TAHA AKYOL: “Atatürk kendi medyasını kuruyor. Atatürk’ün, ‘Bu Cumhuriyet, kendi mizacında kendi basınını meydana getirecek’ diye de bir konuşması var. Nitekim 1925 ve 1926’daki yargılamalardan sonra ülkede basın sustu.”
“Hüseyin Cahit, A. Emin Yalman gibi laik gazeteciler rejimi eleştirdikleri için suçlandılar. ‘Siz, hükümeti eleştirerek otoritesini sarstınız. Şeyh Sait de sizden cesaret alarak isyan etti!’ diye Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılandılar.”
“İstiklal Mahkemesi, İzmir Suikastı davasından Sivas milletvekilini on yıla mahkûm ediyor. Adam, ‘Ben Atatürk’e nasıl suikast yaparım’ diye karara itiraz ediyor. ‘İtiraz mı ediyorsun’ deyip adamı asıyorlar.”
***
NEŞE DÜZEL'in, Taraf'ta Taha Akyol'la yaptığı röportajın üçünücü ve son bölümü:
ATATÜRK KENDİ MEDYASINI KURDU!
İstiklal Mahkemeleri önce firari askerleri yargılamak için kuruluyor. Daha sonra nasıl biçim değiştiriyor?
İstiklal Mahkemeleri, Birinci Meclis döneminde (1920-23) Meclis’in denetimi altında bulunuyor. İki ayda bir Meclis’e rapor veriyor ve vatandaş şikâyet edebiliyor ve Meclis, gerektiğinde “sen adil davranmıyorsun” deyip mahkemeyi lağvediyor ve yerine başka bir mahkeme kuruyor. Fakat bu Meclis denetimi 1925’ten itibaren bitiyor. Artık bu mahkemeler İsmet Paşa’yı, Karabekir’i bile tutukluyor. Zira 1923’te seçimlerden önce Hıyanet-i Vataniye Kanunu değiştiriliyor.
Vatana ihanet kanunu niye değiştiriliyor?
Görüntüde saltanat ve irtica taraftarlığı vatan hainliği sayılacak ama tabii böyle olmuyor. Kanun her türlü muhalefeti içine alacak şekilde tatbik ediliyor. Sonuçta rejime muhalefet eden herkes hıyanet-i vataniye suçundan İstiklal Mahkemeleri’ne sevk ediliyor.
İstiklal Mahkemeleri tam olarak kimleri yargılıyor?
Meclis’in içindeki ve dışındaki muhalefeti, İttihatçıları, basını ve Şapka Kanunu’na direnenleri, bütün muhalefeti yargılıyor. İsmet Paşa ise İstiklal Mahkemeleri’ni şöyle savunuyor: “Şeyh Sait isyanı basit bir hadiseydi. Normal, basit askerî tedbirlerle çözülebilirdi. Esas büyük hadise ise memlekette umumi bir muhalefet ve kargaşa olmasıydı. Biz onun için İstiklal Mahkemeleri’ni devreye soktuk” diyor. Bakın...
Evet...
Bir inkılâpçı bütün bunları savunabilir, Fransız ihtilalinde bu uygulamaların çok daha fecileri var. Ama bunları bir kültürel değer olarak günümüzde de kabul ettiğiniz takdirde, işte o zaman siz tarafsız ve adil bir yargı kuramıyorsunuz. Maalesef işte bu yargı kültürünün oluşturduğu hukuk fakülteleri, 27 Mayıs ve sıkıyönetim mahkemelerini savundular. Bugün de özel yetkili mahkemeleri savunuyorlar.
İstiklal Mahkemeleri gazetecileri niye yargılıyor peki?
Edeplendirmek, hizaya getirmek, yıldırmak için onları da Diyarbakır’a götürüyorlar. Hüseyin Cahit, Ahmet Emin Yalman gibi çok laik insanlar hakkındaki suçlama ne biliyor musunuz? “Siz, hükümeti eleştirerek onun otoritesini sarstınız. Şeyh Sait de bundan cesaret alarak isyan etti.” Aslında İstanbullu gazeteciler, rejime karşı yönelttikleri genel liberal eleştirilerden ötürü Şark İstiklal Mahkemesi’nde işte böyle yargılandılar.
Hizaya geldiler mi peki?
Atatürk’ün basın hakkındaki tavrı asmak, kesmek, hapsetmek değil, onları hizaya getirmektir. Bunlara, “Gazi Paşa’ya müracaat edin af talebinde bulunun” dendi. İlk müracaattan bir şey çıkmadı. İkincisinde adeta yalvaran bir müracaat yaptılar ve onun üzerine affedildiler. 1925-26’daki yargılamalardan sonra basın sustu.
Kitabınızda var. Gazetecilerin Atatürk’e yalvardıkları o mektup gerçekten çok acıklı. Peki, bugün Kemalistlerin savunduğu İstiklal Mahkemelerinde kimler yargıçlık yaptı?
Hukuk fakültesini bitirmiş kadrolu yargıçlar değildi bunlar. Kılıç Ali, Kel Ali gibi partinin en militan mebusları yargıçlık yaptı bu mahkemelerde.
İstiklal Mahkemeleri kimin denetimi altındaydı?
Atatürk’ün denetimi altındadır. Fransız devrimindeki ihtilal mahkemeleri örnek alınmıştır ve bu mahkemeler yüz yıl sonra bizde kurulmuştur. Bu mahkeme, Milli Mücadele kahramanları Karabekirleri, Orbayları İzmir Suikastı davasında İzmir’de yargıladı. Sonra Ankara’da da eski Maliye Bakanı Cavit Bey ve arkadaşlarını, liberal İttihatçıları yargıladı. İnsanları idam etti. Mesela İzmir İstiklal Mahkemesi’nde Sivas milletvekili on yıl hapse mahkûm ediliyor. Ben Atatürk’e nasıl suikast yaparım, yok böyle bir şey diye itiraz ediyor. Sen itiraz mı ediyorsun deyip adamı idam ediyorlar. Bu mahkemelerin temyizi yok. Avukat yok, delil yok. Bütün amaç muhalefetsiz bir rejim kurmak!
Atatürk idam cezasından yana mı?
Muhakkak. Biz İtalya’dan 1926’da liberal bir ceza kanunu aldık. Ama Mahmut Esat’ın deyimiyle, Cumhuriyet’i, inkılâbı korumak için siyasi suçları arttırdık. İtalyan Ceza Kanunu’nda siyasi suçlar için idam yoktu. Biz koyduk. Liberal Feridun Fikri Bey Meclis’te bunu eleştirir. “Medeni âlem artık siyasetten dolayı adam asmıyor. Siz hem medeni âlem diyorsunuz, hem de idam cezası getiriyorsunuz” der.
Bizim İtalya’dan faşist ceza kanunu aldığımız söylenir. Doğru değil mi bu?
Mussolini’nin çıkardığı kanundan 141 ve 142. maddeler alındı. Faşizm orada devreye girdi.
Her sesi susturan Takrir-i Sükûn Kanunu nasıl çıkıyor peki?
Bu kanunu, istisnai uygulama yapmak için çıkarıyorlar. İstiklal Mahkemeleri’ne, temyiz mahkemesine gitmeden, delil aramadan idam yetkisi vermek için çıkarıyorlar bu kanunu. Karabekir ve Orbay gibi muhalifler şiddetle karşı çıkıyorlar. “Bu kanuna ihtiyacınız yok. Aradığınız suçların hepsi Ceza Kanunu’nda yazılı. Ceza Kanunu’nu uygulayın” diyorlar.
Atatürk’ün tek adamlığının yerleşmesinde Takrir-i Sükûn Kanunu’nun rolü var mı?
Kesinlikle var. Falih Rıfkı yazıyor. “Milli hâkimiyet kavramı muhalefet tarafından kullanıyordu, onların işine yarıyordu” diyor. İstiklal Mahkemeleri olmasaydı muhalefet devam ederdi. Muhalefetli bir cumhuriyet olurdu. Daha demokratik, daha yumuşak geçişlerle gelişen bir cumhuriyet olurdu. 1950 beklenmezdi. Keşke olsaydı. Ama şunu da söylemek gerekir. Cumhuriyet otoriter bir modernleşme projesidir. Bizim, bu cumhuriyetin otoriterliğini bırakıp modernleşmeyi devam ettirmemiz lazım. Mesela milli hâkimiyet, milli irade, Meclis’in üstünlüğü prensibi çok önemlidir.
Ama bu kavramlar o dönemde uygulanmadılar ki!
Bu kavramlar o zaman uygulanmadılar ama Cumhuriyet sayesinde olumlu kavramlar olarak zihinlere öyle yerleştirildiler ki, biz demokrasiye geçtiğimizde hazır kavramlar bulduk. 1950’den itibaren bunların içeriğini demokratikleştirmek kolay oldu. Nitekim “yeter söz milletin!” sözünün referansı aslında “Meclis’in üstünlüğü” ilkesinden başka bir şey değildir.
Kürt meselesine gelirsek... Atatürk, Kürt meselesine nasıl bakıyor?
İki ayrı dönemde incelemek lazım bunu. Milli Mücadele döneminde Kürt varlığını kabul ediyor. Bunlara çok sıcak davranıyor, mektuplar yazıyor. Hatta Meclis’te yaptığı konuşmada, “Sadece Türk değil, Kürt, Laz, Çerkes vardır. Bunların karşılıklı hukuku zaferden sonra konuşulacak bir konu” diyor.
Kürtlere özerklik verileceğini söylüyor mu?
Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı basın toplantısında Ahmet Emin Yalman’ın Kürt meselesini sorması üzerine, “Kürtlerden bahsetmezseniz, bunlar kendileri için problem çıkarırlar. 1921 Anayasası’nda vilayetlerin özerkliği vardır. Vilayetlerin özerkliği hayata geçtiğinde Kürtler de kendilerini bu özerklik çerçevesinde yönetirler” diyor. Atatürk’ün Kürtlere doğrudan verdiği bir özerklik sözü yok. Bu özerklik Türkiye’nin geneli içindir. Bu özerklik, 1924 Anayasası’nda kaldırılıyor.
Atatürk özerklik vermeyi gerçekten düşünüyor mu yoksa Kürtleri o dönemde yanına çekebilmek için mi bunu söylüyor?
Muhtemelen ikincisi. Gerçek şu ki, liberallerde de homojen bir ulus-devlet fikri var o dönemde. Sadece kullanılan yöntemlerin yumuşaklığı ve sertliği konusunda liberallerle Kemalistler arasında bir fark var. Mesela liberaller, Şeyh Sait isyanını bastırmak için sıkı yönetimin kâfi olacağını söylüyorlar. Radikaller, Atatürk ve İsmet Paşa ise bunu yeterli görmüyorlar.
Onlar ne diyorlar?
“Hayır, İstiklal Mahkemesi kurulacak” diyorlar. Dersim Kanunu’nda ise idamları onaylama yetkisini komutana veriyorlar. Genel bakış, kuvvet kullanarak bu işi çözmek. 1935’te Dersim Kanunu çıkarken, Şükrü Kaya yaptığı konuşmada “irtica” kavramını kullanıyor. Onlar meseleye, biz bunlara aydınlanmayı, eğitimi, pozitivizmi götürürsek, bunları şeyhlerin etkisinden kurtarırsak Şark meselesi çözülür diye bakıyorlar. Bunu da silahla yaparız diyorlar. Oysa... 1934’te Celal Bayar Şark vilayetlerini geziyor ve bir rapor yayımlıyor. “Ben burada Kürtlere kötü davranmaktan kaynaklanan bir sorun görüyorum. Bu sorun ileride büyük bir tepki doğurabilir” diyor. İyi davranmayı öneriyor.
İsmet Paşa da 1935’te Şarkı geziyor ve o ünlü sertlik yanlısı Doğu raporunu hazırlıyor... Peki, Atatürk verdiği sözlerden sık sık dönüyor mu?
Atatürk, değişen şartlara göre tavır alan ve söylem geliştiren bir liderdir. Şunu söylemeliyim. Bütün modern devletlerin kuruluşunda bir merkezîleşme ve standartlaşma boyutu vardır. O dönemin neslinde de homojen bir ulus fikri vardır. “Üç yüz yıldır mağlup olan bir millete akla gelmeyen bir zaferi nasıl kazandırdıysak, Türkleştirmeyi de yaparız ve bu Türkleştirme de herkesin lehine olur. Kendimize güvenli bir vatan kurmuş oluruz” diye düşünüyorlar. Liberaller de bu görüşte. Onların şiddetin dozuna karşılar. Unutmayın ki, bunların hepsi Balkanlar’da savaşmış adamlar. Bu yüzden Şeyh Sait isyanıyla ilgili Meclis’te yapılan konuşmalarda Anadolu için Balkanlaşma tehlikesinden bahsedenler de var.
Basına gelirsek... Atatürk’ün basınla ilişkileri nasıl?
Atatürk’ün, “Cumhuriyet kendi mizacında kendi basınını meydana getirecek” diye de bir konuşması var. Çok önemli bir gazeteci olan Hüseyin Cahit, mutlaka Atatürk’ün emriyle İstiklal Mahkemeleri tarafından Çorum’a sürgüne gönderildi. İsmet Paşa sonradan, “Biz ona çok zulmettik” dedi.
Atatürk kendi medyasını kuruyor mu?
Tabii.
Medyayı besliyor mu?
Medyaya birtakım ödemeleri var. Bu besleme lafı mıdır bilmiyorum ama Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi’ye Hint Müslümanlarının Milli Mücadele için gönderdiği paradan bir miktar para ödeniyor.
Atatürk’ün bütün yetkileri kendinde toplayan “tek adam” olmak istediği ilk ne zaman fark ediliyor?
Atatürk’ün bütün yetkileri kendi şahsında toplayacağını ilk fark edenler, 1922’de Birinci Meclis’teki muhalifler oldu. Bütün yetkilerin bir elde toplanmasının istibdat yaratacağını, bu yüzden kuvvetler ayrılığını kabul etmek gerektiğini söylediler. Atatürk ise “kuvvetler ayrılığı irticadır” dedi. Zaten Birinci Meclis’te bütün tartışmaların arkasında bütün yetkiler Atatürk’te toplansın mı, toplanmasın mı tartışması yatar.
M. Kemal’in birkaç kez Meclis’i kapatmayı düşündüğü diye yazıyorsunuz kitabınızda. Meclis’i niye kapatmak istiyor?
İsmet Paşa söylüyor bunu. Sakarya Savaşı’ndan önce büyük taarruza hazırlanırken, istediği kanunların çıkartılmaması, istediği yetkilerin verilmemesi sebebiyle Meclis’i dağıtmayı düşünüyor. Ordu komutanlarının fikrine danışıyor. İsmet Paşa ve Karabekir “çok yanlış olur” diyorlar.
Meclis’i feshetme yetkisi var mı?
Hayır yok. Orduya dayanarak feshedecek. Vazgeçiyor, kapatmıyor Meclis’i.
Darbe yapmak değil mi bu?
Yapmıyor yani. Vazgeçiyor.
Darbe yapmak istiyor ve yapmıyor. Orduyla ilişkileri nasıldı M. Kemal’in?
Hiçbir zaman problemli olmadı. Önemli bir karar alacağı zaman ordunun önceden desteğini sağlamaya her zaman özen gösterdi...
Otoriter bir sistemin, istibdat rejiminin kurulması neden önlenilemiyor?
Bunun birçok sebebi var. Birincisi, M. Kemal, Meclis’teki en yetenekli asker. Zaten hiç kimse, o gitsin de başkası gelsin demiyor. Sadece onun yetkileri sınırlandırılmaya çalışılıyor. İkincisi, M. Kemal, bir mutlak lider. Milli Mücadele’nin politikalarını formüle edebilen, ortaya buna göre politik hedefler koyabilen ve o entelektüel kapasiteye sahip olan bir lider. Üçüncüsü, M. Kemal bir karizmatik otorite. Bir Weberyen otorite o. Yani kanunun, nizamın üzerindedir. Kanunu, nizamı kendisi koyar, kendisi değiştirir.
Atatürk’ün istibdada yol açan tek adam yönetimi önlenebilmiş olsaydı bugün nasıl bir Türkiye olurdu sizce?
Ancak spekülasyon yapabiliriz. Bu konuda Eric-Jan Zürcher’in görüşünü nakledebilirim. Öyle bir Türkiye’nin Fransa’dan çok İngiltere’ye benzeyen bir Türkiye olacağını söylüyor. Yani daha demokratik, daha liberal ama bazı kurumları daha geleneksel kalmış bir Türkiye bu. Belki o zaman harf devrimi yapılamazdı. Medeni Kanun’u İsviçre’den almak yerine yerli bir medeni kanun yapılırdı... 1946’da demokrasiye geçmeye karar verince, İsmet Paşa, aslında sizinle konuştuğumuz bütün bu dönemin çok önemli bir özetini yapıyor Faik Ahmet Barutçu’ya...
Sonuç olarak ne diyor İsmet Paşa?
“Biz ihtilal devrinden kanun devrine girdik. Evvelce vatandaş hakları yalnızca kanunda yazılırdı ve biz onu istediğimiz gibi tatbik ederdik. Artık Atatürk dönemine dönemeyiz. Vatandaş hakkını istediği gibi alacak. Reyini istediği gibi kullanacak” diyor.
TARAF
RÖPORTAJIN İLK İKİ BÖLÜMÜ İÇİN TIKLAYINIZ...