13 Kasım günü Taksim İstiklal Caddesi'ne bombalı saldırı düzenleyen Suriye uyruklu Ahlam Elbashir ve diğer suç ortağı kişilerin yakalanarak sorgulanmaları neticesinde ‘PKK bağlantılı’ olduklarının İçişleri Bakanı tarafından bizzat dillendirilmesi; zaten gündemde olan Suriye’nin Kuzeyine operasyon ihtimalini daha da güçlendirdi. Nitekim, 20 Kasım Pazar gecesi Suriye ve Irak’ın birçok bölgesine eş zamanlı olarak hava harekatı düzenlendi.
Taksim saldırısı sonrasından failin eşgalinden hareketle PKK bağlantısından, PKK’nin sivil saldırıları düzenlemeyeceğine; bu operasyonun seçim kaygısıyla yapıldığına kadar farklı görüş ve yaklaşımlar ifade edildi. İşin belki de en ilginç tarafı Batı medyasının öncülük ettiği “PKK’yi temize çıkarma” çabasına Türkiye’den de özellikle sol/seküler/Kemalist cenahtan hatırı sayılır bir desteğin gelmiş olmasıydı. Yabancı düşmanlığı ve Ak Parti karşıtlığından beslenen bu motivasyonun tescilli bir terör örgütünü savunacak düzeye varmış olması, ayrıca altı çizilmesi gereken önemli bir husustur.
Esasında, saldırganın örgüt bağlantısı üzerinden yapılan değerlendirmelerin spekülasyondan öte bir karşılığı ve anlamı yok. Tekil hadiseler üzerinden yapılan yorum ve değerlendirmeler bazen resmin bütününü görmeyi engelliyor. Resmin bütünü şudur: Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde PYD öncülüğünde gerçekleştirilecek bir oluşuma asla razı olmayacak ve müsamaha göstermeyecek. Nitekim, Taksim saldırısından önce de Suriye’nin kuzeyine defalarca operasyon düzenlendi ve muhtemelen bundan sonra da bu operasyonlar artarak devam edecek. Ortaya çıkan mevcut tablo ve fasid denklem bu sonucu kaçınılmaz kılıyor.
Hatırlayınız, 2011 yılında Der’a da başlayan ve kısa sürede tüm Suriye sathına yayılan “daha insanca yaşama taleplerine” karşı Baas rejiminin şiddetle ve silahla mukabelede bulunması işleri çığırından çıkarttı. 2014 yılına gelindiğinde Suriye topraklarının üçte ikisinden fazlası muhaliflerin kontrolüne geçmişti. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Suriye’nin kuzeyinde de rejimin kontrol ve denetimi imkansız hale gelmişti. İran’ın bölge koordinatörü Kasım Süleymani ve Baas rejimi danışıklı bir şekilde bölgeyi PKK’ye teslim ettiler. Bu hamleyle hem muhalefeti bölmek hem de Türkiye’yi daha büyük bir sorunla baş başa bırakmayı hedefledikleri gün gibi aşikardı. Gerçekten de bu şeytani plan işe yaramış, PYD muhaliflerle bağını kopararak Suriye rejimiyle işbirliği yapmaya başlamıştı. “Rojava kantonlarının” kısa ve öz hikayesi budur. Akabinde de PKK, Türkiye’nin bir çok ilinde “öz yönetim” ilan ederek hendek olaylarını başlattı.
İran’da İran rejimiyle, Irak’ta Haşd-i şa’bi ile ve Suriye’de Baas rejimiyle işbirliği yapan PKK’nin bölgede bir çok cephede Türkiye’ye karşı açtığı savaş ve üstlendiği misyon net, dolayımsız ve açıktır. Halihazırda her iki taraf bu savaşın gereğini yerine getiriyor.
PYD, muhaliflerin bulunduğu masayı terk ettiği gün belki de farkında olarak fasid denklemin bu şekilde kurulmasına payanda oldu. Oysa, on yıllarca Baas rejiminin zulmüne maruz kalan Kürtlerin en ön sırada devrimcilerin yanında saf tutması beklenirdi. Suriye devrimini akamete uğratmak ve Türkiye karşıtı bir pozisyon hiçbir şekilde Suriye Kürtlerinin çıkarına değildi. Gelinen noktada muhalifler devrim imkanlarını kaybettiler. Baas rejimi yıkılmadı belki ama Suriye’yi yönetme meşruiyetlerini ilanihaye yitirdi. PYD ise bir yandan PKK bağlantısını koruyarak bir yandan da ABD’nin şemsiyesi altına sığınarak varlığını devam ettirmenin hal çarelerini arıyor.
ABD’nin PYD ile kurduğu ilişki dikkate değerdir. Irak’ı böldükten sonra yeniden inşa programı çerçevesinde yaptığı milyarlarca dolarlık masraf hiçbir işe yaramadığı gibi Irak üzerinde hiçbir denetimi ve belirleyiciliği de kalmadı. Bilakis Irak, bölgede ABD’nin en büyük muarızı durumundaki İran’ın güdümüne girdi. ABD’nin Irak halkına vaat ettiği demokrasi, özgürlük ve daha iyi bir yaşam gibi koşulların hiçbiri gerçekleşmedi.
Belki de Batı’nın esas ajandası budur: bölge ülkelerini dini, etnik ve mezhebi temelde bölmek. Lübnan’da denenen senaryo Irak’ta da uygulandı. Şimdi sırada Suriye var. Dikkat edin Lübnan’da da, Irak’ta da siyasi ve sosyal istikrar sağlanamadığı gibi halkın huzur ve güven içerisinde bir arada yaşama yaşansı da kalmamış. Kaos ve kargaşa ortamı içerisinde dini, etnik ve mezhebi unsurlar sadece biri birleriyle değil kendi aralarında da kavgalı duruma gelmiş. Bu anlamda Suriye’de ortaya çıkan tablo daha çetrefilli ve daha karmaşıktır. İki emperyal güç olan ABD ve Rusya sahada farklı ajandalarla hareket ederken İran ve Türkiye gibi bölgesel iki gücün aynı sahada farklı ve biri birleriyle çakışan çıkarlara sahip olması denklemi büsbütün içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Etnik ve dini meseleler insanların hassas olduğu konuların başında gelir. IŞİD’in Kobani saldırısının Kürt sosyolojisi üzerinde nasıl bir infial uyandırdığını biliyoruz. Dolayısıyla terör gerekçesiyle de olsa Suriye’ye de gerçekleştirilecek operasyonların ırkçı ve şoven söylemlerden arındırılarak hassasiyetle ve belli dengeler gözetilerek yapılması gerekiyor.
Ümmet coğrafyasının birçok bölgesi maalesef hem kendi iç çelişki ve tutarsızlıkları, hem de Batı’nın art niyetli müdahaleleri neticesinde kanayan bir yaraya dönüşmüş. Bu tablonun bu haliyle sürdürülmesine imkan yok. Tüm bu iç karartıcı tablo karşısında kendi değerlerimiz ve aklımız halihazırda bize yeterince rehberlik yapamıyorsa bile yaşanan tecrübelerin bizleri doğru bir istikamete zorlayacağına ve buna mecbur bırakacağına inanıyorum. Ayrıca, Allah’ın adaletine, merhametine ve olaylara müdahil oluşuna güveniyorum.