Suriye, uzmanlar, gazeteciler...

Abdullah Muradoğlu

Türkiye ve 'Esed rejimi' arasında iplerin kopmasından sonra ortalık 'Suriye uzmanı'ndan geçilmez oldu.

Sıradan gazetecilik çalışmaları bile 'Suriye uzmanı' yaftası altında zikredilir oldu.

Oysa Suriye konusunda uzmanlıklarını konuşturanların Suriye'ye ilişkin tek bir çalışmasını bile görmüş değiliz.

Bu nasıl uzmanlık peki?

Sahada yapılmış, yerli, doğru dürüst bir bilimsel çalışma yok denecek kadar az.

Az sayıdaki bilimsel çalışmaları(yüksek lisans, doktora) gerçekleştiren akademisyenler ise uzman sayılmadıklarından olsa gerek kimse onlara mikrofon bile tutmuyor.

Aslında bütün bunlar zaten sayısı az olan düşünce kuruluşlarımızın sorun çıktıktan sonra o soruna eğilme zaafiyetini de gözler önüne seriyor.

Önceden üzerinde düşünülmüş hiçbir çalışma gelmiyor önümüze.

Bu yüzden her soruna, maalesef hazırlıksız yakalanıyoruz.

İç savaş ortamı yaşayan Suriye'de olan-bitenler hakkında doğru haber iletmek elbette kolay değil.

Hele de Suriye gibi diktatörlük rejimlerinde habercilik çok daha zor ve riskli.

İki gazeteci arkadaşımız Suriye'de kaçırıldılar ve Esed rejimi arkadaşlarımızın akıbetine ilişkin tatmin edici bilgi vermiyor.

Bu arkadaşlarımızın gazetecilik yapmaları engellenirken kimi gazetecilere ise Şam'ın kapıları sonuna kadar açılıyor.

'Düzenlenmiş ortamlar' içerisinde gazetecilik yapmak Suriye'de olan-bitenleri açıklamaz.

Üstelik bu tür habercilik kafa karışıklığına yol açmakla kalmıyor, yaşanmış gerçekliklerin gizlenmesine veya saptırılmasına kadar gidebiliyor.

Bazı gazeteci arkadaşlar, katillere, işledikleri cinayetlerin sanki birer tanığıymış gibi mikrofon tutuyorlar.

Esed rejiminin yapısını bilmesek, katillere masum muamelesi yapmamız gerekecek.

Uzman görüşüne başvurulan bazı gazeteciler ve akademisyenler, Şam ve Halep'in isyankar şehirlere katılmamasını Esed rejimine destek olarak gösteriyorlar.

Bunun doğru olmadığını öyle söyleyenler de çok iyi biliyorlar.

Halep ve Şam'ın isyankar şehirlere katılmamaları Esed rejimine destek verdikleri anlamına gelmiyor.

Tam aksine, 'orta sınıf' karakterine uygun olarak daha ihtiyatlı davrandıklarını gösteriyor.

Beşşar Esed, Suriye halkının desteğini yanında hissetseydi, 'Halep ordaysa arşın burada' demez miydi?

Böylece onbinden fazla insan hayatını kaybetmez, Suriye bir iç savaş cehennemine dönmezdi.

Oysa Esed Diktatörlüğü reform isteyen sivillere tanklarla karşılık verdi..

Derea'da çocukları işkenceyle öldürerek işe başladı.

Esed rejiminin kontrolü tümüyle kaybettiğini Şam ve Halep'in ayağa kalkmasıyla anlayacağız.

Henüz o vakit gelmemiştir.

Arap Baharı ve diziler

Türkiye'de çekilen dizilerin bilhassa Arap dünyasında büyük bir izleyici kitlesine sahip olduğu bir vakıa.

Hiç kuşkusuz, dar alanlarda sıkışmış olarak yaşayan insanlara bu diziler cazip geliyor.

Öte yandan dizilerin sunduğu abartılı yaşam tarzına duyulan kışkırtıcı bir merak duygusu da sözkonusu.

İnsanlar, 'paramız var ama Türkiye'deki gibi daha renkli ve daha özgür bir hayat yaşayamıyoruz, bu bize reva mı' diye düşünebiliyorlar.

Aynı şekilde yoksul insanlar için, Türk dizilerinde gösterilen zengin yaşamlara ulaşmak bir özlem olarak gelişiyor.

'Arap Baharı' denilen başkaldırıda 'daha iyi yaşamaya' yönelik özlemlerin payı olmadığı iddia edilemez.

Petrol ve doğalgaz zengini Azerbaycan'da başta Türkiye'de çekilenler olmak üzere yabancı dizilere yasak getirilmiş.

'Milli Televizyon ve Radyo Konseyi' başkanı Nuşirevan Muharremli televizyon sektörünün gelişmesini sağlamak için yabancı dizilere yasak getirdiklerini söylemiş.

Tek gerekçenin bu olduğundan şüpheliyim.

Acaba Azerilerin de 'petrolümüz var, doğalgazımız var, niye daha iyi yaşayamıyoruz' diyerek düşünmeye başlamaları bu dizilerin yasaklanmasının hakiki gerekçesi olamaz mı?

Çünkü kötü örnek oluyor bu diziler.

Aslında 'Arap baharı' içinde taşıdığı bileşenleri itibariyle küresel bir bahar.

Bu bahar dünyanın Batı'sına da, Doğu'suna da, Kuzey'ine de, Güney'ine de uğrayacaktır.

Dünyaya hükmeden güçlerin korktuğu şey de, budur.

'28 Şubat' millete giydirilen deli gömleğiydi

Tek Parti döneminin ceberrut uygulamalarını yeniden üretmenin adıdır '28 Şubat'.

21. yüzyılın eşiğindeki Türkiye'ye 1930'ların,1940'ların Türkiye'sini getirmektir.

İnsanlara nasıl inanmaları ve nasıl yaşamaları gerektiğini zorla kabul ettirme ameliyesidir.

Hayatın her alanını kapsayan 'vesayet sistemi'nin muhafaza edilmesidir.

'Halk için, halkla beraber' yerine 'Halk için, halka rağmen' zihniyetidir.

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel , 'Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın çaldığı Beethoven'ın 9. Senfoni'sinden sonra sahneye çıkıp birkaç yüz dinleyiciye hitaben 'işte çağdaş Türkiye' demişti.

Ben de zevkle dinliyorum ama Türkiye Beethoven dinleyenlerin Türkiyesi değildir sadece.

Beethoven dinlemek çağdaşlığın bir göstergesi de değildir.

Aynı Demirel, okumak isteyen başörtülü öğrenciler için 'Suud-i Arabistan'a gitsinler' diyebilme gafletini de göstermişti.

Milletin çocuklarına 'öz yurdunda parya' muamelesi yapan zihniyetin adıydı 28 Şubat.

Güya '28 Şubat' 'irtica'ya, 'teokrasi'ye karşı laikliğin korunmasını içeriyordu.

Oysa '28 Şubat' tam da karşısında durduğunu zannettiği şeyin bir benzerini üretiyordu.

Bu bağlamda '28 Şubat', 1930'ların CHP'sinin devletleştirilmesi, 'Altı Ok'un tek-tipçi bir 'resmi ideoloji' haline getirilmesinden başkaca bir şey değildir.

Hatta Türkiye'yi 'Baas'laştırma' özleminden söz etmek pekala mümkün.

Bulgar asıllı düşünür Prof. Tzvetan Todorov, 'Yeni dünya düzensizliği' kitabında bakın ne diyor:

'Laikliğin zıddı teokrasi değil, ideolojik devlet de denilen 'ideokrasi'dir, yani, ideoloji ile devlet arasındaki karıştırma, karışıklıktır. Eğer, ruhban sınıfı, yani kilise insanların siyasal tercihlerini belirlemeye kalkarsa o zaman bu ideokrasi teokrasi şekline dönüşür. İşte, 20. Yüzyıl Avrupası'nda, ideoloji taşıyan parti devletle karıştırılınca, totalitarizm tehdit olarak somutlaşmış, hayata geçmiştir. Böylece Komünizm ve Nazizm travması tecrübesi Avrupalıların özellikle laiklik konusunda hassas ve dikkatli hale getirmiştir.'

' 28 Şubat'ın tasfiyesi, millete giydirilmek istenen deli gömleğinin çıkarılıp atılmasıdır.

Zira bu gömlek bu millete dar gelmiştir.

YENİ ŞAFAK