Tanımak tanımlamaktan başlar...

Taha Kılınç, bir mekana veya coğrafyaya verdiğimiz ismin çok farklı hususları hatırlattığına dikkat çekiyor.

Taha Kılınç / Yeni Şafak

İsimler

İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir-Abdullahiyan, Irak’ın Tahran’daki büyükelçisini bakanlığa çağırarak, bazı Iraklı üst düzey isimlerin “Arap Körfezi” şeklindeki ifadeleri sebebiyle uyardıklarını açıkladı. Irak’ın Basra kentinde devam etmekte olan “25’inci Arap Körfezi Kupası” için yayınladıkları mesajlarda, Irak Başbakanı Muhammed Şiya Sudânî ve Iraklı Şiî lider Muktedâ Sadr, söz konusu terimi kullanmıştı. İran, bölgesel ve uluslararası bütün platformlarda “Fars Körfezi” ibaresinin kullanılmasında ısrar ediyor.

Toplam kıyı uzunluğu 5 bin 117 kilometre olan körfezin bin 536 kilometresini İran kaplarken, karşısında Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman’dan oluşan bir Arap cephesi var. İran’ın “Fars Körfezi” ısrarına karşın, Araplar “Halîc el-Arabî” (Arap Körfezi) ibaresini tercih ediyor. Uluslararası literatür, akademik dünya ve medya platformlarında “Persian Gulf” (Fars Körfezi) kullanımı yerleşmiş durumda. BM ve diğer kurumların resmî dilinde de keza Fars Körfezi var.

Bu çekişmeli ve stratejik su kütlesini “Basra Körfezi” olarak isimlendiren tek ülke ise Türkiye. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Basra limanı bölgedeki en önemli nirengi noktası olduğundan, böyle bir tercih yapılmıştı. Bizim bugünkü mevcut alışkanlığımız da Osmanlı döneminden kalma. Tabii günümüzde Körfez’de Basra’nın dışında başka odak noktaları da artık oluştuğundan, belki kısmen güncelliğini yitirmiş bir kullanım, ancak Arap-Fars çekişmesine bir panzehir olarak düşünülebilecek bir alternatif yine de.

İslâm coğrafyasındaki isimlendirmeler bahsinde, iki noktada daha, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma alışkanlıklarımızı sürdürüyoruz, ülke ve millet olarak: Suriye’nin başkentine “Şam”, Kuzey Afrika’nın en batı ucundaki Mağrib’e “Fas” diyoruz. Bu hususta da dünyada tekiz.

“Bilâdüşşâm” (Şam Beldeleri) tabiri, tarihte bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün ve hatta Anadolu’nun bir kısmını (Antakya, Adana, Antep ve Urfa civarlarını) içine alan geniş bir mıntıkayı ifade ediyordu. Arap coğrafyacılar, bölgeyi Hicaz’ın konumuna göre isimlendirmişler, Mekke’nin solunda-kuzeyinde kalan kısma “Bilâdüşşâm” (Soldaki Beldeler), sağında-güneyinde kalan kısma da “Bilâdülyemân” (Sağdaki Beldeler) demişlerdi. Bilâdüşşâm’ın Batı literatüründeki adı Levant’tır (Güneşin doğduğu yer, Maşrik, Fransızcadan). Levant ibaresi zaman içinde bütün Doğu Akdeniz için kullanılmaya başlamış, Osmanlı İmparatorluğu’nun İzmir, Beyrut, İskenderiye gibi liman şehirlerine yerleşen yabancı nüfusa “Levantenler” denmiştir.

Suriye’nin başkentinin bugün Arapçada kullanılan ismi Dimaşk’tır. Dünyanın diğer dillerinde de bu kökten türetilen kelimeler tercih edilmiştir: Damascus (İngilizce), Damas (Fransızca), Damaskus (Almanca), Damasco (İtalyanca), Damasco (İspanyolca, Portekizce), Damask (Rusça), Damaskos (Yunanca), Dammesek (İbranice), Damashige (Çince), Damasukasu (Japonca), Damsyik (Malayca), Damishk (Hintçe)...

Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaygın olan Şâm-ı Şerîf ibaresini bugün “Şam” şeklinde hâlâ kullanmaya devam ediyoruz. Devasa bir bölgenin adını, bir şehre daraltmışız kısacası. Fas örneğinde ise tam tersi söz konusu:

Klâsik dönemde İslâm topraklarının en batı ucunda yer aldığı için Mağrib (kelime anlamı: Güneşin battığı yer) olarak adlandırılan Fas, günümüzde de Mağrib şeklinde bilinir. Dünya dillerinde aynı kökten kelimeler kullanılır: Morocco (İngilizce), Maroc (Fransızca), Marruecos (İspanyolca), Marokko (Almanca) vb…

Osmanlı’da Batılılaşma yönündeki eğilimlerin yoğunlaştığı II. Mahmud döneminde, sarığın yerine ikame edilen kırmızı keçeden mamul başlık, yoğun olarak Mağrib’den getirilmişti. Arapların “tarbûş” dediği bu başlığa, biz Mağrib’de üretildiği şehrin adını verdik: Fes. Bütün bölgenin adı da dilimize aynı şekilde yerleşti. Şam’daki usulümüzü tam tersine çevirerek, bu defa bir şehri kocaman bir ülkeye isim yapıverdik. Hâlâ da öyle biliyoruz, kullanmaya devam ediyoruz.

Bir şey daha aktararak bitireyim:

Bulgaristan taraflarında üretilen yeni bir peynir çeşidi, 1700’lerden itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da da yoğun biçimde tüketilmeye başlamıştı. Sarı renginden dolayı “kaşkaval” adı verilen bu peynir, İstanbul’a Yahudi tüccarlar eliyle geldi ve Hahambaşılığın “helâl” anlamına gelen “Kaşer” damgasını taşıdığı için, bu adla şöhret buldu. Evet, şu bizim kaşar peyniri.

Gördüğünüz gibi, isimler bahsi oldukça karışık, ama bir o kadar da keyifli.

Kültür Sanat Haberleri

Genç Birikim dergisinin Aralık 2024 sayısı çıktı
Vatanına dönerken yaşadıkları kadar ağır değildi yükü
“Made in Gaza: From Ground Zero” Savaş bölgesinde mahsur kalan film yapımcılarının sesi oluyor
Taksim Camii Filistin Kitap ve Kültür Günlerine ev sahipliği yapacak
Ümraniye Kitap Fuarı cumartesi günü başlıyor