secakirgil@yahoo.com
Müslüman coğrafyaları büyük çapta bir iç-kanama rahatsızlığını merhalesinden geçmekte..
Irak'da, Pakistan'da patlamalar, hergün onlarca sivil insanı parça parça alıp, kendi yolunda doymak bilmez bir iştiha ile ilerlemekte.. Failleri, şiîlik veya sünnilik adına ve muhakkak ki, 'gerçek İslam' iddiası adına diyerek işliyor, bu cinayetleri..
Filistin ise zaten, 60 kusur yıldır daha bir kanayan bir yaramız ve bu yara her geçen gün, daha bir gangrenleşiyor.. Son olarak da, Gazze tarafından, siyonist İsrail rejiminin işgal ve gasbı altında bulunan Filistin topraklarına atıldığı ileri sürülen etkisiz ve de zararsız birkaç oyuncak füze bahane edilerek, İsrail rejimince Gazze yeniden bombardıman edildi. Ve 25’i aşkın insan katledildi..
Amerikan emperyalizmi, İsrail’in varlığının her ne pahasına olursa olsun korunması gerektiği gibi açık bir çek vererek, Ortadoğu’daki bu cinayet şebekesini, bu siyonist haydutlar çetesini daha bir yüreklendirmekte; onun bütün bu cinayetlerinin ortağı olmakta.. (Tabiatiyle burada, Gazze tarafından HAMAS herhangi bir roket fırlatmadığı halde, bu gibi etkisiz ve oyuncak denilebilecek roketleri kimin niçin attığı da bir ayrı ve sorgulanması gereken konu.. Çünkü âdetâ, siyonist İsrail rejiminin saldırıya maruz kaldığı bahanelerine tutunabilmesi için, bu başıboş roket fırlatmaları özellikle yapılmış gibi bir durum da ortaya çıkıyor.. Bu oyuncak roketleri atanların kimlikleri de açıklanmış değil.. Ve herkes biliyor ki, bunca zamandır en küçük bir saldırıya karşı siyonist İsrail rejimi en ağır şekilde ve sivil merkezleri de hedef alarak karşılık veriyor ve onun bu terörist saldırılarına karşı dünyada kimsenin dur diyebilecek bir durumu fiilen bulunmuyor.. O zaman, bir tahtırevalli oyununu hatırlatan bu durum üzerinde durulması gerekmiyor mu? )
*
Nice müslüman coğrafyalarında emperyalist kaatillerin kol gezmesi de, bir ayrı facia..
Afganistan'da, NATO güçlerine bağlı bir Amerikan askeri, kendi birliğine 500 metre mesafedeki bir köye gidip, üç eve baskın düzenliyor ve 9'u çocuk, 6'sı kadın olmak üzere 16 insanı katlediyor ve geri dönüyor..
Amerikan makamları askerin bir cinnet halinde böyle yaptığını iddia ediyorlar. Amerikan Başkanı Obama, geçenlerde Amerikan askerlerince düzenlenen Kur'an-ı Kerim yakma eğlencelerinden sonra olduğu gibi, yine özür diliyor..
Ama, bu özür dilemeler neyi hallediyor ki? Herşeyden önce, sen oraya -3500 kadar insanın ölümüyle sonuçlaran 11 Eylûl 2001 Saldırıları'nı yapan odakların Afganistan'da bulunduğu iddiasıyla ve bu konuda elde hiçbir ciddî delil ve belge yokken- haksız olarak girip işgal etmiş ve yüzbinden fazla insanı öldürmüşsün ve bu işgalin hâlâ da sürüyor.. Buradan bir an önce çekilip gitmen ve bu işgal ve cinayetlerin için özür dilemen ve bedelini ödemen gerekirken, bunu yapmıyor ve sadece askerlerinin sıradışı ve de medyaya yansıyan ürpertici bazı sahneler üzerine özür diliyorsun..
Nitekim, Amerikan makamları, şimdi de, bir askerinin bir köyü basıp çocuk ve kadınları katletmesini bir cinnet krizi ile izah etmeye çalışıyor..
Bu ihtimal de mümkün elbette..
'Ruh hastaları'ndan oluşan bir askerî güç..
Ama, bu cinayetler ilk kez işlenseydi, bu iddia doğru gibi kabul edilebilirdi, belki..
Daha geçenlerde de, öldürdükleri müslüman insanların cesedleri üzerine topluca idrarlarını yapan Amerikan askerlerinin görüntüleri yayınlanmamış mıydı? Ve dün de, başı kesilmiş cesedlerin yanında veya bedenlerinden koparılmış başlarla poz veren Amerikan askerleri görüntüsü yayınlanmadı mı?
Bütün bunlar, bir bahane tezgahlaması olduğunun, ya da, Amerikan emperyalizminin cinayetkârlardan, ruh hastalarından oluşan bir güce dayandığının ipuçlarını vermiyor mu? Esasen, Amerikan askerlik dairelerinin, geçen yıl hazırlattıkları 'askere alma çağrı ilanları'nda, 'yüksek adrenalinli maceralar arayan, öldürmekten zevk alan kişiler tercih sebebidir..' diye ifadelere yer verilmemiş miydi?
Irak'da askerî işgalden ayrı olarak, Ebû Gureyb Cezaevi'nde sembolleşen korkunç cinayetler karşısında, göstermelik cezalar vererek o cinayetlerinin üzerini örtmeye çalışan Amerikan emperyalizmi, Afganistan'daki cinayetlerini de aynı şekilde te'vil etmeye ve mâzûr göstermeye çalışmıyor mu? Ve bu, onların hep yapageldikleri zoraki mazeretler olarak sırıtmıyor mu?
(Hatırlayalım ki, Mısır, Ürdün ve Suriye'nin ağır yenilgisiyle sonuçlanan Haziran-1967'deki o meş'ûm 6 Gün Savaşı'nda Kudüs'ün tamamını işgal eden siyonist İsrail rejimi, 1969 yılında da, bir yahudi askerine, Mescid-i Aqsâ'yı yaktırdığında, o kişiyi, 'deli' olarak niteleyip, -bir delinin de tabiatiyle- cezaî ehliyeti olmadığı gerekçesiyle yargıdan muaf tutmuş; bununla da yetinmeyip, o 'deli'yi tatil için Avustralya'ya göndermiş ve izini kaybetmişti..
Aynı şekilde, Şubat-1994'de de Fılistin'de, El'Khalîl şehrindeki Hz. İbrahîm Camiinde namaz kılmakta olan cemaat üzerine ateş açan ve 56 müslümanı katleden bir siyonist yahudi asker de, aynı şekilde, İsrail rejimi tarafından 'cinnet geçirmiş bir kişi' olarak gösterilip, o da cezaî ehliyetinin olmadığı gerekçesiyle gizlenmemiş miydi?)
Evet, bu tür cinayetler ve onları kamufle etmek için ortaya attıkları bahaneler, emperyalistlerin, şeytanî güçlerin fıtratlarının gereği.. Ve onlar bu tür siyasetleriyle, saldırganlıklarıyla bir de gurur duyuyorlar..
Nitekim, daha 13 Mart günü, Amerikan Başkanı ve İngiliz Başbakanı olarak Obama ve Cameron, Washington Post'ta 'Dünyanın Güvenebileceği Bir İttifak' başlıklı ortak makalelerinde, 'Afganistan'daki uluslararası misyona en fazla katkı sağlayan iki ülke olarak, (...) bu zorlu bir görev olmayı sürdürüyor, askerlerimizin göstermiş olduğu derin fedakârlıklardan gurur duyuyoruz..' diyerek, yeni cinayetlere de hazırlandıklarını açıkça ortaya koymuyorlar mıydı?
Sözkonusu ortak makalelerinde, Obama ve Cameron, 'uluslararası toplumun üyeleri olarak, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmediği için İran rejimi üzerinde sert yaptırımlar uygulanması yolunda birlik içerisinde olduklarını kaydederek, bir diplomatik çözüm için hala zamanın olduğuna inandıklarını' ve 'Tahran'ın önünde, “ya uluslararası yükümlülüklerine uyması ya da sonuçlarına katlanması” şeklinde iki seçeneğin bulunduğunu' da vurgulamaktaydılar..
*
Suriye'deki 'çıkmaz sokak' sonunda nereye varabilir?
2010 yılının son günlerinde Tunus'daki bir kıvılcımla patlayan ve sadece Tunus'dakinin değil, 2011 yılı boyunca birçok arab ülkesinde domino teorisini hatırlatacak şekilde, Mısır, Yemen ve Libya'daki benzeri rejimlerin de sonunu her ne kadar kanlı şekilde olsa da getiren 'sosyal tsunami' dalgaları, -nicelerinin beklemediği şekilde- bir yıl önce 18 Mart 2011 günü, Suriye'ye de ulaşınca..
Bazıları, Beşşar Esed hakkında, babası Hâfız Esed gibi bir diktatörlük sergilemiyeceği hüsn-i zannında bulunmuştu..
Halbuki, Beşşar Esed, her ne kadar, o zamana kadar, -belki, bir tıb doktoru olmasının da etkisiyle- mülayim bir yönetici profili oluşturmuş idiyse de; halkın yüzde 80'ini oluşturan büyük kitleden çok uzak bir inanç yapısına mensub bir azlık halk kitlesine dayanan bir sembol olan Esed Hanedânı'nın 43 yıllık tahakkümünün başında bulunuyordu ve ülkeye 50 yıla yakın zamandır tahakküm eden askerî yönetim altında iç örgüsünü tamamlamış Baas ideolojisi ve Baas Partisi ve onun teşkilatlandırdığı misil güçleri, parti üyeleri de Esed Ailesi'nin himayesi altında olduğundan, Beşşar Esed'in de o cendereden çıkması -istese bile- o kadar kolay olamazdı..
Nitekim, öyle de oldu..
*
Diğer arab rejimleri esasen, Suriye'deki diktatörlük rejiminden devamlı korku duymaktaydılar.. Çünkü, özellikle Arab Birliği içindeki ihtilaflarda Hâfız Esed liderliğindeki Suriye rejimi de, Irak'daki Baas rejiminin başında bulunan kanlı diktatör Saddam kadar korku kaynağı idi.. Ve Hâfız Esed, Ortadoğu dengelerinde de dünya siyasetinde de, en elverişsiz şartlarda oturduğu kumar masasından, sonunda en kazançlı oyuncu görünümüyle çıkabiliyordu..
Ayrıca, 1967 Savaşı'nda İsrail rejimine kaptırdığı -ve Suriye'nin su ve buğday ambarı olarak bilinen- Golan Tepeleri'ni geri alabilmek için de, bir tek mermi bile harcamadığı halde, siyonist İsrail rejimine karşı Filistin'deki bazı direniş odaklarına sınırlı destekler verdiği için, Direniş Hattı ve Cebhesi diye caka satmak imkanını da iyi kullanıyordu..
Kezâ, 1980-88 arasında cereyan eden 1 milyona yakın insanı yutan İran-Irak Savaşı'nda da, Suriye Baas rejimi ve Esed Hanedanı, Baas İdeolojisi ve Partisinin arab ülkelerindeki liderliği konusunda Saddam Irakı'yla aralarında çıkan ihtilafla başlayıp gelişen düşmanlığın da sevkıyle, İran'ın yanında yer almakla daha bir önem kazanmıştı..
Bu gelişmeler içinde, Hâfız Esed, başta 1982-Hama Katliâmı olmak üzere, hemen her konuda, ülkedeki müslüman halkın üzerine, kendi iktidarına bir tehlike teşkil edecek gibi bir tehlikeli davranış sezdiği anda var gücüyle yükleniyordu.. Ve Hâfız Esed, saltanatını 30 yıl sürdürebilmişti..
Şimdi, babasının taktiklerini uygulayan Beşşar da saltanatını sürdürebilecek midir?
Olabilir..
Her ne kadar, oğul Beşşar, entrikacılıkta Baba Esed kadar mâhir sayılmasa bile; kardeşi Mâhir, babasının metodunun en sıkı ve acımasız takibçisi olarak ve de Baas Partisi kadroları ve büyük çapta müslüman halkın çocuklarından oluşsa da, bizdekini andıran bir mutlak itaat zenciri altında emir kulu haline getirilmiş ordusu ile, o da her türlü cinayetten el çekmiyeceğini şu son bir yıldır, giderek artan bir ortaya koyduğu zulüm mekanizmasıyla göstermiştir; bundan sonra da göstereceği uzak bir ihtimal değildir.. Ve dünya dengeleri arasında saltanatını da bir müddet daha sürdürebilir..
*
Bu durum, 'çok muhabbet, tez ayrılık getirir'le izah edilebilir mi?
Osmanlı'nın tarihe karıştığı 1920'lerden 2000'li yıllara kadar 80 yıl boyunca, Türkiye ile hep düşmanca bir siyaset geliştirmiş olan Suriye rejimi, özellikle 2003 başından itibaren çok farklı bir çizgiye gelmiş ve Beşşar Esed Türkiye'yle çok yakın ve dostâne ilişkiler kurarak hem kendi toplumunda, hem de Türkiye toplumunda bir sempati toplamış ve babasının karanlık ve cinayet mekanizmasını unutturur gibi bir tablonun ortaya çıkmasını sağlamış ve hattâ iki ülke arasındaki vizeler kalkmış; otomobillerine atlayıp Antakya, Anteb, Adana, Mardin, Urfa ve hattâ İstanbul'a gelen yüzbinlerce Suriye vatandaşı, 90 yıldan beri kapalı ve uzak kaldıkları Türkiye'deki müslüman halkla daha yakın temas a geçebilmek imkan ve sevincine ulaşmıştı..
Ama, Türkiye- Suriye ilişkilerinde bugün gelinen noktaya bakıldığında, herhalde en mâkul izahı, Suriye Dışişl. Bakanı Velîd Muallim'in sözlerinde bulmak mümkün.. Ki, onun sözleri etrafında, bu köşede, 29 Şubat günlü yazıda dile getirilenleri burada hatırlamak / tekrarlamak gerekiyor.. O yazıda şu satırlara yer verilmişti:
'... Suriye konusundaki tartışmalarda, 'Yok, Amerika'nın yanında yer alıyorsunuz; yok Rusya'nın, Çin'in yanında alıyorsunuz; yok oradaki mücadelenin özü şudur, yok budur..' diyenlere; bugünkü Suriye rejiminin Dışişleri Bakanı Velîd Muallim'in, 'Tayyîb Erdoğan Hükûmeti ile aralarının bozulması'na dair sözlerini değerlendirmelerini hatırlatalım..
Elbette böyle bir karmaşık konuda pek çok etkenler vardır..
Ama, Velîd Muallim'in kendisiyle görüşen Türkiye'li bir grup gazeteciyle görüşme esnasında söyledikleri, 27 Şubat günü medyada yer aldı.. Muallim'in, 'Tayyîb Erdoğan Hükûmeti'yle aramız 'İkhwan'ul Muslimîyn'in dönüp ülke siyasetinde etkili olmalarına karşı çıktığımız için bozuldu..' şeklindeki sözleri üzerinde de çok ciddiyetle durulmalı.. Hürr. muhabirinin, 'Ankara’nın tavrındaki değişiklik Suriye’nin demokratikleşme konusunda Türkiye’ye verdiği sözleri tutmamasından mı kaynaklanıyor?' sorusuna karşı -mezkûr gazetenin 28 Şubat tarihli sayısında yazıldığına göre- V. Muallim diyor ki: 'Başbakan Erdoğan, Devlet Başkanı Esad ile her görüşmesinde MüslümanKardeşler’i gündeme getirdi. Esad, örgüt üyelerinin dönüşüne izin verip parti kurmalarına karşı çıkınca, Erdoğan’ın politikası 180 derece değişti. 'Ulusal diyalog' sürecinin de parti olarak değil, şahıs olarak parçası olabilirler.’ Bu cevap Başbakan Tayyib Erdoğan'ı mutsuz etti. Türkiye ilk günden beri çatışmada olumsuz rol oynadı. (...) Türk hükümetiyle 10 yıldır el ele çalışıyoruz. Birçok alanda işbirliği yapıyoruz. Türkiye için Arab dünyasında elçiyiz. Olanlara şaşırıyorum. Türkiye eski rotasından 180 derece döndü. Referandum demokrasiye hızlı bir geçiş sağlayacak ama Türkiye artık ‘bismillah’ desek inanmıyor. Erdoğan geçmişte Esad ile her görüşmesinde Müslüman Kardeşler denen partiyle diyalog çağrısı yapardı. Bizim bu partiyle 1980’e uzanan bir tarihimiz var. İki lider arasındaki temel çatışma bu.
Suriye, Türkiye, Lübnan, Irak ve Ürdün’den oluşan bir bölgesel işbirliği konseyi kurma hayalimize de bu çatışma engel oldu. (...) İnşa etmek istediğimiz bölgesel bir rüya vardı. Din bugün olumsuz rol oynuyor. Biz birlikte yaşamayı temel alan bir ülkeyiz. Bununla gurur duyuyoruz. Müslümanlar çoğunlukta olsa da dinî bir devlet haline gelmeyeceğiz. Suriye sistemiyle Müslüman Kardeşler arasında laiklik noktasında ideolojik bir fark var.'
*
Tekrar edelim, buhranlı durumlarda, iç ve dış yığınla etkenler ve eller olur devrede.. Ama, burada Velîd Muallim'in sözleri, sıradan birisinin sözleri olarak ele alınamaz, herhalde..
Kezâ, USA Dışişleri bakanı Hillary Clinton'un, 26 Şubat günü, Fas ziyareti sırasında, 'Suriye'de İslamcıları mı silahlandırıyoruz yoksa.. Bu silahlar bize dönmeyecek mi?' mânâsında, Esed rejiminin, müslümanların lehine olacak şekilde yıkılmaması için dikkatli davrandıklarına da dikkat edilmelidir..
Amerika CBS News televizyonuna konuşan Clinton, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'i devirmek için mücadele eden muhaliflerin silahlandırılması gerektiği fikrine destek veren ABD'li yetkililerden farklı düşündüğünü ortaya koyarken, El' Qaide lideri Eymen El Zevahirî'nin de Suriyeli isyancılara destek verdiğini hatırlatarak şunları söylüyordu: 'Suriye'de El'Qaide'yi mi destekliyoruz? Hamas da şu an muhalefeti destekliyor. Biz de Hamas'ı mı destekliyoruz? Silahlandırılacak grubun kim olduğunu gerçekten bilmiyoruz.(...)
*
Bu vesileyle, Taraf'ta 28 Şubat 2012 günü yer alan bir habere göre, Amerikan Dışbakanlığı'nın gizli yazışmalarını ifşa etmekle meşhur olan WikiLeaks belgelerinden dile getirilen bir görüşe de bu çerçevede bakmakta fayda olabilir: Amerikan istihbarat kuruluşlarından Stratfor'un gizli yazışmalarında dünyanın gündeminde olan 'İsrail'in İran'a muhtemel bir saldırısı' ile ilgili öngörüler önemli bir yer tutuyor. Sözkonusu kuruluşun kurucusu ve direktörü George Friedman, Şubat- 2010 tarihli ve "Istırab acısı üzerine" başlıklı bir e-postada ABD Dışişleri eski Bakanlarından (...)Henry Kissinger ile yaptığı bir toplantıda, Başbakan Tayyib Erdoğan'ın bakış açısıyla ilgili öğrendiği ilginç bir bilgiyi paylaşıyor. Kissinger'ın İsrail'in "panik" içinde olduğunu ve İran'a saldıracağını düşündüğünü aktaran Friedman, "Kissinger'ın kendisine, açık bir şekilde, Erdoğan'ın İsrail ile bir noktada ipleri kopararak İslam Dünyası'na yaklaşmak niyetinde olduğunu söyledi.. Erdoğan İslam Dünyası'nın lideri olmayı hedefliyor.." diye yazıyor.
Friedman sözkonusu yazışmada İsrail ve ABD'nin İran'a saldırması halinde, bunun Türkiye'ye yarayacağına kanaat getiriyor. Friedman da şahsî görüşünü şöyle ifade ediyor: "Türkiye hem İsrail, hem de ABD ile köprüleri atar. Böyle bir durum Erdoğan'ın aradığı fırsat olabilir. İran daha görünür hale gelir ama daha güçlenmez. Saldırıdan bir yıl sonra Türkiye'ye yönelik bağımlılığı artar. Kanaatimce bunun sonucu Türkiye'nin güçlenmesi olur." (...)'
**
Evet, tekrarladığım bu satırlarda ifade edilenler çok sıradan hususlar değil.. Bunlar tamamiyle doğrudur diye kabul edilemez; ama, tamamen yanlışlığı da söylenemez herhalde.. Bir durum değerlendirmesi yapar ve buhranın temelleri anlaşılmaya çalışılırken, gözönünde bulundurulması gereken önemli ipuçları var bu beyanlarda..
*
Suriye'deki bu 'kan banyosu' devam edebilir de..
Bugün Suriye, tam bir kan banyosuna dönmüş bulunuyor.. 'Filler dövüşürken, olan çimenlere olur, ezilen çimenlerdir..' sözünde anlatılan gerçek bir daha tekrarlanıyor..
Baas ideolojisi üzerinde yarım yüzyıldır tahakkümünü bir kanlı mekanizma halinde örgütlemiş olan ve Esed Hanedanı'nın 43 yıllık hâkimiyetindeki mevcud rejim dârağaçları gölgesinde, kan, irin, gözyaşı ve cesedler üzerinde, hayatını zulümle bir süre daha devam ettirebilir belki..
Buna dünya dengeleri, bu kurtlar sofrası da müsaid.. Çünkü, kendilerini büyük güç olarak gören ve dünyaya da öyle gösteren devletler, Ortadoğu'daki bu son derece çalkantılı gelişmeler içinde daha etkin olabilmek dikkatleri kadar, bugünkü konumlarından daha geriye düşmemek için de olanca temkinlerini sergilemekteler..
Amerika, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa gibi BM. Güvenlik Konseyi'nin 'Daimî üyeleri' olan (ve böylece İkinci dünya Savaşı'nın galibleri olmaktan kaynaklanan bu üstünlüklerini -Güvenlik Konseyi'nde alınan ve istemedikleri her kararı veto etmek yetkileriyle, bütün dünyaya haksız olarak hâlâ da dayatan) emperyalist güç odakları bu mücadelede asıl oyuncular.. Bu güçlerin asıl gözettikleri husus, İsrail rejiminin Filistin'de bütünüyle işgal ve gasba dayanan varlığının bir zarar görmemesi..
Amerika, zâten bölgedeki hemen bütün rejimleri üzerinde bir askerî üstünlük sağlamış konumda.. Irak ve Afganistan rejimlerini askerî işgallerle zâten daha yeni düzenlemiş bulunuyor.. Başta Mısır olmak üzere, hemen bütün arab rejimleri ve NATO aracılığıyla ve ikili andlaşmalarla da Türkiye de, büyük çapta kendi etki alanında.. İngiltere onun yedeğinde, tartışmasız yedeğinde.. Fransa ise, Lübnan ve Suriye'yi, Birinci Dünya Savaşı'ndan beri kendi sosyo-politik ve kültürel hedeflerinin Ortadoğu'daki iskelebaşı olarak görüyor.. Ayrıca, Sarkozy'nin, 'İsrail devletinin kurulmuş olmasını en sihirleyici gelişme olarak devamlı vurguladığını' hatırlamak yeter..
Batı dünyasının bu güçleri, Suriye için hiç de acele etmiyorlar, kendi istedikleri noktaya gelinmesi için konunun kendi kontrollerinde iyice olgunlaşmasını ve sahneye bir 'kurtarıcı' olarak fırlayabilecekleri ânı beklemekteler..
Rusya ise, Ortadoğu'da 1950-80'li yıllar arasında bayağı etkili olduğu Ortadoğu'da, kesintisiz olarak stratejik müttefikliğini sürdürdüğü tek Ortadoğu ülkesi olarak Suriye'yi elden çıkarmamak için, bir savaşı bile göze alabileceğini, bölgeye savaş gemilerini göstererek koymuş bulunuyor..
Çin de, Rusya ile birlikte, Asya'da, kapitalist emperyalizm dünyasının güçlerine karşı, Rusya ile birlikte bir Asya Nükleer Savunda Duvarı oluşturmak dikkati içinde hareket ediyor ve o da Suriye'nin yanında..
Bundan ayrı olarak, bir de Ortadoğu coğrafyası üzerinde bölgesel bir üstünlük kurmak iddiasında olan Türkiye ve İran gibi devletler var..
*
Asıl tehlike de, İİC ile TC.'nin karşı karşıya getirilmesi ihtimalidir!
İran, stratejik müttefik olarak nitelediği Suriye'yi vargücüyle destekleyeceğini en üst perdeden devamlı açıklıyor ve dahası, Suriye'de olup bitenler İran medyasında hemen hiç yer almayıp, sadece, emperyalist güç odaklarının Suriye'yi karıştırdığı haberleri yer alıyor, ama, burada nelerin olduğu hakkında, iç medyada halk habersiz bırakılıyor.. Halbuki, diğer bütün arab diyarlarındaki halk ayaklanmaları, inqılabçı hareketler olarak selamlanmıştı..
Bu tavır, stratejik gerekçeler adına, kendi çerçevesi içinde belki anlaşılabilir, ama, konuyu İran'ın mezhebçilik yaptığı gibi iddialarla izah etmek isteyenlerin iddialarını doğrulamak istercesine; İİC yönetiminin etkin isimlerinden Âyetullah Ahmed Cennetî gibi bazılarının, televizyondan bütün ülkeye de yayımlanan Tahran Cuma namazı hutbelerinde, Suriye'ye olan ilgilerini 'Ali muhabbeti' gibi bir çerçeveye oturtmaya yönelik sözler etmesi veya Suriye'de aylardır olup bitenler karşısında hemen hiç bilgi verilmezken, İran medyasında, Humus'da şiîlerin ağır baskılar altında olduğuna dair haberlere yer verilmesi ve bir milyona yakın nüfusu olan bir şehir toptan ezilirken hiçbir haber verilmeyip, sadece bu şehirde olduğundan sözedilen bin kadar şiî ailenin ağır baskılar altında olduğundan bahsedilmesi gibi tuhaf yorumların izah edilebilecek tarafı bulunmuyor.. (Ki, bu satırların sahibi, İİC ile Suriye rejimi arasında hiç bir mezhebî birlik veya yakınlık olduğuna inanmadığını defalarca yazmıştır ve bugün de aynı kanaatini korumaktadır.)
Ve bu yanlışlar dile getirildiğinde, İran içindeki bu durumdan haberi olmayanların hemen, 'çorbadan daha sıcak kâse' misali, kaleme sarılıp, İİC karşıtlığı yapıldığı gibi veya bazı makamların hata yapmayacakları veya yapsalar bile onu kabulleneceklerine dair satırları kaleme alıp, bir karalama kampanyasına kalkışmaları ve hele, bazılarının, 'Biz de Esed rejiminin ne olduğunu bilmiyor değiliz, ama, İİC ilgili hususların açıkça yazılmasının bir faydası yok..' gibi bir yaklaşımla ısrarlı tavsiyelerde bulunmaları, konunun, bu gibi kimselerin İslamî hassasiyetleriyle bağdaşmıyan daha bir ilginç ve esef verici yanı.. Bu gibi çevlerelerin dile getirdikleri itirazlarda, 'Suûd'da, Qatar'da, Kuveyt'te, sanki durum daha mı iyi ki, oralardan sözedilmiyor?' demeleri ise, bunu mâkul bîr savunma zannetmeleri ise, daha bir acı..
Bu gibi çevrelerin, o gibi rejimlerde de, yönetilen kitleler, başlarındaki yöneticilere karşı açıkça ve de dünyaya yansıyan şekilde, büyük çaplı ayaklanmalar; 'qıyâm'lar sergilemişler de, görülmüyormuş ve gizleniyormuş gibi bir zanna kapılmaları, ya da, 'Mısır'da n'oldu sanki.. Libya bölünmenin eşiğine gelmedi mi ..' diye görüşler ileri sürmeleri, evet, ilginç.. Bu gibilere, 'Yani, 30 yıllık Husnî Mubarek rejimi devam mı etsindi?. 42 yıllık Gaddafî rejimi devam mı etsindi?' demeye bile gereke yok..
Dünyada, herşeyin sadece emperyalistlerce düzenlendiğini sananlar, Allah'ın da bir takdirinin olabileceğini, sunnetullah'da, 'haşerelere haşereleri musallat etme'nin de bulunduğunu hatırlamak istemiyorlar..
*
Türkiye'nin de elbette daha güçlü stratejik gerekçeleri vardır..
Türkiye'nin 80 yıllık ve geleneksel diye tarif olunan dış siyasetiyle, Tayyîb Erdoğan'ın siyasetinin ne kadar aynîleştiği ayrı bir konu.. Bunu, Suriye Dışişl. Bakanı Velîd Muallim'in -yukarda tekrarladığımız- sözlerinden de çıkarabiliriz..
Bu noktada, Suriye Mes'elesi'nden dolayı, İran ile Türkiye'nin karşı karşıya geldiği anlaşılıyor.. Çünkü tamamiyle zıd hedefleri ve gözetliyorlar..
İran'ın stratejik gerekçeleri, kendi nokta-i nazarından elbette anlaşılabilir..
Ama, daha 90 yıl öncesine kadar, Suriye'yle tam 410 yıl, aynı statü ve yönetim altında birlikte, iç-içe yaşamış olan ve bugün de 900 km.'lik en uzun kara sınırı bulunan ve sınırın iki tarafında da, yüzbinlerce- ailenin parçalanmış olarak kaldığı bir Türkiye gibi bir ülke ve devletin de -Velîd Muallim'in dile getirdiği görüş çerçevesinde- stratejik gerekçelerinin olduğu görülmelidir..
Ama, buna rağmen, bu sütunda bu konuda yazılan daha önceki yazılarda da, belirtmeye çalıştığımız üzere, bu noktada, İran ve Türkiye'nin, -Ortadoğu'nun bu iki etkili ve güçlü ülkesinin-, birbiriyle askerî bir zıdlaşma ve sürtüşmeye kadar vardırmamak için olanca dikkatlerini sergilemeleri gerekir. Çünkü, böyle bir durumdan bütün emperyalist ve şeytanî güçler, müslüman coğrafyalarının insan gücünün, itiqadî bünyelerinin ve diğer zenginliklerinin yıpranmasına hizmet edecek böyle sürtüşmeyi arzu ederler..
Gerçi, İİC, bu zamana kadar, gerek Afganistan, Irak, Bahreyn ve hattâ Gazze Buhranı konularında; gerekse İran Körfezi'nde sık sık gövde gösterisi yapan Amerikan emperyalizmiyle ve nükleer teknoloji konusunda kapitalist Batı ülkeleriyle, diplomatik açıdan girdiği sürtüşmeleri, askerî olarak karşı karşıya gelmek merhalesine götürmemek için oldukça temkinli olarak yürüttüğü bilinmektedir..
Ama, Türkiye'nin de aynı dikkati göstermekte aynı hassasiyeti koruyabileceği henüz de şüphelidir.. Çünkü, her ne kadar Erdoğan Hükûmeti'nin bu gibi konularda olanca dikkati göstereceğine inanılsa bile; NATO emrinde olan bir ordunun ve ayrıca silah sistematiğiyle ve teknolojik silahlarının bilgisayar yazılımlarıyla büyük çapta İsrail rejimi ve Amerika'ya bağlılığı da unutulmamalıdır. Dahası, ve zaman zaman kontrol edilemez bir noktaya doğru gitmekte olduğuna dair, emperyalist dünyanın medyasında ağır eleştiri yazılarına mâruz kalan Erdoğan ve Hükûmeti'nin yıpratılması için, bir takım provokasyon ve manipulasyonların olabileceği de ihtimal dışı değildir.. Ergenekon, Balyoz gibi yargılamalarda ortaya çıkan belgelerde görüleceği üzere, sırf, içerde inisiyatifin laik güçlerin eline geçebilmesini sağlamak üzere, Yunanistan'la bir askerî sürtüşmenin planlanması gibi durumların planlanmasındaki gibi örneklerin, T.C. ve İİC'nin karşı karşıya getirilmesinde de kullanılabileceği unutulmamalıdır..
Ayrıca, Erdoğan'ın Suriye'de akan bunca kana seyirci kalınmaması için, dünyaya yaptığı çağrılar anlayışla karşılanabilir, ama, bu hassasiyetle Türkiye'nin sahaya sürülmesi gibi bir oyunun tezgâhlanması halinde, bunun neler getireceği de unutulmamalıdır..
Açıktır ki, hemen bütün ülkeler ve güç odakları, Suriye'de sergilenmekte olan bu vahşiliğe, vicdanî/ insanî bir hassasiyetle değil, sadece strateji penceresinden bakmakta, ve sadece stratejik gerekçelerle bir takım planlar yapmaktalar, ama, bu planların en etkin olanlarını emperyalist güç odaklarının yapsa bile, amma, onların planlarının da, ilahî takdir ile bozulabileceğinin yığınla örnekleri hatırlanmalıdır.
Ve de, 'mekerû we mekerallah, w'allah'u khayr'ul mâkirîn..' (Onlar tuzak kuruyorlar, Allah da bir tuzak kuruyor ve Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.. -Âl-i İmrân,54) meâlindeki ilahî hatırlatmayı da unutmamak gerekir..