“Tanrı varsa, kötülük neden var?"

Mahmut Ay, teodise problemini incelerken sorunun ele alınma biçimine dair de hatırlatmalarda bulunuyor.

Mahmut Ay / Yeni Şafak

Allah varsa neden kötülük var? -I

“İnsan nedir?” sorusuna “Bir damla kan; yüz bin endişeden ibaret bir varlık (Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe)” diye cevap vermiş büyük şair Sa’dî Şirâzî. İnsan olmak, zor iş. “İnsan” olmanın farkına vararak yaşamaya çalışmak; hayata, ölüme, varlığa, yokluğa dair kafa yorarak, bunları -künhüne asla vâkıf olamayacağımızı bile bile- anlamaya ve sorgulamaya çalışmak, bu zorluğu daha da şiddetlendiriyor. Lâkin madem Hikmetli Kitap’ın buyruğuna göre (Ahzâb 33/72) insandır emaneti yüklenen; o halde çâr nâçâr yüklendiğimiz bu emanetin sorumluluğunu elimizden geldiğince yerine getirmek durumundayız. Madem Yüce Yaratıcı, bu varlık âlemine gelmemizi, varlığı hissedip varoluşu ve varlıkları temâşâ etmemizi murat etmiş, o halde bu temâşânın zevkini yaşamalı. Bu temâşâ, en az güzellikler ve mutluluklar kadar çile ve ıstıraplarla dolu; musibet ve belâlarla, yenilgi ve ihanetlerle çepeçevre kuşatılmış. Sanki insan, doğumundan ölümüne kadar kendi acziyetini, güçsüzlüğünü ve çaresizliğini; dert ve ıstıraplarını, en nihayet sonlu oluşunu, hayata vedaya her an bir adım daha yaklaştığını, yani an be an kendisinin dünya hayatı itibariyle “yokluğa giden yolculuğu”nu seyretmek üzere var olmuş. Evrenin, bir Yüce Kudret tarafından hikmetli bir sebebe binâen yaratılmış olduğuna tüm zerreleriyle inanan Müminler olarak asla pesimist/karamsar olamayız. Zira iman en büyük umuttur. Allah, umudun bir başka ifadesidir. Hem de sonsuz umudun… Ve bu umuttur; yaşadığımız dünyanın kirlerinin, ihanetlerinin, zulüm ve kötülüklerinin ortasında bize nefes aldıran.

Hayata ağlayarak başladık hepimiz. Var olduğumuzu ağlayarak anladık ve anlattık. Bu açıdan “Var olmak, ağlamaktır.” desek, yanlış olmaz herhâlde. Ve Reis Bey’e söylenen o muhteşem söz: “Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz.” Ağlamak, anlamaktır o hâlde. Ağladıkça anlıyoruz demek ki. Neyi? İnsan olduğumuzu, var olduğumuzu, düşündüğümüzü, hissettiğimizi. “Benim bildiğimi bilseydiniz; çok ağlar, az gülerdiniz.” buyuran İnsanlık Güzeli’ne (sav) sonsuz selâm olsun! Demek ki, bilgi ağlatır. Demek ki, çok bilen çok ağlar. Lâkin bu bilgi, Cenâb-ı Hakk’a, yani Cenâb-ı hakikate dair, varoluşa dair küllî bir bilgidir.

İnsanlık tarihini biraz incelediğimizde; bir taraftan savaşlar, katliamlar, işkenceler, zulümler görürüz; bir taraftan ihanetler, yalanlar ve iftiralar. Yaşadığımız çağ çok mu farklı? Çocukluğumda Afganistan’ın işgaline, oradaki Müslüman kardeşlerimizin çektiği sıkıntılara ağlardık. O bitti derken, Bosna’daki soykırıma tanıklık ettik. Orada masum kanlar aktıkça, bizim de gözyaşlarımız aktı. Yakın zamanda Irak’ta ve Suriye’de, Myanmar’da ve Doğu Türkistan’da en acı insanlık trajedilerini gördük. Ve nihayet bitmeyen çilemiz Filistin… Gazze’de bugün yaşanan zulüm, acı, ıstırap ve çileler, vicdandan zerrece nasiplenmiş insanların asla tahammül edemeyeceği türden.

Bireysel hayatımıza bakalım. En sevdiklerimizi birer birer kaybediyoruz. Bazen ansızın, bazen uzun süren bir hastalık sonunda… Çocukluğumuzdan itibaren az ya da çok, küçük ya da büyük pek çok sağlık sorunuyla boğuşuyoruz. Gençliğimizde mutlu ve sağlıklı bir hayat yaşamış olsak bile, yaşlanınca, insanın en önemli gündemini sağlık sorunları oluşturuyor. Her şey yolunda derken, beklenmedik bir aksilik, ansızın gelen bir kaza, hesapta olmayan bir sorun tüm planlarımızı alt üst ediveriyor; mutluluktan güller açan yüzümüzde, gözyaşları kendine yollar yapıyor; gözyaşı selleri, yüzümüzdeki mutluluk gülşenini târumâr ediveriyor.

Çocukken hayatı oyunlarımızdaki gibi basit ve kolay sanıp türlü hayaller kuruyoruz. Gençlik çağına geldiğimizde, hayatın “tatlı bir oyun” değil “acılarla dolu bir serüven” olduğunu fark ediyoruz. Yine de pes etmiyor, planlar kuruyor, hayaller inşa ediyoruz. Dünyadaki kötülükleri, adaletsizlik ve zulümleri önlemek için zihin dünyamızda nice devletler kuruyor, devletler yıkıyoruz. Daha mutlu olmak için evlilik hayalleri kuruyor, bizim eksikliklerimizi tamamlayacak, bize ömür boyu yâr olacak bir ruh eşi arıyoruz. Aynı yastıkta kocamayı ve aynı ufka omuz omuza, gönül gönüle bakabilmeyi hayal ediyoruz onunla. Kimimiz sevdiğimizle evlenememenin ıstırabını ömür boyu yaşıyoruz; kimimiz de nice hayallerle evleniyor ve bir de bakıyoruz ki fiziken en yakınımızda olan, ruhen en uzağımızda duruyor. Düşmanımızdan göremeyeceğimiz kötülükleri, hainlik ve ihanetleri ondan görüyoruz. Hele günümüzdeki boşanma süreçleri… Tam bir imtihan süreci. Üç kuruşluk bir mal mülk kapabilmek için akla hayale gelmeyen ahlâksızlık, ihanet ve iftiralarla yıkılıyoruz. Evliliğimiz iyi gitti diyelim; bu sefer çocuklarımızla imtihan oluyoruz. Kendimizden bir parça, canımızdan bir can bildiğimiz ve şefkatte kusur etmediğimiz evlatlarımızın ya türlü türlü acılarını görüyoruz ya da bize kötü davrandıklarına şahitlik ediyoruz. Biz onları çocukken gözümüzden ayırmazken, onlar bizi evlerinde görmek istemiyorlar.

Kimi karnını doyurmak için ailesini ve memleketini terk edip gurbet ellerde karın tokluğuna kul köle gibi çalışıyor; kimi ya ticaretinde en yakınının ihanetine uğrayarak ya da ekonomik sebeplerle iflas ediyor. Kimi de, kazandığı malı kaybetmemek için mecburen sağlığını ve ailesini feda ediyor.

Schopenhauervâri karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım, ama vâkıa o ki dünya bunların yaşandığı bir yer. Güzelliklerin fenalıklarla iç içe olduğu, mutlulukların ıstıraplara karıldığı, gülücüklerin gözyaşlarına karıştığı bir âlem.

Peki, öyleyse “Dünyada bu kadar kötülük varken, Allah nerede? Allah, bu kötülüklere neden engel olmuyor?” sorusu, hemen her insanın sorduğu bir sorudur. Bu soruyu, Mutlak Hikmet Sahibi bir Yaratıcı’ya inanan bir mümin olarak; aklımızın erdiği, kalbimizin eriştiği kadarıyla önümüzdeki haftalarda cevaplamaya çalışacağız inşallah.

II

Yaklaşık yirmi sene evveldi. Bir lisede din dersi öğretmeni iken, Alevî kökenli bir kız öğrencim vardı. Ateist olduğunu söylemişti bana. Bir gün teneffüste iken, kendisiyle sohbet ettim ve neden böyle bir karara vardığını sordum. Şöyle cevapladı: “Hocam, benim çok sevdiğim bir erkek arkadaşım vardı. Kendisiyle evlilik hayalleri kuruyorduk. Birbirimizi çok seviyorduk. Bir gün, trafik kazasında vefat etti. O günden beri Allah’a inanmıyorum. Çünkü var olsaydı, bana bunları yaşatmazdı, yaşatmamalıydı.” Kendisine söylediğim ilk cümle şu olmuştu: “Sen ateist değilsin. Yalnızca Rabb’ine küsmüşsün.”

Benzer şekilde üç sene evvel, çok sevdiğim bir yakınım, gayet severek oturduğu kiralık evde, bir yıl oturduktan sonra, ev sahibi tarafından çıkarıldı. Buna çok üzüldü ve önce namazı terk etti, sonra bir nevi ateist gibi yaşamaya başladı. Çünkü ona göre, Allah var idiyse, çok severek kiraladığı o evden onu çıkartmamalıydı. Kendisine şunu söylemiştim: “Allah, hâşâ bizim garsonumuz değil ki, her istediğimiz siparişimizi getirsin.” Sizler de, buna benzer bazı örnekleri çevrenizde görmüşsünüzdür. İnsanoğlu yaşadığı sıkıntılar karşısında iki farklı tavır benimsiyor. Ya Allah’a ve O’nun tarafından yazıldığına inandığı kaderine teslim oluyor, musibetlere maruz kalınca Rabb’ine bolca iltica edip daha çok yakınlaşıyor ya da “Şayet Allah var olsaydı, bana bunları yaşatmazdı/yaşatmamalıydı veya bana bunları yaşatan Allah’a inanmam.” deyip Allah’a küsüyor.

Geçen haftaki yazımızda da ifade ettiğimiz üzere, yaşadığımız hayat mutluluklar kadar acılarla da dolu. Her gün, yeni sıkıntılarla karşılaşıyor; yeni kötülüklere maruz kalıyor zavallı insan. Bu kötülükleri genel olarak ikiye ayırabiliriz: Doğal kötülükler ve ahlâkî kötülükler. Deprem, sel, yangın ve salgın birincisine; zulüm, işkence, haset ve iftira ikincisine örnektir.

“Tanrı varsa, kötülük neden var? Kötülükler, Tanrı’nın iyi ve âdil olmasıyla nasıl bağdaşır?” soruları, en eski düşünürlerden itibaren insanoğlunun zihnini meşgul eden en temel sorulardandır. Batı’da teizmin savunucularından Alman filozof Leibniz (ö. 1716) tarafından “Tanrı’nın adaleti” anlamına gelen “teodise” kavramının kullanılmasından sonra, bu konudaki tartışmaların ana başlığı olarak “teodise” kavramı benimsenmiş oldu. Müslüman feylesofların da hemen hepsi bu meseleyi ele almışlardır. Kelâm literatüründe ise bu konu, “şer”, “Allah’ın fiilleri” ve “ilâhî adâlet” gibi başlıklar altında incelenmiştir.

Günümüzün meşhur teistlerinden Richard Swinburne’ün ifade ettiği gibi kötülük problemi, ateistlerin teistlere karşı kullandığı en güçlü argümandır. Teizmin de cevaplamakta en çok zorlandığı sorundur. Bunun sebebi şu olsa gerektir: Ateizmin diğer argümanlarının hemen tamamı teoriktir. Ancak kötülük meselesi, pratiktir. Her insanın sık sık karşılaştığı, hatta dünyanın dört bir yanında her an hissedilen ve yaşanan bir olgudur.

Ateistler, bu meselede M. Ö. 270 yılında ölen Yunan filozof Epikuros’un şu dilemmasına sıkça atıf yaparlar: “Tanrı, şayet iyi bir varlıksa ve kötülüğü önlemek istiyor da, buna gücü yetmiyorsa; o zaman kadir-i mutlak değildir. Yok eğer kadir-i mutlak olduğu halde kötülüğü engellemek istemiyorsa, o zaman kendisi kötücül bir varlıktır. Şayet hem kadir-i mutlak ise, hem de kötülüğü önlemek istiyorsa; o halde kötülük niçin var?”

Öyle anlaşılıyor ki, bu insanlar önce “mutlak kötülük” diye bir şeyin olduğunu kabul ediyorlar. Sonra da, Allah’ın sıfatlarının “çok seven, çok bağışlayan, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan” gibi sıfatlardan ibaret olduğunu düşünüyorlar. Akabinde de, “Madem Allah, ‘iyi’ bir varlık ise; kötülüğe neden müsaade ediyor?” veya “Madem Allah her şeye kadir ise; kötülüğe neden engel olmuyor?” gibi soruları gündeme getiriyorlar. Zira onlara göre, “Allah iyi ve her şeye kadir bir varlık ise, kötülük olmamalıdır. Zira kötülüğün varlığı ile iyi bir Tanrı’nın varlığı aynı anda düşünülemez.” Anlaşıldığı kadarıyla mantıksal kıyasları şu şekildedir: “Tanrı ile kötülük bir arada olamaz. Kötülük vardır. O halde Tanrı yoktur.” Bir kıyasın neticesinin doğru olabilmesi için mukaddimelerinin/öncüllerinin doğru olması gerekir. Bu kıyastaki birinci mukaddime/öncül doğru değildir. Dolayısıyla varılan sonuç da doğru olamaz.

Âlemde kötülüğün varlığının Allah’ın varlığıyla çelişmediğine inanan bir mümin olarak bu meseleyi özetle şu şekilde ele alabiliriz:

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki; “iyi” ve “kötü” kavramları, ahlâk alanına ait olduklarından, bu kavramlardan bahsedebilmek için, ahlâkî bir temele/sisteme atıf yapmak zorundayız. Tanrısal bir otoriteyi referans almadan; mantıklı, sağlam ve nesnel bir ahlâkî temelden/sistemden bahsedilemez. Zira yaşadığımız bu fizik âlemin/tabiatın kendi kendini açıklayacak ve temellendirecek bir ahlâkî yapısı ve düzeni yoktur. Bu sebeple her düşünürün, kendine göre bir ahlâk anlayışı vardır. Bu da ahlâkta göreceliliği doğurmaktadır. Öyle olunca, Tanrı fikrine atıf yapmadan nesnel, genel-geçer bir ahlâk sisteminden söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla Tanrı yoksa, zamandan ve mekândan bağımsız olarak doğru kabul edilen ahlâkî önermelerin varlığı düşünülemeyeceğinden, “iyi” ve “kötü” kavramlarından da bahsetmek mümkün görünmemektedir. Şu halde Tanrı yoksa, mantıklı ve nesnel bir ahlâk da yoktur. Ahlâk yoksa, iyi ve kötü kavramlarından bahsetmek mümkün değildir. Netice itibariyle, Tanrı yoksa, iyi ve kötü kavramlarından bahsedilemez; o takdirde de bu konuda konuşmak anlamsızdır.

Yorum Analiz Haberleri

İşgalin destekçisi Almanya'nın ekonomisi nereye doğru gidiyor?
Hz. Adem'le Hz. Havva'nın çocukları arasındaki gülünç üstünlük iddiaları…
Bu çığırtkanların derdi Filistin değil, provokasyon!
Rejim değişikliği nasıl gerçekleştirildi?
Siyonist toplumda "sivil" var mı?