SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün / Star
Suriye krizi küresel sistemin işleyişindeki köklü değişimi anlamak adına bir mihenk taşına dönüşmeye başladı. Suriye, post-hegemonik dönemin en önemli sıcak çatışma noktalarının biri ve İspanyol iç savaşında olduğu gibi büyük güçler ve hatta ideolojik gruplar adeta sahada kozlarını paylaşıyorlar.
Sistemik dönüşüm sürecinde modern dünyadaki güç mücadelelerinin belirgin özelliklerinden biri olan hibrid ve vekalet savaşlarının en tipik örnekleri Suriye’deki kanlı tiyatro sahnesinde sergileniyor. Nükleer silahlar dışında kullanılmadık silah teknolojisi kalmadı. Kimyasal silahlar, silahlı Drone’lar, balistik füzeler ve varil bombalarına varıncaya ne kadar öldürücü silah çeşidi varsa acımasızca masum insanlara karşı kullanılıyor. Tam da bu nedenle ölen insanların ne sayısı belli, ne de ölenler birilerinin umurunda. Buradaki en önemli görev, İslam dünyasının ağır toplarını oluşturan Türkiye, İran ve S. Arabistan gibi ülkelere düşmektedir. Biz de Suriye krizi sürecinde bölgesel ve küresel güç denklemini analiz etmeye çalışacağız.
Acziyet İçindeki BM
Ortadoğu’da son on yıldaki gelişmelerde küresel yönetişim sistemi işlevsiz kalmıştır. İkinci dünya savaşından sonra kurulan ve uluslararası sistemin barış ve güvenliğinden sorumlu olan Birleşmiş Milletler (BM), Suriye krizinden en büyük yarayı alan kurumdur. Zira BM son yıllardaki hiçbir ciddi çatışma noktasında Suriye krizinde olduğu kadar acziyet görüntüsü içine düşmemiştir. Üstelik 300 bin insanın hayatını kaybettiği ve ikinci dünya savaşı sonrası gözlenen en büyük mülteci dalgası yaşanırken BM etkisiz kalmıştır. Atanan özel temsilciler eliyle zevahiri kurtarma adına yürütülen diplomatik çabalar birkaç günlük lokal ateşkesi temin etmenin dışında hiçbir işe yaramamıştır.
Buradaki temel sorun elbette, BM’nin iradesinin yalnızca beş daimi üyenin ve bunların içinden de herhangi bir üyenin kaprisine rehin bırakılmış olmasıdır. Nitekim Suriye konusunda Rusya’nın Çin’i de arkasına alarak uyguladığı blokaj ancak beş yıl sonra 2253 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının alınmasına kadar sürmüştür.
18 Aralık tarihli BMGK konseyi kararı ise Rusya’nın Suriye’yi İran ile birlikte fiili işgali sonrasında, biraz da BM’nin meşruiyetini zahiren kurtarmak ve Rusya’nın de facto işgalini de jure durumuna getirmek amacıyla alınmıştır.
Kararın metnine bakıldığında ise ocak ayında ateşkes sağlanması, 6 ay içinde Beşşar Esed yönetimi ile uluslararası toplumun “makbul saydığı” muhalefet arasında bir geçiş hükümetinin kurulması ve 18 ay içinde de BM gözetiminde ilk demokratik seçimlerin yapılması öngörülmektedir. Eğer işletilebilirse bu maddeler kararın en iyi maddeleridir. Ancak kararda Esed’in geleceğine ilişkin hiçbir cümle yoktur. Belirtilen geçiş süreçleri işlemediği takdirde ne olacaktır sorusu boşlukta kalmaktadır.
Metinde kimin makbul muhalefet olacağı konusu da son derece muğlaktır. Yalnızca IŞİD ve El-Nusra ismen sayılmış ve bunlara karşı ateşkes sonrasında da operasyonların devam ettirileceği belirtilmiştir. Bunların dışında yer alan diğer silahlı muhalefetin durumu ise belirsizdir. Örneğin PYD’nin konumu ne olacaktır? Özgür Suriye Ordusu içindeki hangi gruplar geçiş sürecinde “dost ve makul” kabul edilecektir? Tüm bu konularda BM çerçevesinde Cenevre’de sürecek olan görüşmelerde kararlar daha sonraya bırakılmış durumdadır.
Rusya ve ABD Mutabakatı
Eylül ayında BM Genel Kurul görüşmeleri sırasında Obama ve Putin’in yaptığı uzun görüşmeler sonrasında yapılan ortak açıklamada tarafların Suriye konusunda yüzde 80 oranında anlaştığı açıklanmıştır. Bu görüşmenin hemen ertesi haftasında Rusya ağır bombardıman uçakları, savaş gemileri ve binlerce askeriyle sözde meşru(!) Şam yönetiminin talebi üzerine Suriye’ye çıkarma yaptı. O gün bugündür Rusya IŞİD’le mücadele adı altında Suriye’de güç dengelerini köklü biçimde değiştiren hamleler yapıyor. Hava bombardımanlarının çok büyük çoğunluğu ise IŞİD mevzilerini değil, Türkiye’nin de desteklediği Özgür Suriye Ordusu’nu ve bunlar arasında da Türkmen cephelerini hedef alıyor. Türkiye’nin kendi hava sahasını ihlal eden bir Rus uçağının düşürülmesi tam da bu tırmanan gerginliğin bir sonucuydu.
ABD ise cılız bir şekilde Rusya’yı bazen eleştirse de, Suriye dosyasını daha önce kimyasal silahların kullanılması sürecinde yaptığı gibi Rusya’ya havale etmiş gözüküyor. Özellikle Başkan Obama görev süresinin bitimine bir yıl kalmışken Suriye’de ABD’yi herhangi bir şekilde uzun dönemli angajmana sokacak yeni kararlara imza atmaktan ısrarla kaçınıyor. BM kararında yazan 18 aylık seçim süreci de, Obama’nın bir anlamda bu krizi Kasım 2016’da seçilecek yeni ABD başkanına havale etmeyi planladığını gösteriyor. Obama politikası, krizi çözme konusunda ABD’nin yapabileceğinin minimumunu yapma stratejisine dayanıyor. Örneğin Obama’nın 11 Eylül 2014’te ilan ettiği anti-IŞİD politikasının özü terör örgütünün bitirilmesi için kapsamlı bir yol haritası çizmiyordu. Yalnızca minimal amaç olan IŞİD’in sahada daha fazla yayılmasını durdurmak ve zayıflatmaktan ibaretti. Benzer şekilde Esed sonrasını planlama konusunda da Obama yönetimindeki ABD’nin hiçbir zaman açık bir perspektifi ve ilan edilmiş politikası olmadı.
ABD siyasi elitlerinin giderek İslam kaynaklı her şeye şüpheyle bakmaya başlaması nedeniyle Esed ve PYD gibi güçlerin ılımlı da olsa Sünni direniş gruplarına göre daha fazla desteklenmeye değer bulunduğu anlaşılıyor. Bu nedenle ABD, Türkiye ve S. Arabistan gibi bölgesel müttefiklerini hayal kırıklığına uğratma pahasına Suriye’deki geçiş sürecinin Rusya ve İran eliyle yürütülmesini çıkarlarına daha uygun buluyor. Bu tespitimiz, ABD ve Avrupa’nın özellikle Batılı başkentlere yönelen terör dalgasının kökeninde radikalleşen Sünniliğin yattığı inancıyla da uyumludur. Aynı eğilimin bir sonucu olarak ABD, kendi içindeki tartışmalara ve İsrail gibi müttefiklerinin itirazlarına rağmen Şii dünyasının temsilcisi gibi görünen İran ile stratejik yakınlaşma politikasını kararlılıkla uygulamış ve İran’ın Irak ve Suriye’deki artan askeri varlığına ses çıkartmamıştır.
İslam Dünyası Tedirgin
ABD’nin İran, Irak ve Suriye konusunda izlediği politikalar başta S. Arabistan olmak üzere Körfez Ülkeleri ve son aylarda da giderek Türkiye’yi rahatsız eder duruma gelmiştir. Zira Ortadoğu bölgesinden 2012 yılından itibaren Asya eksenli yeni politikalar izleyeceği gerekçesiyle yavaş yavaş çekilmeye başlayan ABD’nin bıraktığı boşluk ne yazık ki bölgenin tarihi geçmişi ve sosyolojisiyle uyuşmayan sonuçlara yol açmaktadır. Özellikle Rusya’nın bölgede oluşturduğu Moskova-Tahran-Bağdat ve Şam eksenini dengeleyecek alternatif bir güç dengesi oluşmamıştır. ABD’nin bölgeden çekilirken oluşturması gereken ve bölgedeki geleneksel müttefiklerinin güvenlik çıkarlarını tatmin edecek angajmanlar kurulamamıştır. Bu durumda özellikle Körfez ülkelerinin güvenlik kaygıları giderek derinleşmektedir.
Benzer şekilde Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı gerginliklerde Batı dünyası NATO üyeliğimize rağmen yapabileceklerinin minimumunu yapmaktadır. Oysa Türkiye, başta kucak açtığı 2,5 milyon mülteci olmak üzere Suriye krizinin yükünü en ağır bir şekilde taşıyan bir ülkedir ve Batı dünyasının bunu takdir etmesi gerekirken Rusya’ya teslim olmaları büyük hayal kırıklığıdır.
Bu durumda, Türkiye’nin bölgede mezhep eksenli yeni bir kutuplaşmayı önlemek adına büyük bir çaba harcamasına rağmen, İran ve Rusya’nın bölgedeki jeopolitik iştahlarını dengelemek adına Körfez ülkeleri ve Pakistan gibi ülkelerle askeri alanda daha yakın ve stratejik işbirliği yapmaktan başka çaresi kalmamaktadır. Son zamanlarda Türkiye’nin Yemen’deki Suud öncülüğünde oluşturulan müdahale gücüne ve teröre karşı İslam ittifakına destek veren açıklamaları bu çerçevede oldukça anlamlıdır. Bu kutuplaşmayı önlemek adına adım atması gereken ülkelerin başında ise İran gelmektedir. İran ve Türkiye, iki bölgesel aktör olarak ikili bir işbirliğine girmeleri durumunda Rusya-ABD ekseninden bağımsız olarak bölgenin geleceğinde hakikaten son derece olumlu roller oynayabileceklerdir. Aksi takdirde, tarihte olduğu gibi güçlerini ve enerjilerini birbirlerini dengelemeye harcamak durumunda kalacaklardır. Oysa kader ve konjonktürün ortaya koyduğu ciddi fırsatlar vardır ve bunlar görülmelidir.
Rusya’nın yedeğinde kalmış bir İran’ın ne Suriye’nin geleceğinde, ne de bölgesel barışın kurulmasında anlamlı hiçbir katkı yapma şansı yoktur. Ancak ve ancak denge bozucu negatif bir veto gücü olarak işlev görebilir. Dünya ile ilişkisini tamir etme aşamasındaki Tahran’daki otoritelerin, Suriye’deki politikaları yüzünden Müslüman dünyada kaybettiği güven kaybını yeniden kazanması için Rusya’nın Suriye’de başarılı olması için dua etmelerinden başka yapabileceği çok daha güzel işler vardır.
Özetle, İslam dünyası şunu görmek zorundadır. Yüz yıl önce bu coğrafyanın siyasi haritasını çizenler yine bu coğrafyaya geri geldiler. Skes-Picot-Sazanov üçlüsünün imzaladığı 1916 antlaşmasının revizyonu için bugünlerde müzakereler yürütülmektedir. Doğu Akdeniz’in ve Mezepotamya’nın yer altı ve yer üstü kaynaklarının paylaşımı eksenli yürütülen antlaşmalarda ne yazık ki bölge halkının iradesinin hiçbir rol oynaması istenmemektedir. IŞİD’in ortaya çıkması da izlediği politikalar da hep bu paylaşımı kolaylaştırmak içindir. Türkiye’nin Rusya üzerinden bölgeden fiili olarak dışlanmak istenmesi, PKK terörünün artması ve son üç yıldır bu ülkede yaşananların arkasında da bunlar vardır. İran da şundan emin olmalıdır ki, bütün gövdesiyle Suriye’ye gelen Moskova’nın ve onunla çıkarları büyük ölçüde örtüşen ABD’nin İran’ı Arap Baharı’yla bölgede yükselen Sünni halkların iradelerine karşı bir dalgakıran olarak kullanmaktan başka amaçları olamaz. Umarız Ankara, Riyad ve Tahran bu oyunu doğru okurlar. Yoksa hep beraber gelecek yüzyılı da kaybetmek üzereyiz.