İlerde bu dönemin tarihini yazacak olanlar, gündelik detaylardan sıyrılarak baktıklarında, çatışma ve ölümlerin belirlediği bir kargaşa ortamından ziyade, adım adım giden bir 'genel sağduyunun' varlığına işaret edecekler.
Değişik ve farklı olanın bu ortak sağduyu zemini olduğunu vurgulama ihtiyacı duyacak ve bunun nasıl gerçekleşebildiğini anlamaya çalışacaklar. Muhtemelen yanıt yirmi yıl öncesine kadar gidecek, küresel post-modern durumun ürettiği yeni kimlikleşme hareketlerini ve bu devinimin demokrat zihniyetle karşılaşmasını konu edecek. Öte yandan aktörler üzerinden yapılan analizler, günümüz liderlerinden övgüyle bahsetmeye eğilim gösterecekler. En az övgü alacak olan Kılıçdaroğlu için bile, referansını kaybetmiş çırpınmaları nedeniyle olumlu birkaç satır bulunacak. Ama Bahçeli'ye birkaç sayfanın ayrılması kimseyi şaşırtmamalı. Bütün milliyetçi katılığına karşın, ülkücü hareketi sokaktan çeken, darbeciliğe net bir mesafe alan, sadece partili bir Ergenekoncuyu siyasete taşımakla yetinen ve boykot krizinde Parlamento'ya sahip çıkarak uzlaşmacı bir tutum alan bu parti için 'iyi ki varmış' diyenler çoğunlukta olacak.
Ama muhakkak ki aslan payı iki kişiye verilecek: Erdoğan ve Öcalan... Bu kişilerin ilerde nasıl algılanacaklarını takdir edebilmek için 'var olmasalar ne olurdu?' diye bakmak lazım. Her ikisi de büyük sosyolojik dinamiklerin siyasete tahvil edildiği noktada ortaya çıkan ve kendi yaşam süreçlerinde olgunlaşma anlamında büyük gelişme kaydeden bu iki insanın, Türkiye'nin geleceğinde söz sahibi olmaları boşuna değil. Her iki taraftan birçok kişi bu karşılaştırmadan ve benzetmeden hazzetmeyecektir. Bu ülkede siyaset hep ayrımcı ve ayrıştırmacı bir dile sahip oldu ve seçmeni bir tür taraftar haline getirmeyi hedefledi. Medya ise aktörleşme uğruna belirli bir tarafın sesi olmayı tercih ederek, nesnelliğin gerektirdiği ahlaki zeminden kolayca uzaklaşabildi.
Kendi değişimini olumlu bir nitelik olarak öne sürerken, 'karşı kampın' değişimini görmeyi reddeden bu tutumun aslında geçmişe hapsolmak anlamına geldiği anlaşılmadı. Nitekim Öcalan'ı 'bölücübaşı' olarak adlandıranlar, PKK'nın yıllardan beri bölücü bir talebi seslendirmediğini teslim etmekte zorlandılar. 'Türk' kimliğini taşımakla yükümlü olan siyaset, Kürtlerin ayrılmak değil eşit olmak isteğini karşılamayı bilmediği için, onları hâlâ ayrılıkçı olarak görmeye ve sunmaya devam etti. Bu psikolojik açıdan engelleyici ortamda, AKP kendi siyasi zihniyetini zorlayan ve bunu kendi kültürel kodlarında arayan bir reform sürecine imza attı. İslami kesimde yaşanan sosyal ve zihni dönüşümün AKP sayesinde yarını taşıyan bir güç olarak cisimleşmesi bir talih...
Ama eğer Kürt meselesinin barışçı çözümünden söz ediyorsak, bugün Öcalan'ın geldiği noktanın, yaşadığı olgunlaşmanın ve halen hayatta olmasının da bir 'talih' olduğunu fark etmekte yarar var. Çünkü Öcalan da aynen Erdoğan gibi, gelecek ufku olan, bu ufku taşıma gücü ve temsil yeteneğiyle siyasi sorumluluk alan ve toplumun zihni kanallarını açan biri. Erdoğan'ın devleti sahiplenerek dönüştüren siyaseti, bugün Kürt meselesini sivil muhataplar arasında bir müzakere sürecine getirdi ve belki ilk kez bir karşılıklı güven ortamının zeminini oluşturdu. 'Konuşma kültürünün' ürettiği adımlardan biri, Öcalan tarafından açıklanan ama muhtemelen bu şekilde açıklanmasının hükümetçe de desteklendiği 'barış konseyi' ve 'anayasa konseyi' önermeleri... Bunların gerçekçiliği hakkında bir nebze kuşkulu olmak doğal. Çünkü AKP'nin konuyu Meclis dışına çıkarmaya ne denli niyetli davranacağı, bu konseylerin belirsiz konum ve gücünün ne tür sürtüşmelere neden olacağı ucu açık sorular.
Öte yandan Öcalan'ın açıklamasında, çözüm için iyimser olma açısından çok önemli iki nokta var. Birincisi 'protokol' üzerine söylenenler: Öcalan'a göre devletle yapılan 'protokoller' içerik saptayan anlaşmalar değil. Bunlar kurucu bir yöntemin kurumsal çerçevesini belirleyen ve ilerleme için zihni bir yol haritası sağlayan metinler. Karşılıklı güvene imkân tanıyan bir çözüm üretme zemini... Öcalan'ın vurguladığı ikinci kavram 'mutabakat': BDP, genel Kürt meselesinin çözümünün ötesinde kendi siyasi taleplerini zamana yayarak hayata geçirecek bir mutabakatı hükümetle yapması için teşvik ediliyor. Böylece BDP Öcalan dışında bir siyasi aktör olarak 'adresleştirilirken', parti bugünkü siyasi tıkanıklıktan kurtarılıyor.
Öcalan'ın protokol ve mutabakat konusunda söylediklerini birlikte ele aldığımızda, Kürt siyasetinin kendi içinde uyumlu bir çoğullaşmaya götürülmek istendiğini ve bu sayede müzakere sürecinin çok daha esneklik kazanabileceğini öngörebiliriz. Ama daha önemlisi Öcalan'ın geleceği taşıma sorumluluğunu alarak ucu açık bir konuşmayı desteklemesi, bir anlamda çoğulcu bir Türkiye'nin parçası olmayı içselleştirmesidir. Üstelik bütün bunları söylerken kendi 'durumundan' söz etmeyen ve bunu BDP'ye ima etmeyen bir Öcalan'la karşı karşıyayız.
İlerde bugünün tarihini yazanların birçoğu, sağduyunun siyasete girmesini açıklamakta zorlanabilirler... Ama talihin çözümlemesinin toplumu anlamaktan geçtiğini bilenler pek de şaşırmayacak.
ZAMAN