Taha Kılınç, Yeni Şafak gazetesinde yazısında özellikle CHP ve İyiparti tarafından yapılan “Suriyeliler kovacağız” vaatlerini değerlendiriyor:
İsrail’in kuruluşunun ilân edildiği 14 Mayıs 1948’den sonra patlak veren çatışmalar, 900 bin civarında Filistinlinin, yaşadıkları bölgeyi terk etmesine yol açtı. Çoğu silahlı Siyonist gruplar tarafından sürgün edilen bu insanlar hem Filistin’in henüz işgal edilmemiş noktalarına hem de komşu Arap ülkelerine dağıldılar.
530’dan fazla Arap yerleşim birimi de bu süreçte tamamen harabeye çevrildi veya nüfusundan arındırılarak boşaltıldı. 1949 yılının başı itibariyle, Filistinlilerin terk etmek durumunda kaldığı arazinin büyüklüğü 20 bin 350 kilometrekareyi buluyordu.
Ateşkes ilân edilip de İsrail’in varlığı dünya tarafından resmen tanınmaya başladığında, işgal yönetimi, Araplardan kalan toprakların resmen el değiştirmesi için düğmeye bastı. 14 Mart 1950’de yürürlüğe giren “Sahipsiz Mülk Kanunu”, Filistinlilerin geride bıraktığı bütün gayrimenkullerin, arazilerin, evlerin ve banka hesaplarının İsrail tarafından müsadere edilebilmesini mümkün kılıyordu. 1901’de kurulan ve ciddi bir bütçeye sahip olan Ulusal Yahudi Fonu, Filistinlilerden kalan her şeyi hızlı bir şekilde satın almaya başladı. 1953’te fona vergi indirimi ve ekonomik imtiyazlar sağlanarak, daha fazla toprak ve gayrimenkulün alınabilmesi teşvik edildi. Ayrıca, fonun elinde biriken menkul ve gayrimenkul bütün servet, “kamu malı” sayılarak, bunların hiçbir şekilde devredilemeyeceği karara bağlandı.
İsrail yönetimi, ülke içinde göç eden Filistinlilerle ilgili de bir takım düzenlemeler yapmakta gecikmedi. Çıkarılan yasalarla bazı bölgeler “kapalı alan” ilân edilerek, Filistinlilerin kendi arazileri ve mülkleriyle fiziki bağlantıları kesildi. Bazı Filistinlilere İsrail mahkemelerinde haklarını arama yolu açıldıysa da, tahmin edilebileceği gibi, bu taleplerin tamamına yakınında İsrail yönetimi haklı bulundu.
1951 yılına gelindiğinde, İsrail, işgal ettiği ve kontrol sağladığı toprakların yüzde 92’sinde mülkiyeti de filen -ve hukuken- ele geçirmişti. 1967’de Doğu Kudüs ve Batı Şeria’yı da işgal ederek kontrolünü genişleten İsrail, Filistinlilere yönelik toptan süpürme ve mülksüzleştirme siyasetini bugün de son hızla devam ettiriyor.
***
İsrail’in Filistin topraklarında başlattığı ve hâlen sürdürdüğü bu kıyımın üzerinden 60 yıl geçtikten sonra, aynı sistem bugün Suriye’de de uygulamaya geçirilmiş durumda:
Suriye yönetiminin geçtiğimiz ay kanunlaştırdığı bir düzenleme, savaş sebebiyle yaşadıkları yerleri terk etmek durumunda kalan Suriyelilerin mülklerine ve arazilerine el koyulmasını mümkün hale getiriyor. Ülke içinde yer değiştiren veya ülke dışına kaçan 10 milyon civarında insanı ilgilendiren düzenlemeye göre, hükümetin ilân ettiği süre içinde, 30 gün zarfında gelip mülkünün tapusunu ibraz edemeyenler her türlü haklarını kaybetmiş sayılıyor. Hem fiziksel olarak geri dönüşün zorluğu (hatta imkânsızlığı) hem de savaş nedeniyle resmi evrakların kaybolması gibi nedenlerle, Suriyeli mültecilerin ispat-ı vücut yapması ise mümkün görünmüyor.
Çatışmalardan kaçanlar rejim tarafından “hain” veya “şüpheli” olarak damgalandığı için, geride bıraktıklarına sahip çıkabilmek için ülkeye dönenler kapsamlı bir güvenlik soruşturmasından geçiriliyor. Suriye hükümetinin, “sakıncalı” gördüklerine mülklerini iade etmeme hakkının da bulunduğu kaydediliyor. Bu durum, söz konusu yasal düzenlemenin, ülkenin demografik (hatta mezhepsel) yapısını değiştirmek ve nüfusu yeniden şekillendirmek için yapıldığını akıllara getiriyor.
Tam bu noktada, Beşşar Esed’in 21 Ağustos 2017’de yaptığı bir konuşmayı hatırlamak yerinde olur. Esed orada şöyle diyordu: “Evet, gençlerimizin en iyilerini ve ülkemizin altyapısını yitirdik. Ama daha sağlıklı ve homojen bir toplum kazandık.”
Birçok yorumcu tarafından -haklı olarak- “Hitlervari bir açıklama” olarak yorumlanan bu sözler, Suriye’de hayatını kaybeden 800 binden fazla insana rejimin nasıl baktığını da gösteriyor. Şimdi savaşın bitişine doğru, Suriye yönetimi, “yeni ve yekpare” bir toplum yaratmak için kolları sıvamış görünüyor. İsrail’in Filistin topraklarını Filistinlilerden arındırarak, “Yahudi devleti” kurmaya girişmesi gibi tıpkı.
İlginçtir, “İsrail’e karşı direniş hattının uç karakolu” olarak tasavvur edilen Suriye, yolun sonunda İsrail’le birebir örtüşen bir siyasal ve askeri çizgiye savruldu. Bunu da herhalde, Ortadoğu’ya has ironiler arasında saymak gerekir.
***
Seçim atmosferinde atılan nutuklar bağlamında, muhalefet adaylarının sarf ettiği “Suriyelileri geldikleri yere göndereceğiz!”, “Burası aşevi değil. Kapatırım kapıları, orda kalırsın!”, “Memlekette insanımız muhtaç durumdayken, Suriyelileri mi besleyeceğiz?” türünden cümleleri sıklıkla duyar olduk. Suriye’deki savaşın nasıl ve neden başladığı tartışmaları bir yana, bu cümleleri kuranların, Suriye’de olan-bitenden pek haberlerinin olmadığı ve hadiseleri bambaşka bir yerinden tuttukları anlaşılıyor.
Ülkemizde misafir bulunan Suriyeli kardeşlerimizin kâhir ekseriyetinin, uzunca bir süre daha aramızda yaşamaya devam edecekleri gerçeği önümüzde duruyor. Üretilecek politikalarda bu gerçeğin gözetilmesi ve buna uygun adımların atılması şart. Ortadoğu’nun gerçekleri keşke nutuk atmak kadar basit ve yalın olsa…