Suriye’nin İran ve Hizbullah Kâbusu

KENAN ALPAY

Herhalde görmeyen kalmamıştır. Suriye Devlet Televizyonu Banyas’ın el-Beyda köyünde ordunun giriştiği katliamı hem de güle oynaya canlı yayınlıyor. Havadan ve karadan kuşattıkları bölge halkını kadın-erkek-çocuk ayrımı gözetmeksizin katleden Baas askerlerinden ve Şebbiha milislerinden morallerinin ne kadar yüksek olduğuna dair beyanlar yansıyor ekrana. Evler, sokaklar ve meydanlar parçalanmış cesetlerle dolu.

Devlet televizyonu mağrur ve muzaffer askerlerin gülüşmelerine odaklanmış bir de ele geçirilen silahlara. Sergilenen silah ve mühimmatın çoğu av tüfekleri ve av fişeklerinden müteşekkil.

Suriye rejiminin katliamlarını sürdürebilmesi için adeta zımni bir anlaşma yapılmış. Baas-Esed rejimini ayakta tutmak için Rusya ve İran her türlü desteği sahaya sürerken AB ve ABD ise oyalama taktikleri ile halkın katledilmesine ve ülkenin yıkılmasına çanak tutuyor.  Küresel ve bölgesel rekabet zirve yapıyor görüntüsü altında ABD ve Rusya’nın, İsrail ve İran’ın ortak paydası “Esed’siz Suriye” seçeneğinin tedavülden kaldırılması olmuş.

Hattı İmam’ın Hattı Esed’e Evrilmesi

Suriye’de Baas cuntasının bekası için seferberlik ilan eden en büyük destekçinin İran olduğu hiç şüphe götürmez. İran, İslam inkılabı ve cumhuriyeti ideallerini inkâr ederek hem tağuti bir despotik iktidarla aynı safta olmak için yırtınmış hem de mazlum ve mustazaf bir halkın kanına ve iffetine musallat olmuştur. Adalet ve merhamet çizgisine işaret eden “Hattı İmam” terk edilmiş ve yerine “Hattı Esed/Baas” ikame edilmiştir. Bütün günahlar ve zulümler, ısrarlı bir biçimde içerisinde ABD ve İsrail sözcükleri geçen bir takım yalanlarla temize çıkarılmak istenmekte. Stratejisini Esed hanedanını, Şebbiha ve Muhaberat çetelerini Suriye halkının inkâra kalkıştığı gerçek ilah ve rableriymiş gibi koruma ve kollamak üzere kurmuş. Bu sebeple sadece Suriye halkının değil bütün İslam toplumlarının öfke ve nefretini celp ediyor.

İran sadece kendi imkânlarıyla değil özellikle Lübnan’da nüfuzu altında tuttuğu Hizbullah eliyle de bu kirli ve kanlı siyasetini devam ettiriyor. Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah alenen ve defaatle Baas cuntasına uzanacak elleri kırmaya, Esed’siz bir çözüm isteyenleri Ortadoğu’yu ateş topuna çevirmekle tehdit etti, ediyor. İran’ın diğer bölgelerde bulunan nüfuz casusları da belki Hizbullah gibi açıktan ve silahla değil ama daha sinsi ve sofistike yöntemlerle bulundukları bölgede Esed rejimi lehine, İslamcı muhalefet aleyhine faaliyet gösteriyorlar. Türkiye’de Şeytan Ayetleri’ni yayınlayan Perinçek-Aydınlık cuntasından tutun da tarihi İslam ve insanlık düşmanlığıyla tescilli bir dizi Kemalist-ulusalcı-sosyalist örgüte kadar hemen herkesle işbirliğine iştiyakla dâhil oluyorlar.

Suriye’de Müslüman halka karşı yürütülen katliam ve yıkımlarda İran ve Hizbullah en büyük pay sahibidir. Ancak sürekli olarak “Büyük Şeytan Amerika” masalıyla ortak oldukları büyük zulmü meşru, makul hatta zaruri göstermeye yelteniyorlar. Suriye’de değil son 26 aydır son 26 hatta 36 senedir ABD kurşunuyla, bombasıyla ölen kimse yok. Lakin habire “Büyük Şeytan ABD” plağı çalınıyor. Suriye’de kitleler halinde öldürülen Müslümanlar Baas rejiminin bekası adına Sovyet/Rusya tarafından temin edilen silahlarla öldürülüyorlar. Suriye halkının Büyük Şeytanı Rusya’dır ve maalesef Küçük Şeytanı da Baas’ın işbirlikçileridir.

Suriye’nin Büyük ve Küçük Şeytanı

“Katil Rusya Suriye’den Defol” sloganlarının yanına “Katil İran ve Hizbullah Suriye’den Defol” sloganları eklense kim, hangi hakla karşı çıkabilir? İran ve Hizbullah’ın stratejik menfaatleri için Suriye halkı, neden kanının akıtılmasına, namusunun yağmalanmasına tahammül etsin ki? 25 milyonluk Suriye halkı Baas, İran ve Hizbullah’ın bekasına kurban olmak üzere yaratılmadı ki!

Rehber Hamaney’in dış politika başdanışmanı Velayeti’nin “direnişin altın halkası” olarak nitelediği tağuti rejime karşı kıyam eden Müslümanları İran Dışişleri Bakanı Salihi Kemalist cuntanın Cumhuriyet’ine “Cihatçılar dibimizde” diyerek şikâyet ediyordu. İran, Türkiye’deki Kemalist, ulusalcı, sosyalist cepheyi olduğu kadar küresel sömürgecileri de “Tehlikenin Farkında mısınız?” frekansından uyarıyordu. Durumdan vazife çıkarmak, ispiyonlamak, kara propaganda imkânlarını devreye sokmakla İran, ne kadar rezil ve zelil bir bataklıkta debelenmekte olduğunu bir türlü fark edemiyordu.

Salihi’nin Cumhuriyet Gazetesi’nden bütün dünyaya geçtiği “Tehlikenin Farkında mısınız?” mesajını şöyle bir hatırlayalım da kimlerin, ne türden hisseler çıkarabileceğini şöyle bir tefekkür edelim: “Suriye’de doğacak otorite boşluğunun olumsuz sonuçlarından biri de bölgeye aşırı unsurların yayılma tehlikesidir. Afganistan’a bakın. Şimdi Avrupa’nın dibinde aynı terörün yeşermesi için verimli topraklar hazırlanıyor. Cihatçı radikaller bölgede zemin kazanıyor.” (9 Ağustos 2012) AB ve ABD’ye olduğu kadar Kemalizm gibi bölgedeki laik-ulusalcı karakterli despotik iktidarlara da yapılan bu uyarı ve iş birliği çağrısının tevil edilebilir olduğu düşünen beri gelsin.

İster istemez insanın aklına şu gibi sorular akın ediyor: İran’ın lideri Ali Hamaney nasıl bir Ayetullah ve Rehber ki tağuti Baas cuntasının bekası için işlenen hiçbir katliama, binlerce kadının maruz kaldığı sistematik tecavüzlere bir gün olsun itiraz etmiyor? İtiraz etmek bir tarafa Suriye’deki katliam ve tecavüz şebekeleri nasıl oluyor da “kırmızı çizgi” olarak taltif ediliyor? Meşru ve makul bir cevabı olamayacağı besbelli olan bu iki soru öylece boşlukta duruyor.

Suriye’deki mazlum ve mustazaf halkın sesi soluğu olmak yerine Şebbiha ve Muhaberat çeteleriyle iş tutup onların seslerini boğmaya kalkan bir stratejinin bırakın İslam’la herhangi bir ahlaki öğretiyle alakası kurulabilir mi? Suriye’de dökülen kanların, kirletilen namusların, yağmalanan şehirlerin hesabının sadece Esed/Baas cuntasına sorulacağını zannedenler fena halde yanılıyorlar.  İran ve Hizbullah’ın sözde ABD-İsrail planlarına karşı durmak adına alenen Baas/Esed cuntasının ve Rusya-Çin bloğunun tetikçisi ve muhafızı durumunu tercih etmesinin ahlaki ve İslami bedeli sanılanın çok çok üstünde olacaktır.

Bu zalim stratejik hesaplar arasında kimin kimi kullandığı ve sahaya sürdüğü hakkında bir dizi spekülasyon da eksik olmuyor tabi ki. Rusya ve Esed rejimi mi kendi menfaatleri doğrultusunda İran ve Hizbullah’ı kullanıyor yoksa İran ve Hizbullah mı Kudüs’ün yolunu açmak(!) üzere Esed rejimi ve Rusya’yı kullanıyor? İran ve Hizbullah cephesinden yükselen cevaplar doğal olarak “Her şey Kudüs İçin!” oluyor.

Madem ki 'Tekfirciler', Katledilsinler!

Yakılıp yıkılan koskoca bir ülke, kitleler halinde öldürülen insanlar, tecavüz ve işkenceler, biri emperyalist diğeri işbirlikçi despotik rejimle yürütülen stratejik ittifak vs. hepsi ama hepsi tek bir hedefe matufmuş: “Herşey Kudüs İçin!”  Nasıl olduysa oldu “Kudüs aşkı” bütün haksızlıkları, tutarsızlıkları ve kirli ittifakları örten sihirli bir değneğe dönüşüverdi. Sürecin en acı veren boyutlarından biri de bu olsa gerek.

Baksanıza Nasrallah, Hizbullah olarak Suriye’de olma gerekçelerini “Tekfirci/Radikal İslamcılarla mücadele” olarak tanımlıyor. Biz uzun bir dönemdir bu “radikal İslamla mücadele” söylemini bir yerlerden çok iyi biliyoruz elbette. Lakin yine de merak etmemek elde değil. Suriye’de katledilen kaç erkek ve çocuk ‘tekfirciydi’ acaba? Kaçırılıp hapsedildikleri zindanlarda ırzına geçilen Müslüman kadınların da suçları ‘tekfirci’ olmaları mıydı yoksa?

Nasrallah, “tekfirci-radikal” yaftası yapıştırdığı koskoca bir halka karşı Şebbihalarla el ele verip her türlü kirli savaş yöntemini kullanarak saldırmaya İslami ve ahlaki açıdan nasıl bir mesnet buldu, anlamak mümkün değil. Bu psikolojik harp tekniklerinin Nasrallah’ın diline yakışmadığı besbelli. Fakat koskoca bir İslam toplumunu da bu yalanlara kanacak kadar keriz zannetmek ve bu vehim üzerine siyaset üretmek düşülebilecek en büyük tuzaklardan biridir.

Başka bir soruda şu: Suriye’deki veya başka bir beldedeki “tekfirci/radikal” İslamcılarla silahlı mücadele ne zamandan beridir Hizbullah’ın görevi ve misyonu oldu? Bir de bu görevi hangi hak ve yetkiyle kim Hizbullah’a verdi? Milyonların canını acıtan, yüz binlerin kanını akıtan mevcut tablo şunu teyit etmektedir: Hizbullah’ın da onlara bu silahlı müdahale yetkisini verenlerin de Suriye’de giriştiği mücadele gayrı meşrudur. İlaveten ahlaki ve İslami çerçevede geçerli hiçbir izah tarzı yoktur.

Suriye’de Devrim Muhafızları ve Hizbullah militanları hangi hakla ve kimin kanını döküyor? Türbe fetişizmiyle, mezhep taassubuyla, tağuti otoritenin tetikçiliğiyle ne İran, İslam inkılabının sembolü olarak kalır ne de Hizbullah, ümmetin iftiharı olarak anılır. Bu gidişle olsa olsa önce Suriye halkının sonra da ümmetin musibeti olurlar.