Yrd. Doç. Dr. Ali Emrah Bozbayındır / Anadolu Ajansı
Suriye, son yıllarda şiddetin, çocuk ölümlerinin, hatta kıyıya vuran çocuk cesetlerinin dahi kanıksandığı bir çorak ülkeye (wasteland) dönüşüyor. Sınırımızın biraz ötesinde nisan ayı başında İdlib’de kimyasal silahların kullanıldığı ifade edilen saldırıda yüze yakın insan hayatını kaybederken, 600’e yakın yaralıdan 74’ü Hatay’da tedavi altına alındı. Bu yaralılardan 34’ünde kimyasal maddeye maruz kaldıklarına dair belirtilere rastlandığı ifade ediliyor.
Kimyasal silahlar son dört yıldır Suriye savaşı bağlamında gündemden düşmeyen bir mesele. Daha evvel 2013 senesinde Şam bölgesinde kimyasal silahların kullanımı BM Güvenlik Konseyi kararıyla kınanmıştı (Karar no: 2118). Yine 2015 yılında Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW)’nün bulgularına göre klorin gazı kullanıldığı tespit edilmişti. Bunun üzerine kabul edilen Güvenlik Konseyi Kararı 2209 (2015) da toksin kimyasalların Suriye savaşında kullanıldığı konusunda OPCW vaka tespit heyeti (fact finding mission) tarafından büyük bir ihtimalin (high degree of confidence) olduğu tespitine dayanıyor. Konsey bu kararında, daha evvel alınan 2118 sayılı kararına riayet edilmemesi halinde askeri müdahale de dâhil, her türlü yaptırımın uygulanabileceğine karar vermişti.
Veto kararında Rusya yalnız kaldı
Buna karşılık, İdlib vilayetine bağlı Han Şeyhun’da yaşanan saldırı sonrasında BM Güvenlik Konseyi benzer bir karar almak veya Suriye rejimine yaptırımlar uygulamak şöyle dursun, Konsey müzakerelerine yansıyan gerilim, Suriye savaşına müdahil olan güçler arasındaki derin çatlağı ve görüş ayrılıklarını ele veriyor. 12 Nisan 2017 tarihinde İngiltere’nin başını çektiği daimi üyeler ABD ve Fransa, Suriye rejimini kimyasal silah kullandığı için kınayan bir karar taslağını oylamaya sundu. Daimi üyelerden Rusya’nın vetosu nedeniyle bu karar kabul edilemedi. Bu şekilde Rusya sekizinci defa Güvenlik Konseyi’nin Suriye rejimini kınayan ve dolayısıyla Suriye’ye askeri müdahale ve sair yaptırımların önünü açabilecek bir kararı veto etmiş oluyor.
Daha evvel Rusya ile birlikte altı kez veto hakkını kullanan Çin Halk Cumhuriyeti’nin 12 Nisan oylamasında çekimser oy kullanması ise Rusya’nın Konsey’de bu sefer yalnız kaldığı intibaını uyandırıyor. Bunda nisan ayında gerçekleşen ABD-Çin görüşmelerinin etkisinin olup olmadığı da tartışılıyor.
OPCW'nin raporu hayati önem taşıyor
Rusya veto gerekçesini açıklarken İngiltere’ye ağır eleştiriler yöneltti. İngilizleri, Rusya’nın ABD ile yakınlaşmasından ve Astana-Cenevre müzakerelerinden rahatsız oldukları, adeta uykuları kaçtığı için süreci sabote etmekle suçladı. Hatta bir ara ortam iyice sertleşti ve Rus temsilcisi “ben konuşurken bana bak!” diyerek İngiliz temsilcisine çıkıştı. Buna karşılık İngiliz ve ABD’li temsilciler Rusya’yı tenkit ederken duygusal ve insani yönü ağır basan bir retoriğe müracaat ettiler.
İngiltere temsilcisi “Rusya da aynı resimleri gördü. Şimdi nasıl ölü çocukların yüzüne bakarak bu ölümleri kınayan bir kararı veto edebilir?” veya “Yürek burkan hakikat şu ki Suriyeli çocukların sesi burada duyulmuyor” ifadelerini kullanırken; ABD’li temsilci kimyasal saldırıda hayatını kaybeden ikiz bebeklerin ve babalarının dramını gözler önüne serdi. Bu duygusal yoğunluğu fazla ve gergin müzakerelerde tarafların argümanlarına bakıldığında ise esasen Rusya’nın önce bağımsız ve tarafsız bir heyet tarafından İdlib saldırısının incelenmesini talep ettiği görülüyor. Rusya’ya göre, tarafsız ve bağımsız bir heyet tarafından bir rapor hazırlanmadan alınacak böyle bir karar, Suriye hükümetini herhangi bir soruşturma olmaksızın mahkûm ettiği için adil bulunmuyor. Güvenlik Konseyi müzakerelerinde söz alan Suriye hükümeti de muhaliflere ait bir kimyasal deposunun patlatılması nedeniyle böyle bir durumun ortaya çıktığını ve hükümetin asla kimyasal silah kullanmadığını ifade ederek kendisini savunuyor.
Bu nedenle Rusya, kimyasal bir saldırı olup olmadığı ve bunu kimin yaptığı henüz netleşmeden Suriye hükümetinin saldırının faili olarak kınanmasına ve yaptırımlara uğramasına karşı çıkıyor. İngiltere ise kendi uzmanlarının bulgularına dayanarak saldırıda sarin gazı kullanıldığını ve rejimin bu saldırının faili olduğunu iddia ediyor. ABD ve İngiltere, sarin saldırısının rejim tarafından yapıldığına inanıyor ve OPCW’nin Güvenlik Konseyi’nin desteğine ihtiyaç duyduğunu ileri sürüyor.
Bu resim karşısında, başında bir Türk’ün olduğu Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün raporu İdlib’deki saldırının gerçek mahiyetinin aydınlatılması ve fail veya faillerinin tespiti konusunda hayati önem taşıyor.
Yasak silahlar kullanılmaya devam ediyor
Kimyasal silahların kullanıldığı tespit edildiği takdirde bunun bir savaş suçu ve aynı zamanda 1925 Cenevre Gaz Protokolünün (1925 Protocol for the Prohibition of the Use in War of Asphyxiating, poisonous or Other Gases, and of Bacteriological Methods of Warfare) de ihlali olduğu açık. Ayrıca bu, 192 ülke tarafından onaylanıp 1997 tarihinde yürürlüğe giren Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’nin (Convention on the Prohibition of the Development, Production, Stockpiling and Use of Chemical Weapons and on their Destruction 1993) de ihlal edilmiş olduğu anlamına gelecek. Suriye 2013 yılında bu sözleşmeye taraf olmuş ve kimyasal silah programını nihayete erdireceğini vaat etmişti.
Buna karşılık İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi kuruluşlar Suriye rejiminin düzenli olarak özellikle helikopterlerle kimyasal saldırılar gerçekleştirdiğini iddia ediyor. Hakikat şu ki Cenevre Gaz Protokolü kimyasal silahların kullanılmasını kesin olarak yasaklasa da muharip taraflar yirminci asır boyunca bu silahları kullanmaktan geri durmadılar. Örneğin, 1980’li yıllarda Irak-İran savaşında her iki tarafından da kimyasal silahları yaygın olarak kullanması binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açmıştı.
Suriye’deki insani drama eklenen her yeni trajik olayla birlikte kaçınılmaz olarak savaş suçu ve hatta insanlığa karşı suç teşkil edebilecek fiillerden dolayı sorumluların adalet önüne neden çıkarılamadığı sorusu, kaçınılmaz olarak gündeme geliyor. Örneğin, yeryüzünde işlenen tüm ağır suçları cezalandırmak için kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) Suriye konusunda neden hiçbir şey yapmadığı sorusu da bu bağlamda sık sık gündeme geliyor. Bilindiği üzere UCM 1998 yılında Roma Statüsü ile kuruldu ve gerçek kişileri yargılayan dünyanın ilk daimi ceza mahkemesi hüviyetini taşıyor.
UCM’nin Suriye’de soruşturma yapma yetkisi yok
Buna mukabil, UCM ancak üye devletlerin topraklarında veya üye ülke vatandaşları tarafından işlenen suçlara ilişkin yargı yetkisini haiz bir mahkeme olduğundan Suriye’nin Roma Statüsü’ne taraf olmaması nedeniyle bu ülkede soruşturma yapma yetkisini haiz değil. Suriye’de üye devlet vatandaşlarının işlediği suçlar bakımından DEAŞ militanlarının durumunu araştırdığını söyleyen UCM savcısı Fatou Bensouda, örgütün ileri gelenlerinin Irak veya Suriye vatandaşı olduğunu söylüyor ve bu konuda şimdilik bir soruşturma açmayacaklarını ifade ediyor (Foreign Affairs dergisi Ocak/Şubat 2017 sayısı mülakatı).
Suriye’nin, mahkemenin yetki alanının dışında olmasına karşın, BM Güvenlik Konseyi tarafından UCM’ye havale edilebileceği akla gelse de, yukarıda izah edildiği gibi, daimi üyelerin arasında bulunan Suriye konusundaki derin çatlak, bu ihtimali de imkânsız kılıyor. Daha evvel Darfur ve Libya örneklerinde görüldüğü üzere, üye olmayan bu devletlerdeki durumu hızla UCM’ye havale eden BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye konusundaki hareketsizliğinin nedeninin işte bu güç mücadelesi nedeniyle bir türlü karar alınamaması olduğu görülüyor. Netice itibarıyla, UCM Suriye konusunda yetkilendirilmedikçe herhangi bir işlem yapmayacak gibi görünüyor.
'Karma Mahkeme' çözüm olabilir
Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasında siyasi uzlaşma sağlansa bile UCM’nin Suriye konusunda en iyi adres olup olmadığı ise tartışmalı bir konu olmaya devam ediyor. UCM’nin sınırlı kapasitesi ve uzun yargılama süreleri ve Suriye savaşının çetrefil yapısı ve ihtiva ettiği aktörlerin niteliği göz önüne alındığında, daha önce de örnekleri görülen özel (ad hoc) bir mahkemenin kurulması daha uygun bir seçenek gibi görülüyor.
Böyle bir mahkemenin de ancak BM Güvenlik Konseyi kararıyla kurulabileceği dikkate alınırsa, büyük güçler arası uzlaşmanın Suriye dramının nihayete ermesi için şart olduğu tekrar görülüyor. Siyasi uzlaşma sağlandığında tüm tarafların sorumluluğunu adil bir tarzda ele alacak şekilde ve özellikle yerel unsurları da dikkate alan bir karma mahkeme (hybrid court) oluşturulursa, böyle bir mahkeme yıllar süren çatışmadan sonra adaletin tesisine daha fazla katkı sunabilir.
Bu noktada, Suriye’deki sorunun esasının hükümet de dâhil yerel unsurlar ve onlar üzerinden vekâlet savaşı sürdüren taraflar arasındaki siyasi çatışmanın bir türlü ortadan kaldırılamaması olduğu söylenebilir. Bu nevi çatışmalarda hukuki çözümün, Nürnberg, Bosna ve Ruanda örnekleri hatırlanacak olursa, her zaman siyasi çözümünün bir parçası veya ondan sonraki aşama olduğu görülüyor.
İdealist düşünce penceresinden bakıldığında uluslararası mahkemelerin hareketsizliği anlaşılmaz görünse de reelpolitik, bu kurumların yaklaşım ve işleyişini önemli ölçüde etkiliyor. Büyük devletlerarası güç mücadelesinin bedelini ise vekâlet savaşlarında can kayıplarının yüzde 80’ini teşkil eden siviller ödemeye devam ediyor.
[Yrd. Doç. Dr. Ali Emrah Bozbayındır Lisans derecesini Selçuk, Yüksek Lisans ve Doktora derecelerini Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden almıştır. Max-Planck Mukayeseli Ceza Hukuku Enstitüsü ve Cambridge Üniversitesi'nde misafir araştırmacı olarak bulunmuştur. 2013 yılında TÜSİAD tarafından yılın en iyi genç hukukçusu ödülüne layık görülmüştür.]