Tabu ve bilim

“Bilimsel düşünce”, pek saygı duyduğumuz bir şeydir. Gündelik konuşmalarda, hattâ yazışmalarda, yarattığı çağrışımlarla, özendiğimiz, bizde olmasını istediğimiz, ama olacağını düşünemediğimiz bir şeydir. Bu sonuncusuna kızar, genellikle birilerini durumun böyle olmasından sorumlu tutarız. Sorumlular, genellikle, “gericiler”dir. Onlar ne yapar eder, bu ülkede kitlelerin bilimsel düşünceyle tanışmasını önlerler.

Bu gibi sözlerin, yazıların ardında, çok basit bir “doğru/yanlış” nosyonu yattığını tespit etmek zor bir iş değildir. Bu “doğru/yanlış”ı, “aydınlık/karanlık”, “bilim/hurafe”, “akıl/inanç” vb. ikililere tercüme etmek de kolaydır. Çünkü böyle konuşan insanların “bilim”den anladıkları, tamamen “pozitivizm” kapsamına giren bir anlayıştır. Bunu uygularsın, doğru sonuçları hemen alırsın. Olay bu kadar basitse, niçin herkes yapamıyor? Çünkü gericiler engel oluyor. Onlar niçin engel oluyor? Çünkü kitleler uyanınca çıkarları tehlikeye giriyor...

“Bilimsel düşünce” hakkında söylenecek çok şey var elbette. Bu yazıda bunlardan bir tanesi üstünde durmak istiyorum: “otorite” kavramı ve bunun bilimsel düşünceyle ilişkisi.

Herhangi bir bilim adamını alalım, sözgelişi Paracelsus. Bu ilginç adamın okumadığı metin, gitmediği memleket, kavga etmediği adam kalmamıştı. Saçma sapan ilâçlar verdiklerini söyleyip eczacıları da kızdırırdı, onlar da eyleme geçip Basel Üniversitesi’nden kovulmasını sağladılar. Tabii bugün “bilim tarihi” dendiğinde Paracelsus’u tanıyor ve anıyoruz, ama o eczacıların adını bile bilmiyoruz. Bu hep böyledir zaten.

Paracelsus yalnız eczacıları değil, otorite olarak bilenen herkesi eleştirerek, bilim tarihinde durduğu o yere vardı. Peki, sonra ne oldu? Sonra başkaları geldi. Onlar geldiklerinde, Paracelsus da bu alanlarda bir “otorite” olmuştu. Ama gelenler Paracelsus’u eleştirdiler, onun “otoritesi” önünde eğilmeyi reddettiler. Böyle yaptıkları için onu aştılar ve adlarını bilim tarihine yazdırdılar.

Sonra başkaları geldi... diye devam eder bu hikâye. Devam ederken biz Newton’da bir mola verip bir başka yanılsamaya değinelim: bilimin “pozitivizm” kalıpları içinde anlaşılmasının sık sık görülen bir sonucu da, bilimselliğin, buna erişmiş talihli kişilerin zihninden başka her türlü düşünme biçimini kovaladığı inancıdır. Bilime Newton kadar katkıda bulunmuş birini düşünmek zordur; ama simyadan büyücülüğe, bugün kolayca “hurafe” diye kesip atacağımız pek çok (“batıl”) inancı vardır. Bunlar da “yerçekimi yasası”, “hızın formülü” vb. ile yan yana barınıyorlardı “Isaac Newton’ın bilinci” diye tanımlayabileceğimiz o mekânda. Biri öbürünü kovmuyordu.

“Otorite” kavramına önem veren kültürlerde bilimsel düşünce yaygınlaşamaz: bu “otorite”, örneğin bizde olduğu gibi, her zaman izinden gidilmesi gereken bir “Ata” olabilir; Sovyetik tipte toplumlarda gördüğümüz, Komünist Parti olarak örgütlenmiş bir “Kolektivite” olabilir; Hitler gibi her dediği doğru sayılan, yaşayan bir önder olabilir vb. Ama şu ya da bu düşüncenin onu eleştirmeye hakkı tanınmıyorsa, böyle bir ortamda düşünce bilimselleşemez. Dünyanın her yerinde, her ortamda, parlak düşünürler çıkabileceğine göre, kural dışı bireylerin kendilerini yetiştirmeleri önlenemez. Nitekim, önlenememiştir. Ama bu bireyler istisna olarak kalırlar, onlarda cisimleşebilen entelektüel yetenek toplumda yaygınlaşamaz. Burada da yayınlaşamadığı gibi.

Dolayısıyla Türkiye tarihinin herhangi bir aşamasında “Aydınlanma” nitelemesine hak kazanmış bir dönem yaşamamıştır. Düşüncenin gerçekten eleştirelleşmesine hiçbir zaman izin verilmediği için hiçbir zaman bir “Aydınlanma” olmamış, kendi koşulları içinde kendi kendine aydınlanabilen, aydınlaşabilen bireyler de düşüncelerini yaygınlaştıramamış, toplumla paylaşamamıştır.

Sözünü ettiğimiz olay, bu yönde her şey yapılsa bile ulaşması çok zor bir hedef. Bütün toplumun böyle bir “Aydınlanma” yaşaması belki imkânsız, ama çoğunluğu bu noktaya getirmek bile, ne kadar güç. Bütün eğitim sisteminde, iletişimin bütün kanallarında bu eleştirelliğin serpilmesi ve toplumca da sindirilmesi gerekiyor.

Oysa ne oluyor burada? Geçenlerde bir çocuk “Atatürk’ü sevmiyorum” dedi; “adlî vaka” oldu. Sonunda savcı dava açmadığı için (kimimiz) sevindik; ama işin buraya gelmesini yadırgamadık.

Bir “bilim” adamı da, Atatürk’ten söz ederken “bu adam” dediği için hüküm giymiş durumda, Yargıtay bekliyor.

TARAF