Binli sayılarla ifade edebildiğimiz tarih sahnemizde üzerine bu kadar çok yalan söylenen, bu kadar çok karalanan başka bir mevzu olmuş mudur, bilinmez?! Suriye, yüz binlerce şehidimiz, milyonlarca muhacirimiz ile kanayan yaramız, sancıyan uzvumuz oldu henüz tek haneli sayılarla belirtebildiğimiz şu kısacık kalkışmasıyla. Bazen bir zafer narası koparken Halep’ten yeri geldi feryat figan sızladı Rakka. Her sabah beklerken bir iyi haberini Suriye’nin hep kahrolduk içimizdeki hainlere. Silahını kardeşimin alnına dayayan yetmiş iki kavimden katil yetmedi, bir de kalemini bileyip köşesinden kan damlatan sözde gazeteciler, araştırmacılar, politikacılar belirdi yanı başımızda. Gözümüzün ta içine baktılar oysa yalanları sıralarken, o kadar koymadı da, içimizdeki beyinsizler helak etti bizi.
Şu kısa zaman içerisinde söylenegelen yalanlara şöyle kabaca bir bakalım dedik, gülesimiz geldi ancak kahrolası müfterilerin zehirli sözlerine…
En bilindik bir tanesi ile başlayalım öyleyse, Suriyeliler devletten maaş alıyor. Oysa maaş veyahut aylık, tanımı gereği bir iş karşılığında ödenen meblağ olmalı idi. Yani demek istedikleri şey, devletin Suriye’den Türkiye’ye iltica edenlere her ay belirli bir miktar yardım yaptığı idi. Tabi yardım dedikleri zaman insanlar bu kadar kolay infiale kapılmaz dediler herhalde, sonuçta yardım güzel bir şeydi, maaş ise olmazdı/verilmezdi. Peki, nihayetinde muhacir ailelerin eline para falan geçti mi? Hayır. Oysa bazıları maaşın miktarını bile belirlemişti, işin daha da saçması, hükümete yakın gazeteler dahi aynı saçmalıkta başlıklar atmaktan geri durmadı. Aslında Suriye’den Fatih’e kadar göçmek zorunda kalanların esas hali birkaç yüz liraya haddini aşan saatlerde çalışmaktı. Yani hak ettiği maaşın yanına yaklaşamayan Halepli Ahmet bilmiyordu ki devlet ona 1300 lira veriyordu?!
Bir başka popüler yalanımız da Suriye’nin bereketli topraklarından İstanbul’un fırsatçı sokaklarına kaçan insanlara devletin ev dağıttığı ya da kira yardımı yaptığı idi. Hani şimdi TOKİ ev verdi, veriyor falan diyorlar ya, o yalan epey eski aslında, şimdi önümüze yeniden çıktı. Çeşitli sebeplerle epey muhacir evi dolaştık da ev demeye bin şahit bulamadık o zamanlar. Ellerini ovuşturmaktan ateş çıkartan emlakçı mahlaslı vampirlere yakasını kaptıran mazlumlar sanki emilecek kanı kalmışçasına bir de buradan kazık yediler. Bazen bir oda dahi denemeyecek, zemini toprak, çatısı üryan damdan bozma duvar aralarına yüzlerce ve hatta binlerce lira isteyen bu gözünü para bürümüş mahlukatlara piyasa şartları gereği kimse sesini çıkarmazken, güneşe hasret kardeşlerimiz bazılarına göre boğaza bakan bedava evlerde sefa sürüyorlardı aslında… Kendi içinde dahi bir tutarlılıktan söz edemediğimiz bu güruh bir de yükselen kiraların sebebi olarak da yine Halepli Ahmet’i gösteriyordu, oysa Ahmet bedava oturuyordu!?
Sonra işsizliği artırdı gelen milyon milyon muhacir. Elbet gelen de iş bulmalı idi. Öyle ya devletin verdiği maaş yetmiyordu herhalde ki iş de bulmak lazımdı. Tam o anda insanların binlerce lira maaş ile çalışmak için kapısında sıra olduğu atölyelerde üç otuz kuruşa günde otuz saat çalıştı Halepli Ahmet. Kan emerken emlakçıları aratmayan büyük dişli küçük işletme sahipleri tarafından silkelenirken kardeşim, işsizliği artırıyordu utanmadan bir de. Sigortası olsa belki, bilirdi girdiği günahı…
Sigorta demişken, sigortası yoktu belki ama devlet bedava bakıyordu hastanelerde ona nasılsa. Öyle ya, astımına ilaç bulamayan beli bükük teyzemin aslında arkasında devlet vardı da haberdar değildi. Hatay’da, Türkiye’nin bittiği yerde, insanlığın da bittiği bir hastane vardı aslında. Narkozu yoktu, ameliyatlarda ağzında sopa olan insanlar görülüyordu, bakın bir tiyatro sahnesi falan değil ha, bağırış çağırış içinde bir hastane hayal ediniz burada, böyle işkencehane gibi, mezbaha gibi bir yer tahayyül edin içiniz kaldırırsa… Hani devlet bakıyordu ya Halepli Ahmet’e hastanede, öyle biliyorduk!?
Sonra üniversitelere sınavsız girdi Halepli Ahmet, ola ki üç ayrı işe gidip zor bela kirasını öderken vakit bulursa bir de eğitim alıp atomu parçalayacaktı. Ondandı Saraçhane Parkı’nda yatması, maksadı üniversiteye yakın olsundu. Sonra dükkân açsaydı Ahmet, vergi falan da yoktu, bilseydi keşke, sürünmezdi orada burada. İlaç alabilecek bir reçetesi olsaydı Ahmet’in katkı payı da ödemeyecekti belki. Oy da verdi Ahmet aslında, müşahitlerin huzurunda çaktırmadan…
Aklımızla dalga geçmeye çalıştı birileri.
Aslında olan şuydu:
Mülteci demeye kıyamadı bazıları, muhacir dedi, misafir dedi, kardeş dedi, ama bizim kıyamadığımız Ayşeleri, Amineleri sattı birileri, kirletti tertemiz ümitlerini, lakin suçlu olan yine kendileriydi. Organları peşkeş çekilse bir derebeyine, yine kendisi idi cürmün sahibi. Çocuklar soğuktan donsa bir park köşesinde bozulan şey asabımız değil keyfimizdi. Kıyıya vurdu be çocuklar, bilmem ne gazıyla döne döne can verdiler be, donarak can verdi Ahmet, açlıktan öldü, boğuldu, vuruldu, bombalandı Ahmet… Hay Hak!
Türk’ün kendisi bin yıllık göçmendi oysa. Boşnak vardı, Arnavut, Kürt bir de, Çerkez, Çeçen, Dağıstanlı, Pomak vardı, Rum vardı, Sırp vardı… Otuz yıllık Bulgar muhaciri teyzeler parmağıyla Ahmet’i gösterdiğinde siniri bozulmayan bakkal Arap’tı…
Yalan yalan çaldılar insanlığımızı, mahallenin kahveleri lağım koktu lakırdılardan, konu komşu çamur oldu, haberler dibe battıkça yanında bizi de aldı götürdü. İnsanlığımız kıyılarda, parklarda, camsız çatı katlarında, merdiven altı atölyelerde, sınır tellerinde, mülteci kamplarında yitirildi.
Yalan mıydı vicdanımızı kurutan yoksa vicdanımız mıydı yalan olan?