Suriye’de Müslümanlar Müslümanlarla mı Savaşıyor?

MUSTAFA SİEL

Suriye intifadasını eleştiren İslamcılardan bir kısmının kullandığı en önemli bahanelerden birisi bu. Diyorlar ki, Suriye’de Müslümanlar birbirini kırıyor, kardeş kavgası oluyor, bu nedenle iki tarafın arasını düzeltmek, olmuyorsa tarafsız kalmak gerekir.

Bu konuyu ele alırken öncelikle iki Müslüman tarafın birbirleriyle savaşıp savaşamayacaklarını, savaşmaları durumunda diğer Müslümanların ne yapmaları gerektiğini ortaya koymak gerekiyor.

49.Hucurat Suresi 9 ve 10. ayetleri okuduğumuzda, konuyla alakalı olarak şu ilke ve emirleri çıkarabiliriz diye düşünüyorum. Öncelikle, iki Müslüman tarafın öldürme amaçlı savaş (kıtal) yapması kesinlikle haramdır. Bu haramlık iki yönden ele alınmalıdır. Öncelikle, karşı tarafın hakkına tecavüz (bağy) amacıyla savaşmak haramdır. İkinci olarak, karşı tarafın kendi hakkına tecavüz ettiği iddiasıyla karşı tarafla savaşmak haram olup, bu durumda da öncelikle tecavüzü önleyici başka tedbirlere başvurmalıdır.

Bir şekilde iki Müslüman taraf arasında bir savaş vuku bulacak olursa, bu iki tarafın dışındaki Müslümanların, öncelikle bu iki tarafın aralarını düzeltmeye çalışmaları (sulh) gerekir. Aralarını düzeltme çabaları neticesi taraflardan birisi barışa yanaşır, diğeri yanaşmazsa, bu durumda barış çabasında bulunan tarafsız Müslümanların, barışa yanaşmayan tarafla, barışa yanaşmalarına değin savaş (kıtal) yapmaları ve onları barışa zorlamaları gerekir.

 Bu çabalar neticesi barış sağlanırsa sorunun ilk aşaması çözülmüş olur. İlk aşama dememin sebebi, sulhun ardından adaletli bir yargılama ile haklı ile haksızın ortaya çıkarılması, suçluların cezalandırılması gerekeceğidir. Yani suçlar yapanın yanına kar kalmamalıdır.

Bu durumda, Suriye’deki savaşın her iki tarafını ve kendimizi, 10. ayette belirtildiği gibi gerçek Müslümanlar olarak kabul ediyorsak, Suriye’de savaşan iki taraf dışında kalan bizlerin üzerine çok ciddi sorumluluklar düşmektedir. Sanıldığı gibi, iki Müslüman taraf savaşıyorsa hiç karışmayalım, kanlarına ve günahlarına girmeyelim diye bir netice çıkarılamaz bu ayetten.

Bilakis barıştırmak için tüm imkanlarımızı son haddine kadar kullanmak, bir taraf barışa yanaşmıyorsa o tarafla savaşarak barışa zorlamak, bir şekilde barış sağlandıktan sonra adil bir yargılama ile haklı ve haksızı ortaya çıkarmak, suçluları cezalandırmak ve zararları telafi etmeye var gücümüzle çalışmak gerekmektedir ve tüm bu çabalar cihad kapsamına girer.

Eğer muhalifler ile savaştıkları Esed ve şurekası şebbihaların, bu ayetler kapsamında kardeşlerimiz olan Müslümanlar kapsamına girdiğine inanıyorsak, bu durumda üzerimize düşen sorumluluklar kısaca ve öz olarak böyledir.

Bu durumda, 40 yıldır baskı, işkence ve katliamlar altında yaşayıp da,  Mart 2011’de özgürlük, onur ve islami yönetim talebiyle silahsız gösterilere başlayan halkın üzerine mermi yağdıran ve bu şekilde savaşı başlatan Esed çetesi yine suçlu olurdu ve bizlere düşen ilk vazife bu çeteyi bu saldırıdan vazgeçirmek ve halkın taleplerine kulak vermesini sağlamak olurdu.

Esed çetesi buna yanaşmadığı takdirde de (ki asla yanaşmayacağı şu ana kadar olan tavırlarından anlaşılmaktadır), bu çeteye karşı bizlerinde silahlı savaşa (kıtala) girişmemiz gerekirdi, ta ki bu çete saldırılarından vazgeçene ve adaletli bir sulha yanaşana kadar.

Bu noktada öncelikle bu ayetlerin sözde Müslüman özde münafık ve islam düşmanları için geçerli olup olmadığı üzerinde durulmalıdır. 10. ayette geçen kardeş olan mü’minler, sözde değil, özde mü’minlerdir. Sözde (hukuken) mü’min bile olsa, laik ve sekülerist dünyevi ideoloji mensupları bu kardeşlik tanımının kapsamına kesinlikle girmez. Bu tanıma, kendisini İslamcı olarak gören ancak farklı mezhep ve meşrep mensupları dahil edilebilir ve bu ayetler bu tür taraflar arasında çıkan savaşlarda uygulanabilir kanaatimce.

Kaldı ki, Esed ve çetesinin sözde Müslüman olduğu bile su götürür bir iddiadır. Bu çetenin içinden çıktığı ve Suriye nüfusunun yüzde 10 – 15 civarını oluşturan Nusayriler, islamın şii mezhebinden kopma ayrı bir dindirler. Şii mezhebinden kopma oldukları için şiaya dair bir takım özellikleri muhafaza etmekte ve şiaya daha yakın durmaktadırlar.

Nusayrilerin memleketimizdeki Alevilerle özdeşleştirilmesi de doğru değildir. Çünkü alevilerin ana kütlesini oluşturan kısmı, peygamberimizi kabul etmekte ve Sünnilerin değil kendilerinin gerçek Müslümanlar olduklarını iddia etmektedirler. Nusayriler ise takiyye gereği Müslüman olduklarını iddia etmekte, gerçekte ayrı bir din olduklarına inanmaktadırlar.

Nitekim Ocak 2013’te internete düşen bir video kaydında bu gerçek net olarak ortaya çıkmaktadır. Görüntülerde, demir çubuklarla vurarak işkence ettikleri, kafasına tuğla vurarak ve bilahare kurşunla şehit ettikleri bir gence; bu esnada “Sen şehit mi olmak istiyorsun, Senin Kur’anında peygamberiniz ile cennete gideceğin mi yazıyor” benzeri islamı ve peygamberimizi inkar edici ve alayvari – küçümseyici sözler ettikleri görülüyor.

Sadece bu görüntüler ve konuşmalar bile Suriye’de kimlerin savaştığını net olarak ortaya koymaya yetiyor aslında. Nusayriler kendilerini Müslüman kabul etseler, Sünnilere bu kadar eziyet ve işkence, tecavüz ve katliam yapabilirler mi bunca zamandır. 40 sene önce elde ettikleri azınlık diktatörlüğünü sürdürmek için bu kadar hırslı olurlar mı idi?

Hülasa, Suriye’de savaşan taraflardan birisi, yukarıdaki ayetler kapsamında kardeşlerimiz olan Müslümanlar iken; diğer kısmı ise baas çetesini oluşturan Nusayriler ile, zorla yada isteyerek onların güdümünde hareket eden Sünnilerden oluşmaktadır. Kendisini İslam’a nisbet eden bu Sünni kesimden ideolojik yada dünyevi nedenlerle isteyerek Esed çetesine kulluk edenler zaten o çete gibi suçludurlar.

Kerhen bu çetenin güdümünde olan Sünnilerse, muhaliflerin savaş şartları gereği mecburen savaştıkları kişiler konumuna düşmektedirler. Nitekim Bedir Savaşında Mekke ordusunda bu durumda olan Müslümanlar olduğu, bu Müslümanların bu konumları nedeniyle müşriklerle aynı muameleye tabi tutuldukları, ancak müşriklerden ayrılıp Müslümanların safına geçmeleri halinde Müslüman muamelesine tabi tutulacakları hususları, 8. Enfal Suresi 70’ten 75’e kadar olan ayetlerde açıklanmaktadır.

49.Hucurat Suresi 9 ve 10. ayetler, kendini samimi olarak İslam’a nisbet eden, İslami dava güden Müslümanların aralarında çıkabilecek olan savaşlarla alakalı olup; ismen (hukuken) Müslümanken dünyaperest yada laik – sekülerist dünyevi ideoloji sahibi sözde Müslümanlar için bile söz konusu edilemez  kanaatindeyim.

Kaldı ki, Suriye’de Esed çetesi kendilerini İslam’dan kopan ayrı bir dinin mensubu olarak görmekte, İslam’ın gücünü ortadan kaldırmak, Suriyeli Müslümanları sindirmek ve kullaştırmak için tüm güçlerini kullanmakta; bunu sağlamak için işkence, tecavüz ve katliam gibi her türlü şeytani metodu kullanmaktan zerre kadar imtina etmemektedirler. Bu meyanda Musa (as)’nın mücadele ettiği Firavun iktidarından daha zalimdir.

Bu durumda 49. Hucurat Suresi 9 ve 10. ayetlerdeki hükümleri Suriye’de savaşan taraflar arasında uygulamak kesinlikle mümkün değildir. Suriye savaşında saflar, en az Kafkasya, Doğu Türkistan, Bosna, Afganistan vd. cepheler kadar açık ve nettir.

Eğer Suriye’de savaşan diğer taraf Esed çetesi değil de, Şii İslamcılar olsaydı o zaman bu ayetlerin uygulanması gerekirdi. Irak’ta, Lübnan’da ve benzeri yerlerde, İslamcı Sünni ve Şii gruplar arasında bu ayetlerdeki ilke ve hükümler uygulanmalıdır.

Lakin bu uygulama güçlüyü haklı çıkarma ve zayıfı ezme için değil, öncelikle savaşı durdurma ve ihtilafları Allah’ın kitabına göre çözme ve her iki tarafın razı olacağı bir sulh tesis amaçlı olmalıdır. Ancak, her iki tarafa Sünni yada Şii bile olsa, taraflardan biri İslamcı değil de, dünyaperest yada laik sekülerist dünyevi ideoloji sahibi ise, bu ayetler uygulanmayıp; Kur’an’ın ilgili diğer ayetleri uygulanmalıdır.

Bu açık gerçeklere rağmen halen Esed ve çetesini Müslüman kabul edip, özgürlük ve islam uğruna son çare olarak kıyam etmiş muhalif Müslümanlarla aynı kefeye koymak, şeytanın avukatlığına soyunmaktan başka bir şey değildir.