Yusuf Sami Kamadan / Mecra
Sunî bir teşebbüs olarak Suud’da tarih “inşaatı”
Genel itibarıyla Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıktığına inanılan; ana hatlarıyla insanlar tarafından aynı dilin konuşulup, ortak bir kültürün paylaşıldığını ifade etmek üzere kullanılan “ulus devlet” mefhûmu, özellikle 19. yüzyılda kurulan çok sayıda devletin referans noktasını oluşturmuştu. Ulus temelli bir devletin sivrilebilmesi için kullanılan ortak dil veya müşterek değerler kadar sahip olunan bir de tarih ihtiyacı, bu durumun tamamlayıcı bir parçası olarak kendisini gösteriyordu. Ulus olma iddiasında bulunan unsurlar, kendilerini başka milletlerden ayırt ederek sivriltecek malzemeye belki sahip olsa da tarihe baktığımızda gördüğümüz şey aslında ulus devlet adı altında yapılan sunî teşebbüslerden başka bir şey değildi. Ulus devletlerin temelinde ihtiyaç duyulan mit, çoğu kere gerçeğinden daha da iş görüyordu. Bu devletlerin yaptığı şey; yeni çalışmaya başlayacak, tezgahı boş bir manavcının, satın aldığı rengarenk meyvelerle tezgahını şenlendirmesinden aslında çok da farklı değildi. Ulus devletler çoğu kere hakikatten bağımsız olarak kendilerine mitlerden örülü bir tarih inşa ediyor, onu besleyecek unsurlarla yepyeni bir inşada bulunuyorlardı. Bu sadece tarih sahnesinde de olmuyordu üstelik.
- Çok yakın bir tarihten örnek vermek gerekirse, 2006 yılında kurulan Karadağ, bu tarihten önce ve -tabi ki hâlâ- Sırpça konuşmasına rağmen, bağımsızlığını ilan ettikten sonra kullandığı dilin Karadağca, bu dili konuşan ulusun da Karadağlılar olduğunu ilan etmişti.
Tabi ulus devletlerde tarih inşası söz konusu olduğunda yapılan faaliyetler hiç şüphesiz kimi engellerle de karşılaşıyordu. Mesela Selanik’in bir Yunan şehri olduğunu iddia eden Yunanistan için, yüzyıllar boyunca burada varlığını muhafaza eden ve sayıları yüzlerle ifade edilen camiler büyük bir engel teşkil etmişti. Nice Yunan şehri olduğu söylenen yerlerin sahip olduğu silüet içerisindeki cami minareleri her şeyden önce ortaya konan yapay tarihin varlığını inkar ediyordu. Hiç şüphesiz ulus devletlerin pek çoğunda istisnasız olarak gördüğümüz girişilen maddî yıkım, kendi varlığını meydana çıkarmak üzere başka unsurları budama faaliyetinden başka bir şey olmamıştı. Bugün sadece Yunanistan’da 10 binden fazla Türk-İslam eserinin yerinde yeller esmesinin sebebini de bu durum meydana getirmişti. Aynı şey diğer pek çok ülkede de meydana gelmişti. Yapılan yıkım aslında kendilerinden farklı olan bir ulusa duyulan nefretten daha çok, kurulması planlanan yeni ulusun temellerini atma, daha doğrusu ekim yapılacak sahayı boşaltma girişiminden farksızdı. Yunanistan Osmanlı eserlerini bu sâikle ortadan kaldırmış, İsrail 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren sistemli bir şekilde Filistin’de İslam dönemini çağrıştıran unsurları bundan dolayı yok etmiş, Esed rejimi başta Osmanlı eserleri olmak üzere, Suriye’nin İslâmî hüviyetini değiştirme fırsatını 2011 yılından beri devam eden savaşla yakalamıştı. Benzer şey Türkiye’de de olmuş, kurulan yeni rejim eski dönemi inkar etmek, özellikle Avrupa nezdinde o imajından kurtulmak için nice faaliyetlerde bulunmuştu. Yunanistan’da kaybolan camiler gibi İstanbul’da kaybolan camilerin sebebi de bir bakıma aynı olmuştu. Zemini olmayan, sunî kelimelerle adeta yeni bir dil inşasına girişilmiş, yeni bir başkent kurulmuş, kılık kıyafetiyle eskisine benzemeyen bir ulus profili meydana çıkartılmaya çalışılmıştı. Buna Türk milleti denmiş, yapılan tarih kongreleriyle bu ulusa alımlı da bir tarih fistanı biçilmişti.
19. yüzyılda adeta bir furya olan bu faaliyetler daha pek çok modern devlet için de söz konusu olmuştu şüphesiz. Ve içerisinde İsrail gibi yukarıda örneğini verdiğimiz kimi devletler için de bu durum hâlâ kullanışlı olma özelliğini korumuştu. Kullanılan strateji önce kendilerine yabancı olan unsuru yıkmak, inkar etmek, sonrasında da bağımsız bir şeyle inşa etmek şeklinde klasik metotla ilerliyordu. İsrail günümüzde bunun tek örneği de değildi hiç şüphesiz. Suudi Arabistan da belli ki ulus inşa etme maksadı güdüyor, kurguladığı tarihe muarız olan unsurları yıkma noktasında da agresif adımlar atmaktan geri durmuyordu. Kendi resmî anlatısına muhalif dev bir tarihi birikime buldozerle girerken, misalleri görüldüğü üzere tezini destekleyen unsurları dev aynasında teşhir ediyordu. Harvard Üniversitesi Tarih Departmanı’nda Modern Ortadoğu tarihi üzerine çalışan Rosie Beşîr, Archive Wars: The Politics of History in Saudi Arabia (Arşiv Savaşları: Suudi Arabistan'da Tarih Politikası) isimli, Stanford University Press tarafından 2020 yılında yayınlanan eserinde tam da bu meseleyi işlemişti. Rosie Beşîr kitabında modern Suud devletinin sistemli bir şekilde Osmanlı dönemindeki kültürel çeşitlilik ve zenginliği nasıl sümen altı ettiğini gözler önüne seriyordu. Yazara göre Suudi Arabistan’ın bu tutumu, özellikle 1991 yılındaki Körfez Savaşı akabinde kendisini göstermişti. Bu tarihten sonra, Suud'un karar verme mevkiinde bulunan siyasi elitleri devlet, millet ve ekonomi konusundaki düşüncelerini uygulayabilmek için bir devlet politikası olarak hamâsî bir söylem ile, buna katkıda bulunacak tarihî meseleleri canlandırmayı bir ihtiyaç olarak görmüşler, bunun için projeler tasarlamışlardı. Yazara göre bu dönemde İslâmî hareketler otorite tarafından kendi varlığı için mahzurlu bulunmuş, eğitim ve kültür politikaları başta olmak üzere dinin belli yerlerden tecridine gidilmişti.
Sekülerleşmenin yükselişe geçtiği Suud devlet politikasındaki bu durum, yeni hüviyetinin bir gereği olarak onlar için yeni bir tarih yazımı ihtiyacını gündeme getirmiş, bu da haliyle tarihe el atmalarına ve onu dizayn etmelerine müncer olmuştu. Bahsettiğimiz eserin sahibi olan Rosie Beşîr, 20 Ekim 2020 tarihli Middle East Eye’daki How Saudi Arabia obliterated its rich cultural history (Suudi Arabistan zengin kültürel tarihini nasıl yok etti) başlıklı yazısında bu kitabı kendisine yazdıran âmilin ne olduğunu da yazmıştı. Kendi ifadeleriyle, 20. yüzyılda Suudi Arabistan’ın tarih üretimi ile anıt mekanları üzerine arşiv kayıtlarına dayalı, etnografik ve sözlü tarih araştırmaları yapmak için 2009'un sonlarından itibaren düzenli olarak Riyad'dan Mekke'ye seyahat etmeye başlamıştı.
“Araştırmamın yanı sıra, o sırada Mekke şehir merkezini yaşadığı dönüşümleri görsel olarak belgeliyordum. Elimde kamera, Mekke'nin Ulu Camii'ni (Mescid-i Haram) hemen çevreleyen alanlardan başlayarak bir mahalleden diğerine geçiyor ve sonrasında oradan birkaç kilometre uzağa ulaşıyordum. Canlı şehirle tanıştığım sonraki üç yıl boyunca, şehrin çeşitli mahallelerinin, birden fazla dil konuşan sâkinlerinin ve harika mimarisinin tarihine hayran kalmıştım.”
Rosie Beşîr, elinde kamera ile dolaştığı bu seyahatlerinden birinde Medrese-i Savletiyye’nin de tabelasıyla karşılaşmıştı. O dönem burası hakkında özellikle de Arap matbuatında yazılmış yok denecek kadar az malumat olduğundan bahseden Beşîr, buranın Hıristiyanlığa yönelik İzhârü’l-hak adlı reddiyesiyle tanınan alim Rahmetullâh el-Hindî’nin gayretleriyle kurulduğunu öğrenmişti. Bilindiği gibi el-Hindî, İngilizler’e karşı yapılan 1857 yılındaki ayaklanmada faal bir mevkide yer almış, başında bulunduğu yerel kuvvetlerle bizzat İngilizlere karşı çarpışmıştı. Verdiği onca gayrete rağmen İngilizlerin Hindistan’a hakim olmalarını engelleyememiş ve Mekke’ye gitmek zorunda kalmıştı. Bizzat padişah tarafından İstanbul’a da davet edilen bu isim, arşiv kayıtlarından net bir şekilde anlayabildiğimiz üzere Osmanlı’nın kendisine itimat ettiği biri olmuştu. Mekke’de tedrîs faaliyetlerini yürüten el-Hindî, Osmanlı idaresi tarafından da buna teşvik edilmişti. Kimi arşiv kayıtları, yukarıda ismi geçen medresenin harcamaları için Osmanlı tarafından ayrılan bütçeyi net bir şekilde gösteriyordu.
- Beşîr’in yaptığı ve kitabında misallerini verdiği derin araştırma, kendi ifadesiyle unutulmuş olmaktan daha ziyade susturulmuş olan bir tarihi ortaya koyuyordu. Bu da Türk, Güney Asyalı, Endonezyalı veya daha başka Arap olmayan unsurların meydana getirdiği; sosyal, kültürel, entelektüel ve şehir hayatının merkezinde yer alan kişilerin renklendirdiği Osmanlı dönemi Mekke’siydi.
Gerek Medrese-i Savletiyye, gerek Asyalı veya Afrikalı entelektüeller tarafından kurulmuş olan okullardan mezun olan kişiler Arap Yarımadası’ndaki entelektüel birikime ciddi bir katkıda bulunmuşlardı. Her ne kadar bu tarihî gerçekler kısmen de olsa gün yüzüne çıkmış olsa da bu durum ulus merkezci tarih anlatımına herhangi bir şekilde tesir edememişti.
2000’li yıllarda bakiyesiyle karşılaşılabilmesi mümkün olan geçmişin mozaikli yapısı, bugün neredeyse tamamıyla yok edilmiş durumda. İşte Arşiv Savaşları isimli eserinde de Beşîr, 1932'de kurulan Suudi Arabistan devletinin; okul müfredatlarında, müzelerde ve arşivlerde devlet tarafından onaylanmayan tarihi gerçekleri sistematik olarak nasıl da perdelediğini, yok saydığını gösteriyor. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Körfez Harbi burada bir kırılma meydana getirmiş; tarih, devlet tarafından yürütülen kültürel, politik ve ekonomik iddiaların adeta bir savaş alanı haline gelmişti. Beşîr’e göre Suud’un üst mevkiinde bulunan isimler, aralarındaki farklılıklarına rağmen yeni bir tarih anlatısı noktasında bir araya gelmiş ve bu uğurda büyük gayretler sarf etmişlerdi.
“Savaş sonrası plan, aynı zamanda, Suudi Arabistan'ın resmi tarihine ters düşen dikkate değer kimi tarihi yerlerin ve alanların ihmal edilmesinin yanı sıra faal bir şekilde yıkımına da odaklanmıştı. Bunlar büyük ölçüde başkentin dışında bulunan yerlerdi. Mekke bunların başında geliyordu ama tek değildi. Arap Yarımadası'ndaki çeşitli ve birbirine bağlantılı tarihî hakikatlerin silinmesi, şehirlerin yönetildiği kültür politikasıyla yakından bağlantılıydı; ziyaretlerim sırasında, Mekke şehir merkezinin toptan yıkımının bir kısmını görsel olarak belgeledim.”
Özellikle 2000’li yılların başları, Mekke şehir merkezinin ciddi bir yıkımına şahit olmuştu. Şehrin yüzyıllardır muhafaza etmiş olduğu kimliği, çok değil, hemen birkaç yıl sonra yerini gökdelenlerin boy gösterdiği bir inşaat alanına bırakmıştı. İslam’ın doğduğu bu şehirde vinçler hiç durmuyor, tarihî yapılar yok edilirken, yerlerine devasa büyüklükte, estetikten mahrum olanlar ekleniyordu. Milyar dolarlarla ifade edilen Kral Abdülaziz Vakfı İmar Projesi kapsamında yapılan Ebrâcu’l-beyt, Mekke’nin muhafazasını yapmak için Osmanlı döneminde inşa edilen ve 2001 yılında yıktırılan Ecyâd Kalesi’nin yerine geçmekle kalmamış, aynı zamanda Harem’in güneybatıdan güneş ışığıyla olan bağlantısını da kesmişti. Şehrin kuzey kısmına çökmüş olan eş-Şâmiyye İmar Projesi yukarıda isminden bahsettiğimiz Medrese-i Savletiyye’nin inşa edildiği saha da dahil olmak üzere kilometrelerce uzanan bir alanda adeta dev bir krater meydana getirmişti.
Mega yıkımlar getiren mega projeler bunlarla da sınırlı kalmamıştı. Harem’in batısında boy gösteren Cebel Ömer İmar Projesi, Osmanlı döneminin siyâsi, ilmî, kültürel birikimi olan bölgeyi kendisine hedef seçmişti. Şehrin yeniden oluşturulan silüeti insanların evlerine ve işyerlerine de uzanmıştı. On binlerce insan ufak tazminat meblağları karşılığında yerlerinden edilmişti. Şehrin tanınmayacak hale geldiği 2010 yılı, dönemin valisi olan Hâlid bin Faysal’ın teşebbüsüyle bir Araplaştırma politikasına şahit olmuş; Arapça olmayan cadde, sokak, yapı vs. isimleri Arapça yeni icat edilenlerle değiştirilmişti.
Sadece Arap olmayan da değil, Suudi olmayan Arapları da kendisine bir tehdit olarak gören Suud idarecileri, şehrin kozmopolit yapısını gösteren tarihî birikimini yok etmeyi kendileri için bir gereklilik olarak görmüşlerdi. İşin özeti Beşîr’in de ifade ettiği şu gerçekti:
“Tüm modern devletler gibi, Suudi Arabistan da kendi millî tezine uymayan tarihi yok saymaya ve buna uyanları da ön plana çıkarmaya çalıştı.”
Çok da uzak olmayan bir tarihte Suudi Arabistan Turizm Bakanlığı tarafından duyurulan bir haber kendi tarih tezlerine uyan bir tarihi vakanın öne çıkartılmasının belki de en iyi misalini meydana getirmişti. Lawrence’ın, Suudi Arabistan’ın Kızıldeniz kıyısındaki liman şehri olan Yenbu’da kaldığı ev turizme açılacaktı. Buradaki liman, Osmanlı’ya karşı savaşan İngilizler ve kimi Arap kabileleri için I. Dünya Savaşı esnasında bir tedârik noktası olmuştu. Öyle ya, Suud ulusunun tarihinde kendilerini Osmanlı’dan kurtarmak için gayret sarf eden Lawrence da yer almalıydı.
Osmanlı döneminde inşa edilen yapıların yok edilmesiyle sınırlı kalmayan bu yıkım faaliyetlerinden İslam tarihinin önemli isimlerinin mezarları, yaşadıkları yerler vs. de nasibini almıştı. Kökü söküp atma projesi kendisini net bir şekilde gösteriyordu. Fakat yüzyıllarca devam eden Osmanlı hakimiyetinin kutsal topraklara adeta işlemiş olan varlığı, satıh üzerindeki eserlerin kaldırılmasıyla mümkün olmuyor, bu noktada Suud idarecileri tarafından başka teşebbüslerin de alınmasını gerekli kılıyordu. Oldukça yakın bir zamanda Suudi Arabistan’daki okulların müfredâtında yapılan değişiklikle Osmanlı’nın işgalci olarak gösterilmesi bunlardan sadece biriydi. Tabi bu olup bitenlerde Suud yönetiminde yaşanan eksen kaymasının da tesiri vardı. Kadîmin yerinde cedîd vaz ediliyor, yeni bir inşa yapılıyordu.