Taha Kılınç / Gazeteci - Yazar / Star
Bundan yaklaşık beş yıl önce, bir avuç mazlumun en temel hak ve hürriyet talep etmek için sokaklara inmesiyle başlayan Suriye olayları, “IŞİD denklemi”ne sıkışıp kaldı. Özellikle son iki yılda medya bombardımanı ve Hollywood’vari yapımlarıyla evlerimizin içine kadar girmeyi başaran IŞİD, artık dünyanın gözünde, bölgenin “en vahşi” örgütü. Suriye’deki zulmün ana müsebbibi olan Beşşar Esed rejiminin esamisi bile okunmuyor artık. Hatta Esed, “Sünni cihatçılar”a bakılarak, uluslarası sistemin ‘ehven-i şer’ seçeneği konumuna bile yükseldi. En az 350 bin ölüye rağmen üstelik...
Suriye krizi, hem gittikçe ülke içine sıçrama belirtileri gösteren terör tehlikesi hem de mülteci dramı yönüyle, dünyada belki de en çok Türkiye’yi ilgilendiren sorunlar yumağına dönüştü. Meselenin bu tarafını ele almadan önce, gelinen noktada IŞİD’le ilgili bildiklerimizi toparlamakta yarar var:
Kökleri ta ABD’nin Irak’ı işgaline ve işgalden sonra Sünnilerin Irak hapishanelerinde gördüğü işkencelere kadar götürülebilecek olan IŞİD örgütü, somut birçok verinin de desteklediği şekliyle, ABD, İngiltere ve İran istihbaratları tarafından kontrol edilen bir beyin yapılanmasına sahip. Örgüt içindeki bu üçlü yapı, Irak ve Suriye’nin değişik bölgelerinde IŞİD’in gösterdiği farklı tepkilere ve birbirinden farklı yöntemlere bakılarak da kolaylıkla anlaşılabilir.
IŞİD, İran için kullanışlı
ABD ve İngiltere, IŞİD’i Irak’ta Şiilerin, Suriye’de de Kürtlerin önünü açmak için kullanıyor. İran ise, kendi kontrol ettiği parça üzerinden, bir taşla birkaç kuş birden vuruyor. Her şeyden önce, İran için IŞİD, “Sünni cihatçıların ne kadar vahşi yaratıklar” olduğunu cümle aleme göstermek için harika bir araç. IŞİD’in yayınladığı her infaz videosunun, Tahran’da ellerin coşkuyla ovuşturulmasına neden olduğu açık. İran, “IŞİD vahşeti” üzerinden, dünyaya şu mesajı veriyor: “Siz Suriye’de Esed’i devirmeye çalışıyorsunuz ya da bunu istiyorsunuz. Ama bakın, Esed devrilirse yerine bunlar gelecek.” Bu propaganda öylesine başarılı oluyor ki, ABD ve İngiltere de hızlı bir şekilde bu teze ikna oluyor.
İran’ın IŞİD yoluyla elde ettiği ikinci büyük kazanım, coğrafyada birçok Şii milis örgütü de “Sünni cihatçılar”ı hiç de aratmayan vahşetlere imza attıkları halde, bunları ustalıkla gizleyebilmesi. IŞİD’in ortaya koyduğu vahşetin boyutları gözleri öyle kamaştırıyor ki, Suriye’de ve Irak’ta düpedüz mezhepçi saiklerle Sünni boğazlayan Şii çetelere odaklanmak da imkansızlaşıyor. Onlar medyada yer bile bulmuyor.
IŞİD’in yarattığı yeni kaos ortamında İran’ın kazandığı üçüncü şeyse, hiç şüphesiz, ta Afganistan sınırından Akdeniz’e kadar neredeyse kesintisiz kurduğu “Şii hilali” hayalini gerçekleştirmeye günbegün yaklaşması. Dünya IŞİD’le meşgulken, İran bu perdenin gerisinde kendi ‘bölgesel’ planlarını son hızla uygulamaya devam ediyor.
Sorunlar çok yönlü
Tüm bu arka plan bağlamında Suriye meselesini düşündüğümüzde, Türkiye’nin önüne sadece terör ya da mülteci dramı merkezli değil, çok yönlü bir sorunlar yumağının çıktığı anlaşılır. Türkiye aynı anda hem sınırlarında güvenliği sağlamalı, hem Suriye meselesinin kendi istediği istikamette çözüme kavuşması için çabalarını sürdürmeli, hem bölge ülkeleriyle ilişkilerini belli bir çizgide tutmalı, hem uluslararası toplumdan dışlanmamalı, hem de bütün bunları yapmaya çalışırken kendi iç huzurunu da temin etmekten geri durmamalıdır. Bu çok yönlü hedefler, öyle sıradan bir ülkenin kolaylıkla altından kalkabileceği meseleler değildir.
Uluslararası arenada Suriye kriziyle ilgili Türkiye’nin yaşadığı en büyük zorluk, öyle ya da böyle sorunla ilgili ülkelerin, meseleye bambaşka açılardan yaklaşması. Bu da pratikte, hiçbir yabancı partnere sonuna kadar güvenememek gibi ciddi bir sorunu beraberinde getiriyor. Örneğin ABD hem PKK-PYD çizgisiyle hem de -elbette ilan etmeden- IŞİD’le temasını sürdürüyor. Türkiye’ye resmen “PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyoruz” açıklamasında bulunan Washington, PKK’nın Suriye’deki uzantılarına silah ve mühimmat yardımı yapmaktan da geri durmuyor.
IŞİD’le mücadele gerekçesiyle Türkiye’den askeri üs talep eden ve bu talebi de yerine getirilen ABD’nin Türkiye’ye karşı yeterince samimi ve şeffaf olduğunu söylemek epey güç. Aynı güçlük, Türkiye’nin Avrupalı müttefik ve ‘dost’ları için de söz konusu. Suriye ve Irak’ta, her ülkenin kendi çıkarlarıyla ilgili farklı ajandası var. Bu çıkarlar arasındaki çelişkilerin boyutu büyük olduğu içindir ki, Suriye krizi bir türlü çözülemiyor.
BAE ve Mısır’a dikkat
Sadece Batılı devletlerin samimiyet eksiklikleri değil, Türkiye, Arap dünyasından da iki önemli muarızla karşı karşıya: Mısır ve onun destekçisi Birleşik Arap Emirlikleri. Bu iki ülke, ellerindeki bütün imkanlarla ve ulaşabildikleri tüm kanallar üzerinden Türkiye’yi bölgesel ve uluslararası anlamda sıkıştırmak için ellerinden geleni yapıyor. Özellikle medya üzerinden sürdürülen dezenformasyon ve itibarsızlaştırma kampanyalarının ardı arkası kesilmiyor.
Mısır, bir yandan Beşşar Esed rejimiyle, Kahire’de ikamet eden Muhaberat elemanı Husam el Avak üzerinden gizlice görüşmeye devam ederken, bir yandan da onun ‘kankası’ Birleşik Arap Emirlikleri, Suriye’de muhalifleri tamamen ezmek için kara harekatına katılmaya bile istekli. Her iki ülkenin, Müslüman Kardeşler çizgisiyle acımasız savaşını ve işledikleri insan hakları suçlarını da bu bilançoya eklemeli.
Dahası, Türkiye’yi ve onun yürüttüğü bölgesel politikaları kendi bekaları açısından en büyük tehdit olarak gören bu iki ülke, İsrail’le safları sıklaştırırken, dünyaya da “Siyasal İslam”ın ve “İslamcı terör”ün örnekleri olarak Müslüman Kardeşler’i ve AK Parti’yi göstermekten de çekinmiyor.
Tüm bunların üstüne, Türkiye’ye çelme takabilmek için, ellerine geçirebildikleri ekonomik kozları da, sonuna kadar oynuyorlar.
Arap dünyasında Türkiye’nin kendini yanında en rahat hissettiği ve hissedebileceği ülke Katar. Ancak onun da gücü sınırlı. Katar’a karşı, Körfez’de Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’in başını çektiği ciddi bir direniş var. Suudi Arabistan’daysa, Kral Selman’ın tahta çıkmasının yarattığı sınırlı iyimserlik, özellikle Yemen’de girişilen ucu karanlık macera nedeniyle tatsız bir belirsizliğe dönüştü. Suudiler, bölgesel anlamda yapıcı politikalar tutturmaya çalışmakla, Kral Abdullah döneminde imza atılan yıkıcı hamlelerin -ki bunlardan birincisi, Mısır’daki darbeye alenen destek sağlanması- hâlâ devam eden derin tesirleri arasında gidip geliyorlar. Dolayısıyla, Suudi Arabistan’dan yana da çok fazla beklenti içine girmemek icap ediyor.
Planlar belli oranda gecikti
Kısacası Türkiye, yeni dönemde Suriye politikasını oluşturur ve sürdürürken, Arap dünyasından ciddi bir direniş blokuyla da baş etmek zorunda kalacağının farkında olmalı. Söylemler de eylemler de buna göre dizayn edilmeli.
ABD, İngiltere ve Fransa’nın son bir yılda attığı adımlara bakıldığında, gelinen noktada artık amacın Suriye’yi üç parçaya bölmek olduğu anlaşılıyor. Plan kabaca şöyle: Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt bölgesi yaratmak; başkent Şam olacak şekilde, Akdeniz kıyılarını da kapsayan batı bölgelerinde bir Nusayri devleti oluşturmak; geri kalan bütün grupları ise orta ve doğudaki çöllük ve kurak alana kapatmak.
Benzer bir üçe bölme planının komşu ülke Irak için de tıkır tıkır işlemekte olduğunu görmemek mümkün değil. Ki zaten orada “Kürtler, Sünniler, Şiiler” şeklinde daha net bir ayrım yıllardır mevcut.
Rusya’nın, “IŞİD’le mücadele” kılıfı altında Suriye’ye abanması ve özellikle de rejime karşı aktif mücadele veren grupları vurması, işte bu bölünmeyi Esed lehine hızlandırma amacını taşıyor. Kürtlerin ABD tarafından desteklendiğini gören ve bunu engelleyemeyeceğini anlayan Putin, tamamen Rusya’nın kontrolünde olacağını hayal ettiği geleceğin Nusayri devletinin sınırlarını belirleme adına bilhassa Türkmendağı bölgesine odaklanmıştı. Derken, Türkiye’nin hiç beklenmeyen hamlesi geldi: Sınırı ihlal eden Rus uçağı, Türk F16’ları tarafından düşürüldü.
Rus uçağının düşürülmesi, sadece Türkiye-Rusya ilişkilerinin yeni bir seyir alması anlamına gelmiyor. NATO’nun doğuya ve güneye doğru genişleme sürecinin hızlanmasından Putin’in Suriye’de sınırlarını fark etmesine kadar çok sayıda neticesi oldu bu olayın. Hatta Suriye’nin üçe bölünmesi planlarını bile belli oranda geciktirdiğini söylemek mümkün.
Özetlemek gerekirse:
Suriye’de artık son dönemece girilmiş durumda. Şimdiye kadar elindeki bütün imkanları, Suriye’deki dönüşümün bölgeye en az zararlı şekilde gerçekleşmesi için harcamaya çalışan Türkiye, yeni dönemde de Suriye merkezli sorunları, dış politikasının birinci maddesi olarak bulacak.
Halk olarak da, yöneticiler olarak da, dış politika yapıcıları olarak da, sabırlı ve temkinli hareket etmemizi gerektirecek kritik bir sürece girmiş bulunuyoruz velhasıl.