Halid Abdurrahman, kişisel bloğunda yayınladığı makalesinde Suriye'de Türkiye'nin kontrolünde görev yapan örgütlerin maddi saiklerle faaliyet gösterdiklerini, bunun bir sonucu olarak da bu bölgelerde ekonomi ve güvenlik problemleri yaşandığını belirtiyor. İdlib bölgesinde yaşanan durumla kıyas ederek yapılan değerlendirme motive edici unsur olarak inanç faktörünün önemini gösteriyor:
Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı harekatları kapsamında kontrol altına alınan bölgelerden, Afrin ve Azez’de 19 Temmuz günü peş peşe gerçekleştirilen iki bombalı saldırı, Türkiye’nin desteklediği muhalif gruplar tarafından kontrol altına alınan ve halen bu grupların yönetimi altında bulunan bölgelerdeki güvenlik zafiyeti konusunun üzerinde durulması gerektiğini gösterdi.
19 Temmuz’da ilk olarak Afrin’de Türkiye’nin desteklediği muhalif gruplardan olan Feylak el Şam grubunun askeri komutanlarından biri hedef alındı. Bölge kaynakları saldırının, muhalif ismin aracının altına yerleştirilen el yapımı patlayıcıyla gerçekleştirildiğini aktarırken, saldırıda komutanın öldüğü, birkaç muhalif ismin yaralandığı ayrıca sivillerden de yaralananların olduğu rapor etti.
Aynı gün içinde düzenlenen ikinci bir saldırı ise, Azez bölgesinde gerçekleştirildi. Bu saldırıda bomba yüklü bir araç infilak ettirilirken, saldırıda ölen ve yaralananların büyük bir kısmının sivillerden oluştuğu görülen görsel materyaller sosyal medya ortamında servis edildi.
Konuyla ilgili servis edilen haberlerde her ne kadar saldırının arkasında PKK’nın Suriye yapılanması YPG’nin olduğu ifade ediliyor olsa da, kısa bir süre önce yayınlanan, bölgeyle ilgili bir başka değerlendirmede Suriye sahasında gerçekleştirilen saldırıların arkasındaki tarafları tespit edebilmenin kolay olmadığından bahsetmiştim. Ancak, Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı bölgelerinde gerçekleştirilen saldırılar özelinde bir çözümleme yapmak gerekirse, her iki bölgedeki saldırıların bir numaralı şüphelisi olarak YPG, iki numarada ise DAEŞ gösterilebilir.
Suriye’nin kuzeyindeki bu bölgelerde düzenlenen ve genellikle bombalı eylem şeklinde gerçekleştirilen saldırılar her ne kadar spesifik birey odaklı görünüyor olsa da bombalı eylemler sivillere açık alanlarda gerçekleştirildiği için, her saldırıda oldukça fazla sivil kaybı yaşanmakta. Bu faktör de saldırıyı gerçekleştiren tarafın, tepki çekmesinden korktuğu için saldırıyı üstlenmemesindeki bir etken olarak gösterilebilir.
Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgeleri ağırlıkta olmak üzere Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye tarafından desteklenen muhalif unsurların kontrolünde bulunan bölgelerde 2020 yılı içerisinde gerçekleşen bazı saldırılar aşağıda belirtilmiştir:
– 19 Temmuz Azez – 4 sivil ölü
– 5 Temmuz Afrin – 1 ölü
– 4 Temmuz Afrin – 1 polis ölü
– 23 Haziran Tel Halaf – 5 sivil ölü 12 yaralı
– 21 Haziran Afrin – 4 sivil yaralı
– 19 Haziran Afrin – 8 öso ölü
– 10 Haziran Suluk – 3 öso yaralı
– 5 Haziran Rasulayn – 2 sivil ölü
– 2 Haziran Rasulayn – 1 sivil ölü
– 31 Mayıs Cerablus – 2 sivil yaralı
– 15 Mayıs El Bab – 5 sivil yaralı
– 10 Mayıs El Bab – 11 sivil yaralı
– 5 Mayıs El Bab – 1 sivil ölü
– 29 Nisan Afrin – ölü yaralı yok
– 28 Nisan Afrin – 40 sivil ölü 47 yaralı
– 13 Nisan Afrin – 1 ölü
– 23 Mart El Bab – 4 yaralı
– 18 Mart Afrin – 5 sivil ölü 14 yaralı
– 12 Mart Rasulayn – 1 türk askeri, 3 öso ölü, 3 yerel güç yaralı, 7 sivil yaralı
– 8 Mart Afrin – 1 sivil ölü 3 yaralı
– 16 Şubat Tel Abyad – 4 sivil ölü
– 10 Şubat Afrin – 4 sivil ölü
– 4 Şubat Afrin – 1 sivil ölü 7 yaralı
– 30 Ocak Tel Abyad – 2 sivil ölü 4 yaralı
– 26 Ocak Azez – 5 sivil ölü 15 yaralı
– 1 Ocak Tel Abyad – 2 sivil ölü 4 yaralı
Tüm bu saldırılar ve geçmiş yıllarda meydana gelen daha fazlası, bu bölgelerdeki güvenlik politikalarının yeniden gözden geçirilmesi gerekliliğini ortaya koymuştur. Eylemlerin gerçekleştirildiği bölgelerdeki yönetim ve asayiş, Türkiye’nin desteklediği muhalif oluşumlar tarafından sağlandığı için bu bölgelerdeki güvenlik dinamiklerini ayrı bir rapor olarak incelemek gerekiyor. Bu da ayrı bir araştırma ve saha çalışması ihtiyacının kenarda beklediğini göstermektedir.
Türkiye’nin desteklediği muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde gerçekleşen saldırıların önlenemeyişi, istihbarat zafiyeti olarak da değerlendirilebilecek olmanın yanında, bölgedeki çatışma dinamiklerinin, bu dinamiklere yön veren aktörlerce, istenilen tarafa kanalize etmek ve bölgedeki çatışma potansiyelini kontrol altında tutma çabası olarak da değerlendirilebilir.
Tabii ki bunun yanında, bölgede planlanan her saldırının da planlayıcıları tarafından hayata geçirilemediğini de eklemek gerekiyor. Ancak bunlar, gerçekleştirilen saldırıların gölgesinde kalmakta.
Fırat Kalkanı ile Zeytin Dalı bölgelerinin İdlib bölgesi ile kıyaslanması
Her ne kadar son dönemde İdlib bölgesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin varlığı ciddi oranda artmış olsa da bölgenin tamamının Tahrir el Şam Heyeti (HTŞ) kontrolünde olduğu biliniyor.
HTŞ, bu bölgede gerek askeri gerek sivil yönetim olarak öne çıkıyor. İdlib’de neredeyse merkezi otorite haline gelen HTŞ, bir yandan Rusya ve İran destekli rejim güçlerine karşı savaşırken, diğer yandan da İdlib kenti ve çevresinde oluşturduğu güvenlik birimleriyle asayişi sağlamaya çalışıyor. Bu bağlamda, HTŞ’nin kontrol ettiği bölgelerle Türkiye tarafından desteklenen diğer muhalif unsurların kontrolünde olan bölgelerin idari anlamda karşılaştırılması oldukça yerinde olacaktır.
Bir dönem İdlib kent merkezinde bombalı saldırılar artış göstermiş olsa da, HTŞ’nin sivil ve askeri yapıda gittiği iyileştirmeler ve özellikle asayiş tabanlı olanları, bölgede nispeten sükuneti sağlamış durumda.
İdlib bölgesiyle Türkiye’nin desteklediği muhaliflerin kontrolündeki bölgeleri kıyaslarken, her iki yapıya mensup unsurların motivasyonlarını da incelemek gerekiyor.
Türkiye’nin desteklediği muhalif grupların kontrolündeki bölgelerde güvenliği sağlamakla sorumlu idari birimler, memur mantığıyla maaşlı çalışan birer unsur iken, İdlib’de HTŞ’nin kurduğu birimlerde bu düzenden bahsetmek pek mümkün değil. HTŞ’nin de bazı savaşçılarına maaş verdiği -oldukça düşük bir miktar- biliniyor ancak bu bölgesine göre değişmekle birlikte, sürekli olarak sağlanabilen bir ayrıcalık değil. HTŞ’nin İdlib’deki güvenlik sistemi genel anlamda gönüllülük esasına dayanıyor.
Öte yandan zaten HTŞ’nin kendisine bağlı tüm savaşçıları düzenli maaşa bağlayacak seviyede bir bütçesi mevcut değil. Nitekim çatışmaların kızıştığı dönemlerde artan savaş maliyetleri yüzünden HTŞ’nin kendi masraflarını dahi ucu ucuna denk getirdiği ifade edilebilir. Burada eklenmesi gereken not, maddi değil, ideolojik motivasyonlarla hareket eden tarafın süreklilik sağlayabilmesi durumunda daha verimli olacağıdır.
Yine Türkiye’nin desteklediği bölgelerdeki güvenlik zafiyetine değinecek olursak, bu bölgelerde muhalif unsurlar tarafından gerçekleştirildiği öne sürülen yolsuzluklar ve diğer gayri resmi işler, Suriye sahasında oldukça konuşulur durumda. Bunlardan bazıları, Türkiye’nin sağladığı silah ve mühimmatların satılması, fazla askeri personel gösterip yolsuzluk yapmak ve bölgedeki kaçakçılık şebekesinin bir parçası olmak olarak sıralanabilir. Bu bağlamda, maddi motivasyonlarla hareket eden güvenlik personelinin, özellikle Suriye sahası gibi çok aktörlü bölgelerde daha fazla zafiyet arz ettiği aksi savunulamayacak bir gerçektir.
Dolayısıyla Türkiye bu bölgelere, askeri operasyonlarla bir sivil yönetim ihraç etmiş, bununla birlikte bürokrasiyi de belli boyutlarıyla bölgeye taşımıştır. Bu da Suriye sahası gibi bir bölgede hızlı adım atmanın önüne geçmekte, istihbari olarak başarılı olsanız dahi, sahadaki mevcut sürdürülemez durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Bölgeler arası kıyaslamaya devam edilecek olursak, HTŞ kontrolündeki bölgelerde asayişin, Suriye sahasına ve muhalif grubun elindeki imkanlara nispetle daha iyi olduğunu söylemek mümkün. Bu şekilde bir portrenin ortaya çıkmasını ana nedeniyse yukarıda saydığım başlıca sebeplerdir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin Suriye’de desteklediği muhalif gruplarla kontrol altına aldığı bölgelerdeki güvenlik zafiyetleri başlı başına incelenmeli, ayrı bir konu olarak derinlemesine analiz edilmeli ve çözümlemeler sunulmalıdır. Aksi durumda, gerek Fırat Kalkanı, gerek Zeytin Dalı, gerekse Barış Pınarı harekatı bölgelerindeki mevcut güvenlik politikasının sürdürülebilir olduğunu söylemek pek mümkün değil.