Abdullah Yalnız / Genç Dergisi
Suriyeli değil muhacir, göçmen değil insan, mülteci değil can
Arkadaşıyla kavga ettiği ve ciddi zarar verdiği gerekçesiyle, okulların psikolojik danışma ve rehberlik servisine yönlendirilen Suriyeli bir öğrenci. Sarışın ve mavi gözlü (bu detayı verme nedenim aşağıda). Türkçeyi biraz anlıyor ama cümle kuramıyor, tek tük kelimeyle kendini ifade etmeye çalışıyor. Elektronik sözlükten de yardım alarak, çat pat Arapçamla iletişim kurmaya çalışıyorum.
- “İdaremiz anne babanı okula çağıracak biliyorsun değil mi, şimdi onlar da üzülecek, niye böyle yapıyorsun yavrum” diyorum.
- “Baba şehit” diyor.
-“Nerede oldu?” diyorum.
- “Cihat” diyor.
-“Nasıl oldu” diyorum.
-“Bomba” diyor.
Onunla biraz zaman geçiriyorum. Bir insan olarak değerli olduğunu hissettirmeye çalışıyorum, “Buradasın ve senin varlığını onaylıyorum.” mesajı veriyorum. Kantinde çay-bisküvi keyfi yapıyoruz. Elimde sihirli değnek yok belki ama bu kadarcık özen göstermek bile çok şeyi değiştiriyor, çocuğun davranışları yumuşuyor, çevresine yönelik saldırgan tutumları azalıyor.
***
Sınıf öğretmeni, öğretmenler odasında büyük bir şevkle ve heyecanla anlatıyor:
-“Çocuk tek kelime bilmiyordu, üç ay içinde Türkçeyi söktü ve okuma-yazma öğrendi. Üstelik annesi de artık Türkçeyi epey anlıyor.”
-“Nasıl oldu hocam, siz Arapça biliyor musunuz?”
-“Yok bilmiyorum, resimler üzerinden her gün materyaller hazırladım. Bu ağaç, bu kalem, bu elbise diye çocuğa tek tek telaffuz ettirdim. ‘Eve gidince sen de anneni bu şekilde çalıştır’ diye sıkı sıkı tembihledim. Haftada 2 gün de annesi ders çıkışında yaptığı ödevleri göstermek için okula geldi. Onlar da çok önemsedi ve çalıştı, ben de elimden geleni yaptım.”
***
Veli odama hışımla giriyor. Okul çıkışında Suriyeli bir öğrenci çocuğuna tekme atmış. “Kendimi zor tutuyorum, kendi vatanımızda çocuklarımız başkalarından sopa yiyor.” diyor.
“Benzer durum bu yaş dönemindeki Türk öğrenciler arasında da sıkça yaşanıyor.” diyorum. İsim vermeden ve detaya inmeden, okul içinde yaşadığımız benzer durumlardan örnekler veriyorum. “Tabii ki vurmak doğru bir davranış değil ama karşımızdaki çocuğu öncelikle bir insan olarak değerlendirelim, etnik kimliği ve uyruğunu bir an olsun hatırlamayalım, bilmeyelim, öğrenmeyelim.” diyorum.
Biraz olsun sakinleşiyor.
“Almanya’da hemen hepimizin akrabası var, onların özellikle ilk gittikleri yıllarda yaşadıkları zorlukları dinlemişsinizdir...” diyorum ve “Birlikte çözeceğiz inşallah bu durumu, merak etmeyin.” diye ekliyorum.
***
Çocuk parkında iki çocuğunu oynatan Suriyeli bir anne… Hâl ve hareketleriyle, çocuklarına müdahale etme biçimleriyle öyle eğreti duruyor ki parkta, “kusura bakmayın rahatsız ettim.” der gibi... Adeta “Bir bakıp çıkacaktım.” şeklinde fısıldayacak gibi.
Bir ara salıncakta küçük çocuğunu sallıyor. Muhtemelen 2 yaşlarında. Benim oğlan hızla salıncağa koşuyor, bir şey dememe fırsat kalmadan salıncağa binmek istediğini belirterek tutuyor ve hafifçe sallıyor.
- “Oğlum sıranı beklemen gerekiyor; arkadaştan sonra sen sallanırsın, şimdi başka oyuncaklarla oyna.” diyorum ama çok geç kalıyorum. Annesi hemen küçük çocuğu salıncaktan kaldırıyor, ağlamasına ve benim ısrarıma kulak vermeden hızla parktan uzaklaşıyor.
***
“En iyi şeyleri alıyorlar, en güzel kıyafetleri giyiyorlar; paraları var demek ki. Bir de mavi gözlü sarışınlar var içlerinde, nasıl Suriyeli bunlar anlamıyorum ki. Hiç içime sindiremiyorum yanımdan geçmelerini.” diyor hınçla; bir zamanlar inançlı insanların önemli konumlarda olmasını ve güzel şartlarda yaşamasını da hazmetmekte zorlanan o meşhur yaşlı teyze prototiplerinden biri... Mesire yerindeki bir bankta ve kısık sesle söylüyor düşüncelerini...
***
Bir ortamdayız ve muhabbet ediyoruz. Gruptakilerden biri:
- “Biz onlar için Suriye’de savaşıyoruz, adamlar burada yan gelip yatıyor, plajda nargile içiyor.” diyor.
Bir başkası yanıtlıyor:
-“Öncelikle şunu söyleyeyim, biz Suriye’de aslında kendimiz ve ülkemiz için savaşıyoruz. Şu anki mücadeleyi, oluşturulmak istenen terör devletinin gücünü kırmak ve vatanımıza diktiği gözü oymak için yürütüyoruz. Bir nevi, terör ülkemize gelmeden önce ve sınır dışındayken bitiriyoruz. Onlar için savaşsaydık 2011’de direkt süreci başlatmamız gerekirdi. Ayrıca onların akrabaları Milli Suriye Ordusu’nda hem kendi vatanlarını korumak için hem de bir nevi bizim terörle mücadelemize destek vermek için savaşıyor ve şehit oluyor.
Plaj konusuna gelince, bu anlamda o kişilerin daha özenli ve hassas davranması gerekiyor haklısın ama 3-4 milyon içinde birkaç kişinin yaptığı bir davranışı herkese mâl etmemek gerekiyor. Kökeni Türk olup ne kötülükler yapabilen insanlar var, biliyoruz veya medyadan duyuyoruz değil mi? O nedenle ortak paydamız öncelikle insan olmak ve sonra Müslüman olmak.
Onlar da bizimle ve sizinle aynı duygulara sahip insanlar. Mahcup oluyorlar, inciniyorlar, istenmediklerini hissettikçe yürekleri yanıyor. Ayrıca onların da ergenlik dönemini şiddetli geçiren çocukları ve gençleri var. Saçlarını ilginç yaparak veya demir aksesuarlar takarak dikkat çekmeye çalışıyorlar. Biz onları dışladıkça, gruplaşma ve gettolaşma ortaya çıkar.”
İnsanlar; kalpliler ve kalpsizler olarak ikiye ayrılır
Suriyeliler konusu; sosyal, ekonomik ve demografik (nüfus dağılımı) etkileri olan çok boyutlu bir meseledir. Toplum bilimciler, ruh sağlığı uzmanları, siyasiler ve sivil toplum kuruluşları konuyu tüm boyutlarıyla ele almaya çalışıyor. Birçok faydalı çalışma yapıldı, yapılmaya devam ediyor ve daha da yapılacak. Ancak meselenin en başta “insanlık” çerçevesinde ele alınması gerekiyor.
Bizim şahsi olarak ve siyasi etkisi olmayan normal vatandaşlar olarak konuya “Müslüman kardeşliği” ve “insani duygular” boyutundan bakmaya ısrarla devam etmemiz gerekiyor. İnançlı ve dini hassasiyetleri olan kişiler bile konuya “artık yeter” boyutundan yaklaşırsa, ciddi bir savrulma yaşıyoruz demektir.
İnsan hikâyeleri üzerinden Suriyeliler konusuna eğilmemiz ve o insanları “kitle” olarak görmeden, kendileriyle tek tek, fert fert, birer birer ünsiyet kurmamız gerekiyor. Onları “Her insan gibi biricik bir hayat öyküsüne sahip olan ve belki de çoğu zaman bizden daha zorlu şartlarda hayatını sürdüren” insanlar olarak görmemiz icap ediyor. Bunun yolu da evlerine misafir olmak, onları evimizde ağırlamak, yetim çocuklara sahip çıkmak, küçük mutluluklar yaşamalarına katkı sağlamak ve kendimizden uzak tutmak yerine içlerine girmekten geçiyor. Aksi halde insani duygularımız, yavaş yavaş körelebilir.
Ayrıca kişisel lügatlarımızda Suriyeli kelimesi yerine kardeşim, göçmen ya da mülteci kelimesi yerine muhacir kelimelerinin yer alması ve yürekten gelerek kullanılması, basit gibi görünen ama son derece önemli bir detaydır. Zira insan tanımladığı şablonlara göre düşünceler üretir ve davranışlar sergiler. “Kardeşine” veya “canım” dediğin kişiye yönelik yaklaşım tarzın, diğerlerine yönelik yaklaşım tarzından her zaman daha farklı olacaktır. O nedenle önem verilmesi gereken durum muhacirler veya muhacirlik değil, yerli veya muhacir fark etmeksizin “insanlık” kıvamımızın atmasıdır. Bu olduktan sonra muhacirlerin oryantasyon sorunları ve entegrasyon problemleri çok rahat bir şekilde aşılır.
Son bir not: Bülbülü altın kafese koymuşlar yine vatanım demiş. Afrin ve Fırat Kalkanı gibi şanlı operasyonlar sonucunda, 500 binden fazla Suriyeli kendi isteğiyle evine döndü. Benzer bir durumun, şuan devam eden Barış Pınarı Harekatı’ndan sonra da gerçekleşmesi bekleniyor. Toplumsal kaygılarımızı da göz ardı etmeden ancak muhacirlerin de kalbini kırmadan, gönüllü veya teşvik etme yoluyla mutlaka birtakım düzenlemeler yapılabilir. Bunlar işin aslında kolay olan kısmıdır ve devletimizin çözümleyebileceği durumlardır. Önemli olan en başta da söylediğimiz gibi; insanlık seviyemizin, kalitemizin ve dolayısıyla hassasiyetlerimizin artarak devam etmesidir. Nitekim insanlar; kalpliler ve kalpsizler olarak ikiye ayrılır. Kadın-erkek, Doğulu-Batılı, sağlıklı-hasta, amir-memur, patron-işçi, vasıflı-vasıfsız, yerli-mülteci gibi diğer tüm sınıflandırmalar; insani ve manevi yönden hiçbir önemi olmayan, mezar taşı ortak paydasında eşitlenen yapay sınıflandırmalardır.