İnsanoğluna, zamana, mekâna, bilgiye, kültüre, devlete, siyasete, teknolojiye ve bilumum eşyaya dair çabalamaya ve konuşmaya devam ediyoruz… Bütün gayretimiz her şeyi kendimize uydurmak ve görmek istediğimiz noktalara taşımaktır. Kimileri bunu belli yöntemlere göre usulüne uygun yaparken, kimileri ise dağınık, karmaşık ve önüne geldiği şekliyle yapmaya çalışır… Kimilerinin uğraşı netice verirken, kimilerinin ki ise tam bir eziyete, zahmete, kargaşaya ve hezimete dönüşür… Kimileri neyi niçin yaptığını bilirken, kimileri ise bilmediği halde öyle davranmaya çalışır… Kimileri için bu kendini bilmeye dönüşürken, kimileri içinse cehl-i mürekkep haliyle tam bir avuntuya dönüşür…
Bizler ise bugün her ne kadar ifade ettiğimiz karmaşa hali içerisinde olsak ta kendimizi doğru bir zemine taşımak için mücadele etmekle sorumluyuz. Yoksa bu avuntu halinden kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Onun için hayatla irtibatlı bütün meselelerde uyanık olmak, net olmak, tutarlı olmak, dolaysız olmak ve aynı zamanda metotlu olmak zorundayız. Eğer etrafımızda olup bitenlere dair zihnimiz berraklığını yitiriyorsa ve sağlıklı sonuçlar üretemiyorsak zehirlenme yaşıyoruz demektir. Bu da aklımızın istikametten çıkması anlamına gelir. Aklımızı istikamet üzerinde tutmak için özenle çalışmalıyız. Aksi takdirde kendimizi inşa edemeyiz. Nitekim kendini inşa etmeyi bilmeyenlerin başkalarını inşa etmeye kalkışmasının sonuçsuz kalacağı da açıktır. Şayet bilinç temelli bir inşa çabası içerisine gireceksek -ki müslümanın yeryüzündeki görevlerinden biri de budur- o halde bu minvalde yapacağımız şeyleri nasıl hayata geçireceğimizi iyi hesap etmek zorundayız.
Herhangi bir şeyi bir seferde ortaya çıkarmanın mümkün olmayacağını biliyoruz. Hele mesele bilinç temelli bir toplum inşa etmekse bu çok daha zor bir uğraş gerektirir. Onun için mutlak sonuçlara koşullanmak yerine aşamalı bir yol izlemek zorunda olduğumuzu bilmeliyiz. İzleyeceğimiz veya önereceğimiz yöntemler elbette belli noktalarda sübjektif bir nitelik taşır. Çünkü herkes kendi bilgi kapasitesi ve hayat tecrübesi oranında meselelere yaklaşım gösterir ve ona göre yorumlar. Biz de bu noktadan hareket etmek zorundayız.
Çabamızın başlangıç noktası önce “tanımak” olmalıdır diye düşünüyoruz. Kendimizi tanımak, tarihi tanımak, toplumu tanımak, siyaseti tanımak, kültürü tanımak, dünyayı tanımak… Kısacası bizle ilgili olan ne varsa ona dair sağlıklı bir tanıma faaliyeti içerisinde olmak zorundayız. Bu bir seferlik oldu-bitti bir süreci ifade etmiyor elbette. Hayatın içinden çıkan ve olgusal boyut kazanmış her yeni durum, yeniden tanımlanmayı ve yeniden tanınmayı gerektirir. Yani bireysel ve toplumsal değişimin ve gelişimin aşamalarını doğru bir şekilde gözlemlemek ve ona göre konumlanmak zorundayız. Aksi takdirde değişim denen gerçekliği gözden kaçırmış oluruz.
Kendimizi tanımaktan başlarsak; evvela kendimize dair gerçek bir özbilincin, özdisiplinin ve özeleştirinin imkânlarını ortaya çıkarmak zorundayız.Bunları farkındalık, kontrol ve muhasebe şeklinde de formüle edebiliriz. Yani bizi tarif etmeyen ve ayıklamadan zihnimize doldurduğumuz; onlarca malumatın, telkinlerin ve prosedürlerin inşa ettiği düşünce ve eylem biçiminden uzaklaşmak durumunda olmak. Aynı şekilde bu bağlamda mümeyyiz bir akla sahip olmak ve bunu sürekli bir şekilde muhafaza etmekle yükümlüyüz. Çünkü insanoğlunun kaybetmemesi gereken en değerli şeyi ifade eder mümeyyizlik. Şayet insanı temyizden mahrum bir pozisyona sokarsak hiçbir meseleyi sağlıklı bir şekilde ele almamız mümkün değildir. Unutmamamız gerekir ki aklımızı analitik düzlemden uzaklaştırdığımız anda bizi çepeçevre kuşatan sayısız duruma, verili gündemlere, zımni ve aşikâr tahakkümlere karşı direnmek mümkün olmayacaktır. Direnmenin imkânları tükendiği anda da teslimiyet kaçınılmazdır. Bu da bizi kendimiz olmaktan çıkaracak ve etkiye açık güdümlü nesnelere dönüştürecektir.
Buna paralel olarak içinde bulunduğumuz varlık alanı üzerinde gezinmenin boyutlarını da iyi hesap etmek zorundayız. Çünkü içinde bulunduğumuz hayatın boyutlarını (sosyo-politik-ekonomik) bilirsek, kendimizin de bu boyutlar içinde ne kadar yer işgal ettiğinin farkında olacağız. Dolayısıyla bu farkındalık durumu bizi daha gerçekçi davranmaya itecektir. Nitekim eşyanın tabiatına göre davranmak hikmetten sayılır. Fakat haklı olarak denilebilir ki,insan olmamız hasebiyle sosyal bir boyutumuz var. İrademiz dışında içine doğmuş olduğumuz sosyal ortamın etkilerini geçirdiğimiz evrelerle(aile, toplum ve devletin çizdiği sınırlar; önerdiği, yönelttiği süreçler) zoraki olarak üzerimizde hissederiz. Bu çoğu zaman bir kader görüntüsü içerisinde aşılmaz,kaçınılmaz ve dayanılmaz bir hal alır. Öyle ki bundan başka bir yol olmadığına koşullanırız ve mevcut durumumuzu kabullenmeye razı oluruz. Belki de bunu mutlak gerçeklik olarak kabul ederiz. Bundan dolayı da idealize ettiğimiz şekliyle arı duru bir bilinci inşa etmek çok zordur.
Bunun çok zor olduğu aşikâr. Kabul etmek gerekirse insanoğlunun tarih boyunca iç içe geçirdiği insansı tahayyüllerin, tasarımların ve tahakkümlerin etkisini kırmak zordur. Fakat imkânsız değildir. Çünkü insandan bahsediyoruz ve insan da belirli bir kapasitesi, düşünme biçimi, ihtiyaçları ve sınırları olan bir varlıktır. Yani mücadele ettiğimiz ve aşmak istediğimiz varlık bir tanrı değil, bizim gibi bir insan. Dolayısıyla insanı (kurduğu sistemleri) tanımak; onun dününü, bugününü ve yarınını hangi sınırlar dâhilinde ve hangi yöntemlerle inşa ettiğini, bizle ilgili kesişim ve ayrım noktalarını bilmek o girift düğümleri açmak anlamına gelecektir. Fakat bu tek başına bireysel bir çabayla üstesinden gelinebilecek bir şey değildir. Zira bugün olduğu gibi dün de güce tapınan, insana vaziyet eden zoraki düzen inşa etme kavgası kolektif bir mücadeleyle sürdürülüyordu. Bütün insanlık tarihi buna şahittir. Bu bağlamda dün gücün, zorbalığın ve tahakkümün sembolü olan Firavunlar sadece kendilerinden müteşekkil değildiler. Onlar bir sistemi, bir zihniyeti, bir birlikteliği temsil ediyordular.
O halde bugün zorba çetelere karşı yeryüzünün ıslahı için ortaya koyacağımız bütün çabalar da kolektif olmak zorundadır. Yani ıslaha yönelik bir bilinç inşa etmek istiyorsak bu, kolektif bir çabayı zorunlu kılmaktadır. Zira tekli bir konumda ufkumuz ne kadar açık olsa da bazı meseleleri algılamada ve muhakeme etmede zorlanacağımız kesindir. Çünkü zihnimizin sensörleri bazı noktaları ıskalayabilir. Bu da bireysel rasyonelliğin kısmi körlüğünü ya da yetersizliğini ifade eder. Kaldı ki okumanın, yaşamanın, tecrübe etmenin, doğrulanmanın, yanlışlanmanın boyutları genişledikçe insan da o derece yetkinliğe ulaşır. Onun için gerek dünün aklından, gerekse de bugünün aklından istifade etmeyi bilmeliyiz. Bunu derken de başta ifade etmiş olduğumuz (doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü ayırt eden) mümeyyizlik düzleminden uzaklaşmadan yapmalıyız.
Bugün yeryüzüne hükmeden ve dünyayı baştan sona ifsada sürükleyen egemen güçlerin belirli güç birlikleri kurarak örgütlü bir şekilde ve metodik bir düzlemde var olma çabası içerisinde olduklarını biliyoruz. Buna mukabil yeryüzü mazlumları ise darmadağın bir vaziyette ve zalimlere mukavemet etmekten çok uzaktırlar. Oysaki yeryüzü mazlumları ortak bir bilinçle ve ortak eylem halinde hareket etmeye başladıkları an bambaşka bir dengenin ortaya çıkacağı kesindir. Fakat kitlelerin etkiye açık, dağınık, hantal ve sistemik olmayan durumları-yönelimleri kolektif bir bilincin ve eylemselliğin çabucak ortaya çıkmasına olanak sağlamamaktadır. Bu da kitlesel bilinci örgütlemenin ne kadar zor ve uzun soluklu bir uğraş olduğu hakikatini göstermektedir. Bugün insanlığın bir dengesizlik ikliminde (siyasal-sosyal-ekonomik koşulların eşitsizliği) deveran ettiğini gören bilinçli her insan bu gidişata dur demek zorundadır. Bu itirazı örgütlemek, ortak kaygıya dönüştürmek, kolektif bir bilincin ve kolektif bir eylemselliğin imkânlarını var etmek üzerimize vazifedir…