik nagant şakağa dayandı. Francis Bacon "Bilgi güçtür ya da iktidardır." diyerek doğadan daha fazla yararlanma adına ona yönelik her türlü tahribatın cevazını kuramlaştırırken ilhamını yine İncil'den almıştı.
"Tanrı, 'insanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım' dedi. 'Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.' Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan, Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsadı ve 'Verimli olun, çoğalın' dedi, 'Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun."
İnsanın doğaya yönelik bu iştihası ve hükmetme hırsı adeta bir bumerang gibi sonunda kendine yöneldi. Haddizatında kendisi varken insana başka düşman aramaya ne gerek vardı!