Müslümanların yaşadıkları ve kendilerini ilgilendiren yakın ve uzak ortamın kültürel kodlarını; sosyal, siyasi, ekonomik yapı ve dengelerini takip etmeleri ve buna göre fıkıh geliştirmeleri kaçınılmazdır. Bunu Kur’an’dan ve Siret bilgisinden öğreniyoruz. Kur’an’daki “Rum” ve “ilaf” konularına yönelik işaretler bunlardan sedece ikisi.
Müslümanların şu anda bütünsel kimliklerinin özgür olduğu, taklit ve taassup girdabını aşıp yönetimde, pazarda ve eğitimde vahyi ölçüleri önceleyen bir iktidarları yok. İran gibi, Gazze gibi diyarlarda ise parça doğrulara rağmen eklektisizm aşılabilmiş değil. Tarihi süreç içinde çöken tevhid ve adalet eksenli yaşamsal boşluklarımızı, çağdaş ulusal totalitarizm veya küresel kapitalizm doldurmuş ve kuşatmış durumda.
Türkiye’de 12 Eylül 2010’da 90 yıla yakındır yaşadığımız ulusalcı ve Kemalist vesayet sisteminin totaliter merkezi yapısının geriletilmesi için kısmî bir anayasa referandumu yapıldı. Türkiye’deki vesayetten kurtulma eğilimine ise, ancak oylamaya katılanların %58’i onay verdi. 12 Haziran’da ise Türkiye’de bir genel seçim yapılacak. Seçime katılan partiler ve adaylar arasında yerel ve küresel sistemi tasfiye etmeye dönük “yeni bir hayat hamlesi” taşıyan hiçbir belirti yok. Seçim sath-ı mailine girilirken üslup adapsızlıkları dışında en büyük çekişme, ülkeyi kapitalist doğrultuda kalkındırabilecek projeler veya Türk ve Kürt ulusal kimliklerini istismarı doğrultusunda yaşanmaktadır.
Bu süreçte İslami temalar taşıdığı imajı ön planda tutulan iki parti var: SP ve HAS Parti. SP kadroları “Milli Görüş”ü “Milletin Görüşü” söylemine çekerken, Kur’ani bir kavramı, üretilmiş seküler temelli “nation” olgusu lehine nasıl da tahrif ettiklerinin farkında bile değiller. Oysa rehber olarak gördükleri Necmettin Erbakan, vefatı sonrasında da geriye hal diliyle iki önemli mesaj bırakmıştı: Birincisi, cenazede resmi devlet töreni istenmemişti. İkincisi, tabutun üzerine laikliğin de teminatı olan ulusal bayrak yerine Kur’an ayeti yazılı bir örtü kapatılmıştı. Bu işaret, onları “milli görüş”ten “İslami görüş” söylemine yöneltmeliydi; ama demek ki geride bu stratejik yenilenmeyi gerçekleştirebilecek müteşessibler yoktu. “Harun” ve “Karun” vurguları içinde başka bir dünya hülyasıyla şekillenen, ama kamuoyuna dönük ilk icraatını Kemalizmin mabedinde ulusalcıların reisine tazimde bulunarak gerçekleştiren HAS Parti ise, AK Parti’nin kalkınmacı projelerine sadece dürüstlük sosu sürme iddiasında.
Müslüman bir köle veya memur-işçi-tâcir, anlaşmalı olarak elde ettiği imkan veya ücretin karşılığını hak ve adalet kıstasları içinde yerine getirmelidir. Ve bu işlemlerinde gücü yettiği kadarıyla münkerden kaçınmalıdır. Tabanında İslami temalara önem veren ağırlıklı bir kitle olmasına rağmen AK Parti ise İslamcı olmadığını ilan ederek Türkiye sistemini yönetmeye talip olmuş bir kuruluştur. İslamcılık gömleğini çıkartmış, laik ve muhafazakar-demokrat bir kimliğe bürünmüş oldukları için bu taleplerinin İslami boyutunu tartışmaya mahal yoktur. Bu bağlamda AK Parti’yi yerel ve küresel sistem içinde hizmet üretmek isteyen anlaşmalı bir vakıa olarak ele alabiliriz. AK Parti, Kemalist sistem içinde halka ve Türkiye’ye hizmet konusunda Cumhuriyet dönemlerinin en başarılı partisi olmuştur. Türkiye’yi 90 yıllık tarihi içinde çevrenin/halkın hukukunu ve imkanlarını en fazla gözeten ve geliştiren bu başarının öne çıkan iki muharrik gücü vardır: Birincisi, partinin dayandığı kitlelerin ezilmişlik duygusunu aşma azmi. İkincisi, oyu alınan kitlelerin taşıdığı İslami temalarla çatışmama hali. Bu boyutuyla SP ve HAS Parti, hatta BP kadroları da benzer eğilimdedir.
AK Parti’nin hizmet anlaşması halka verdiği taahhütlerle oluşmaktadır. Bu taahhütler, Türkiye’deki askeri vesayeti, ideolojik yargıyı, çeteci oluşumları geriletmek; bu konularda başarılı olunabildiğinde de Kürt sorunundan başörtüsü yasağına kadar fıtri, fikri ve dini hakların önünü açmak ve toplumsal geliri kitle düzeyine yaymaktır. Oy versin veya vermesin askeri vesayetin, ideolojik yargının, asker ve sivil çeteci oluşumların geriletilmesi bütün Müslümanların da isteğidir. Tüm ikircikli ve uzlaşmacı tutumuna rağmen AK Parti’yi iktidardaki 10. yılına taşıyacak olan halk desteğinin azalmaması da, sistemin totaliter yapıdan daha özgürlükçü bir yapıya dönüştürüldüğünü göstermektedir. Bu süreç ile çevre isteklerini gündeme taşıyabilecek, haberleşme ve yayın özgürlüğü büyüyecek, muhalifler ise örgütlenme kolaylığına kavuşabilecektir.
Lakin bu olumlu kazanımlar, iktidardaki AK Parti’yi “münker” ile kol kola yürümekten uzaklaştırmıyor. Bilindiği gibi TÜSİAD’ın hazırlattığı ve tüm değiştirilemez maddeleri kaldırmaya dönük anayasa taslağına, Ergenekoncu yapılanma kadar, önde gelen bazı AK Parti yetkilileri de karşı çıktı. AK Parti Hükümeti ve belediyeleri kendi mekanlarında ve Cumhuriyet törenlerinde ulusal değerlere ve ulusalcıların reisine tazimde bulunmak konusunda HAS Parti’nin Anıtkabir heyetinden geri kalmıyor; hatta bu sığınmacılığı daha da abartıyorlar. Daha da kötüsü bu uzlaşmacı tutumlarını İslami temaları önemseyen kendi tabanlarına dayatıyorlar ve aidiyetlerini deforme ediyorlar. Ayrıca kitlelere hiçbir adil ve alternatif ölçü göstermeden “Muasır medeniyetler seviyesine” ulaştırma, mega projeler, ülkenin dört bir yerine yaygınlaştırılan AVM açılışları, liberal söylemi taçlandırma tutum ve tutkusu dindarlıktan muhafazakarlığa indirgenen kimlikleri daha da çözüyor, modernizme veya post-modernizme yeni sayfalar açıyor.
1970’li yılların ortalarından bu yana oy verip vermeme müzakeresi, İslami kesimde ciddi bir metod tartışmasına evrildi. Bu tâli tartışma iki taraf için de geçmişteki ve modern cahili sistemlerin tümünü gözetmeyen ve onların kuşatması altında kendi özgürlük alanlarımızı oluşturmak için yeniden inşa ve ıslah projesini öncelemeyen kısır bir çekişmeye dönüştü. Oysa kuşatıldığımız ulusal ve küresel sistemin zorunlulukları içinde “daha kötü”ye nispetle “daha az kötü”yü seçmek bahsi, fıkıh usulünde de yer alan bir konudur. Zaten kuşatılan hayatımızda işimizden okulumuza, askerlikten banka muamelelerine kadar “daha az kötü”yü gözeterek, aslında birçok seçimde bulunuyoruz.
Ana seçimimizi ise evrensel doğruları taşıyan Allah’ın Kitab’ı ile bütünleşerek ve vahyi doğruları taşıyanların birlikteliğini modelleştirme çabalarını önceleyerek yapmalıyız. Ama mücadele vereceğimiz alan ve imkânları değerlendirmemiz de hayati bir değer taşımaktadır. Bizi zincirleri ile kuşatan ulusal ve küresel sistemin varlığını ve araçlarını vahyi sınırlar çerçevesinde dikkate almayan bir anlayış Muhammedi Sünnet’e uymaz.
Hayattaki seçimlerimiz içtihadi temele dayanmalıdır. İlkelerimizin maslahatı ise vazgeçilemez olmalıdır. Gün olarak takvimdeki her “12” aynı değildir. 12 Eylül’de despotizmin geriletilmesinden önemli bir kazanım elde edildi. 12 Haziran ise bu kazanımı henüz Müslümanlar açısından daha ileriye taşıyacak bir emare göstermemektedir.