Yasin Aktay / Yeni Şafak
Taha Abdurrahman vesilesiyle felsefe, retorik ve ötesi
Taha Abdurrahman üzerine değerlendirmelerimize devam ediyorduk ki, araya İsmail Heniyye’nin şehadeti ve ardından değerli tarihçi Mikail Bayram hocanın vefatı girdi. Bu mukadder fasıla dolayısıyla yazdıklarımıza dair gelen tepkilerle Taha Abdurrahman üzerine konuşmanın başka bazı mevzuları da konuşmaya vesile olabileceğini gördük.
Öncelikle hatırlatayım ki, mezkûr yazılarımızda Taha Abdurrahman’ın ne söylediğine fazla girmedik. Aksine her iki yazımızda Taha Abdurrahman’ın 4 ayrı konferansına karşı gösterilen yoğun rağbeti okumaya çalıştık. Yani Taha Abdurrahman’ın kendisini değil, ona dair okumaları ve beklentileri yorumlamaya çalıştık.
Bunlar birbirinden elbette kopuk olmasa da birbirinden çok farklı şeylerdir. Hermenötik felsefenin uyarıları sayesinde bir yazarın metninin ne söylediğinin ayrı, onun nasıl okunduğu, anlaşıldığı veya anlamlandırıldığı konusunun ayrı olduğu bilgisi artık felsefi okuma-yazma bilen herkesin ebcediyatı haline gelmiş olmalı.
Şahsen ne Taha Abdurrahman’a ne de herhangi bir düşünüre, yazara veya hatta alime bütün meselelerimizi bir çırpıda çözecek bir keramet yüklemiş değilim. Yüklememek de gerekiyor elbet. Bugün Türkiye’de İslami düşünce seviyesi herhangi bir insanı kültleştirip, masumlaştırıp onu bir merce-i taklit haline getirmekten çok uzak ve çok daha karmaşıktır. Taha Abdurrahman’ın yeni bir dile sahip olduğunu, önemli noktalar işaret ettiğini, bazı meselelere kendince makul bir çözüm önerisi getiriyor olduğunu söylemek, onun hatasız, kusursuz ve bütün meselelerimizde önümüzü açacak bir taklit mercii olabileceğini söylemek değildir. Bu basit gerçekleri bu şeklide aptala anlatır gibi anlatmak zorunda kalmış olmam, Taha Abdurrahman’a dair gündemin bazı çevrelerce hemen bu tarz bir mecraya saptırılmaya çalışıldığını görmem.
Taha Abdurrahman siyaset, ahlak, felsefe, fıkıh, modernite gibi pek çok alanda otuza yakın eser üretmiş, bu eserlerde bilhassa Kur’an ıstılahlarından çok özgün bir lügatçe ve bu lügatçeye dayalı felsefi bir dil ve formülasyonlar üretmeye çalışmış bir insan. Batı felsefesiyle de bir diyalog içinde elbet, ama bir teslimiyet ve savunma içinde değil, ona karşı belki onların da anlayabileceği bir dil yakalamaya çalışıyor. Bunu yaparken isabet de hata da edebiliyor ki, söyleminde bir mutlaklık veya nesnelcilik iddiası değil. Klasik İslam uleması gibi sözünün neticesini “Allah en iyisini bilir”e bağlayan bir tevazu var. Sözünün sonunda Kur’an ayetleri üzerine, İslam düşüncesi üzerine daha önce denenmemiş başka bir açıdan düşünmeye dair bir davet hissediyorsunuz. Ama dediğim gibi, belki zaman zaman bazı zorlamalarla, zaman zaman belki mübalağalarla, ama pek çok zaman da hayran bırakan taliklerle.
Aslında onun yaptığını daha önce ve halen başka yollarla yapan pek çok alim, pek çok insan da var. Neticede bütün kitaplar tek bir kitabın, Allah’ın kitabının anlaşılması için okunur ve Kur’an üzerine herhangi bir insanın yazdığı hiçbir kitap ve hiçbir söz Kur’an ayetlerinden daha iyi, daha beliğ ve daha nihai bir adres olamaz. Yine de Kur’an’ın ayetlerinin bazen gözümüzden kaçan anlamlarına dikkat çeken ve bize Allah’ın ayetlerinin mucizelerini gösterebilecek işaretlere ne kulaklarımızı ne gözlerimizi kapatamayız. Alimler bunun için vardır. Alimler Kur’an’ın yerini tutmak için değil, bize Kur’an ayetlerini açmak, onları görmeye hazırlamak, içerdiği hikmeti gösterebilmek ve ayetlerin aydınlığına taşımak için vardır.
Koca koca profesörler, hem de İslam felsefesi alanında şimdiye kadar dişe dokunur bir sözünü bir makalesini veya eserini duymamış olduğumuz akademisyenler, otuz kadar kitap yazmış ve bu özgünlükte bir felsefe ortaya koymuş olan Taha Abdurrahman’ı kahve dedikodusu üslubuyla bir-iki cümlede harcayabiliyor. Onun özgün hiçbir şey söylemediğini, bütün söylediklerinin retorikten ibaret olduğunu, Batıya meydan okumak bir yana batılı kavramlarla düşündüğünü söyleyerek bir çırpıda tüketiveriyor.
Aslında hiç söz etmeye, değinmeye değmez bir tavır bu. Bir değerlendirme veya eleştiri değil. Tamamen psikolojik motivasyonlarına müracaat edilerek izahı yapılabilecek bir kapalılık hali. Ama ona da değmez diyeceğim, ama tipik olarak sürekli karşımıza çıkan, bulaşan, sataşan bir ahlaki ve entelektüel sefalet hali bu.
Ünlü Alman düşünür Martin Heidegger’in söylediğinde hiçbir özgünlük olmadığını, onun söylediğini daha önce şu veya bu kişilerin söylemiş olduğunu söyleyenler tabii ki daha ciddiydiler. O düzeyde bir ciddiyetle söylemiş olsalardı Taha Abdurrahman’ın özgün bir şey söylememiş olduğunu söyleyenler onlara Heidegger’in artık özgün olmayan, mükerrer cevabını verirdik. Şöyle demişti filozof: “Doğrudur, ama zaten gökkubbe altında söylenmemiş bir şey olmadığı gerçeğini zaman zaman siz de hissediyorsunuzdur. Ama yine de derim ki, benim şimdi bu sözleri, bugün, sizlere söylüyor olmam son derece özgüldür, daha önce hiç aynı sahne tekrarlanmamıştı”
Bütün söylemlerine retorik yakıştırması yapılamayacak hiç kimse, hiçbir büyük filozof yoktur. Bir tavra bakar sadece. Velid b. Muğire’nin Allah’ın kelamı karşısında dilini döndürüp, ağzını büküp, yüzünü ekşitip “bu etkileyici bir büyüden başka bir şey değil” dediği türden bir tavır. Haşa, tabii ki hiç kimsenin sözü Allah sözü gibi bir kutsamayı hak etmez. Ama bir yerden sonra retoriğe karşı mutlak bir ötekilik olarak konuşlandırılmış olan bilimselliğin bile son (hatta ilk) kertede retorikten ibaret olduğunu bize Nietzsche ne güzel anlatmıştı. Bugün bazı acemi filozoflarımızın yeni yeni hayranlıkla izledikleri batılı filozofların hangisinin felsefesi retorik illetinden muaftır? Ama orada oluşan entelektüel cemaatler veya merhum Hüsamettin Arslan’ın dediği türden “epistemik cemaatler” birbirleri hakkında konuşarak, birbirlerine güzellemeler yaparak, birbirlerini yücelterek saçma sapan retoriklerini büyük hakikatli felsefeler seviyesine taşıyarak bir “batılı felsefe” veya “aydınlanma felsefesi” efsanelerini yarattılar.
Hiç kuşkusuz Taha Abdurrahman’ın Kur’an’a, yani çok daha sağlam bir referansa dayanarak en azından sözünün önemli bir kısmının retorikten uzak, sağlam bir yere basıyor olduğunu biliyoruz. Kur’an’ın gösterdiğinden çok daha ileri, çok daha özgün bir felsefe ortaya koymasını zaten beklemiyoruz.
Meğerki, onu felsefe yapmaya sevketmiş olan motivasyon felsefeyi bugün İsrail ile, Siyonizm ile, Batı emperyalizmi ile tecessüm etmiş olan mutlak kötülüğe karşı kendince bir murabıtlık, bir nöbet sorumluluğu imiş. Tek başına bu motivasyonu, bugünlerde onu okumaya, tartışmaya, sözünü yükseltmeye değmez mi?
Bir de Ankara ziyaretinin son gününde, Netenyahu’nun ABD Kongresinde alkışlarla karşılanmasına karşı bir tepki olarak vermeye karar verdiği Gazze konferansının hikayesi var. O hikayeyi yazacaktım aslında bugün ama, artık bilahare.