Yeni Taraf'ın 2004 yılı MGK toplantısının belgesini yayımlaması, tartışmanın eğitim meselesinden çıkmaya temayüllü halini ekseninden tamamen kaydırdı. 'AK Parti, 2004'den beri 'Cemaat'i bitirmek' için, kendisini kapatmaya kalkan, muhtıra veren, darbe planları ve kaos eylemleri yapan darbeci cuntalarla birlikte çalıştı' gibi kötücül bir iddia ile sahneye çıkıldı. Bu 'zehirli malın' tek alıcısının Ergenekon ve Balyoz'dan hüküm giymiş paşalar, merkez medyada çöreklenmiş siyaset mühendisleri ve CHP olması da, niyetin kötücüllüğünü ispat eder gibiydi.
Mümtazer Türköne, Zaman gazetesindeki yazısında, çoğunluğun duygularını özetleyen cümleler kurdu: Ya koca Türkiye aptal yerine konuyor, ya da öfkenin aklımızı ve basiretimizi bağlaması bekleniyor. (...) Hafızamız, birilerinin zannettiği gibi balık hafızası değil.'
Cemaate yakın Zaman ve Bugün gazetelerinde de, Mustafa Ünal, Gülay Göktürk ve Ahmet Taşgetiren gibi isimler, aklımızla edilen bu alay karşısında hakikatli yazılar yazdılar. Sadece bu isimler değil, medyada vicdanlı kimse, Cemaat'in demokrat ve cefakâr tabanının böyle bir kavganın payandası yapılmasını istemiyordu çünkü. Raydan çıkma emareleri göründüğü halde herkes bu tartışmadan geri durdu bu nedenle. Hatta, neredeyse medyanın çoğu ismi, dershane konusunda Cemaat'in haklı itirazlarını dikkate alan bir hassasiyet içindeydi. Konudan sapmadan, tartışma ilkelerinin içinde kalarak ilerleyen bir süreç, herkes için kazançlı olacak, en önemlisi, Türkiye değerli bir uzlaşma ile çocuklarımızın geleceği için en doğru kararı verebilecekti.
Ama 'yeni' Taraf'ın devreye girmesi ile bu çizgi aşıldı. Artık adalet, vicdan, hafıza ve gerçek zarar görüyordu. Meselenin dershane olmaktan çıktığı, seçimleri hedeflediği görülen bu 'level' atlama karşısında çoğu kalem dayanamayıp yazmaya başladı. 'Yeni' Taraf'ın bu çizgi aşımı, en çok Cemaat'in dershane konusundaki demokratik pozisyonuna zarar verdi.
Eğer hükümetin kötücül planlar yaptığı doğru olsaydı, bu psikolojik üstünlük ile Bakanlar Kurulu'ndan böyle sağduyulu bir karar çıkmaz, 'dershaneleri hemen kapatıyoruz' denir ve bu karar uygulanırdı. Çünkü meşruiyet zarar görmüştü. Akıllar başka türlü çalışmaya başlamıştı.
Cemaat'in duayenlerinden kıymetli büyüğümüz Hüseyin Gülerce, Bakanlar Kurulu'nda alınan kararı Twitter'da şöyle değerlendiriyordu: 'Dualar kabul oldu. Hatadan dönüldü. İki yıl daha dershanelerin açık kalması kabul edildi. İki yıl içinde sınav sistemi yenilenebilir. Bu arada dönüşüm calışması da yürür. Böylece uygulamadaki başarı test edilir. Yapılan çalışmalar ile dershanelere ihtiyaç azalabilir. Kapatan kapatır. Zorla kapatma hukuk dışı olur. Yarından itibaren gerilimin düşeceğini ve sağlıklı bir zeminde dershanelerin geleceğinin tartışılacağını düşünüyorum.'
Konuyla ilgili bundan daha gerçekçi, sağduyulu ve adil bir değerlendirme olabilir mi?
Sayın Gülerce, bu sağduyulu ve rasyonel açıklamalarına sert tepkiler almış olmalı ki, son olarak şöyle yazmak zorunda kalıyordu: 'Bazıları işin tatlıya bağlanmasını, sulh olmasını istemiyor. Ne diyelim, herkes kendi karakterini yansıtır, kendisine yakışanı yapar.'
Dershane konusunda 'Paralel eğitim hoş değil' açıklaması yapan Cumhurbaşkanı Sayın Gül ise, Bakanlar Kurulu kararını yine kısa ama ilki gibi anlamlı bir şekilde değerlendirmişti: 'Her şey rayına giriyor.'
Yeni 'Taraf'ın ve onun peşine hevesle takılanların anlamadığı bir 'yeni durum' var. Başbakan Erdoğan'ın mutlaka 'hal edilmesi' gereken bir lider olduğu düşünülebilir, bunun için siyasi çaba gösterilebilir. Ev ev dolaşıp, SMS'lerle, toplantılarla, bildirilerle, köşe yazılarıyla, insanlara niçin önümüzdeki üç seçimde Erdoğan ve AK Parti'ye değil de, İstanbul'da Mustafa Sarıgül ve genelde CHP liderliğinde beyaz sermaye, elitler ve ulusalcılardan oluşan statükocu ittifaka oy vermeleri gerektiğini anlatılabilir.
Bu tamamen meşrudur, demokratik haktır.
Ama böyle bir pozisyonda, dindar taban için apaçık görünen meşruiyet ve rasyonalite eksikliği, 'geçmişi yeniden yazarak' oluşturulamaz. Artık olmaz. Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül, Bülent Arınç, Hakan Fidan, Yalçın Akdoğan ve bir bütün olarak bu mücadeleyi vermiş tüm kesimlere 'kişilik suikastları' yaparak, algılarla oynayarak siyaset üstüne çıkmak, en başta Cemaat tabanı olmak üzere, hepimizin aklıyla, vicdanıyla alay etmektir.
2007-2010 arasında, azılı bir vesayete karşı verilen onurlu çabanın tersten vuran replikalarına bu halk itibar etmez. Askeri vesayete, Ergenekon'a, JİTEM'e, haklı, ahlaki bir zeminde söylenen 'Tehdidi bırak, hesap ver' manşetleri, bu ülkeyi 11 yıldır demokratikleştiren, askeri vesayeti sona erdiren ve nice ölümcül dönemeçlerden siyaseti güçlendirerek geçen aktörlere karşı kullanıldığında, sadece siyaset dışı niyetin ifşası olur. Bu yöntem, halkı 'makarnacı, bidon kafalı' diye küçümseyen, onu istediği gibi güdüleyeceğini düşünen elit vesayetin başvurduğu yolun yanına düşer.
28 Şubatçıların 'bin yıl sürecek' dediği vesayeti 11 yılda paramparça eden değerli bir süreci aşağılamak, hepimizi aşağılamaktır. Son 11 yılda büyük hizmetler vermiş şahsiyetleri gözden düşürmek için geçmişi yeniden yazma çabası, artık eski Türkiye'de kalmış, deşifre olmuş bir yöntemdir.
Yeni Türkiye'de, vesayete savaş döneminde olduğu gibi geniş ittifaklara artık yer olmadığını söylemiştim. Herkesin istediği yöne gitme hakkı var. Ama bu yön asla, demokrasi ve siyaset dışında olmamalı.
Bunun kimseye bir faydası dokunmaz.
YENİ ŞAFAK