Suriye Buhranı, nicelerimiz için, herkesin kendi cebhesinden bir turnusol kağıdı rolü de ifâ etti ve etmekte..
Acı olan şu ki, düne kadar bir çok insanî- İslamî etkinlikte bir arada olan insanlar birbirine selâm vermez hale geldiler.. Gerçi, Suriye’de 50 yıllık bir diktatörlük rejiminin eliyle ya da zorbalıkla da olsa artık hükûmet edemez hale gelmesiyle, kadın-çoluk-çocuk, yaşlı savunmasız siviller demeden onbinlerce insan öldürülür ve başta güzelim Haleb başta olmak üzere hemen bütün Suriye şehirleri top, tank ve hava bombardımanlarıyla harabeye döndürülürken.. Bütün bu durumda izahı zor bir duygusal bağlılık veya bir basiret bağlanışı ile, o diktatörlük rejiminin yanında yer alanlardan bazılarının, insan hakları alanındaki başka çaba ve etkinliklerde, Suriye konusunda zıd düştüğü insanlarla birlikte imza kampanyalarına da katıldıkları görülüyor.. Kimse de, ‘Arkadaş, sen önce, zâlimleri alkışlayan ve mazlumların kanının bulaştığı ellerini yıka da öyle gel!’ demiyor.. Bu da, oldukça acı veren ironik bir durum..
Suriye’de siyonist İsrail karşısında varolduğu sanılan Direniş Cebhesi’nin zayıflatılmaması adına, böyle bir çıkmaz’a sürüklenenlerimiz yüzünden, kendi içimizdeki cebheyi darmadağın ettik..
Hangi Direniş?
Bu Direniş Cebhesi’nin beyni sanılan rejimin, kendi halkına karşı sergilediği zorbalık ve de direnişin yüzde birini bile, kendisinin su ve buğday deposu olarak bilinen Golan Tepeleri bölgesini 45 yıldır işgalinde tutan siyonist İsrail rejimine karşı göstermediği bilinmiyor mu?
Ayrıca, direnilecek, dayanılacak güçlü bir halk mı kaldı ki, geride.. Herşeyi yakıp yıkmadı mı, bu diktatörlük rejimi..
Bu facialı durum, Suriye’de yaşanandan daha az üzüntü verici değildir..
Belki diyeceklerdir ki, ‘Geliniz bizim safımıza, mes’ele bitsin..’
Kimileri daha da ileri giderek, ‘Suriye’de zafer’i Beşşar Esed kazanınca, avucunuzu yalayacaksınız..’ diyecekler.. (Nitekim, dostların verdiği habere göre, bu gibi arkadaşlardan bazılarına aid facebook’larda, fakir’in adı verilerek, Suriye Buhranı konusunda kendilerine aykırı bir çizgi izlediğim için, sonunda hayalal kırıklığı yaşayacağım filan yazılmış! Elhamdulillah ki, kazanç veya kaybı, dünyevî ölçülerle değil; kaybetmiş olsak bile, sadece ve sadece haklı olabilmek noktasındaki aslî ölçülerimize göre değerlendirenlenlerdeniz..)
*
Mes’ele filanın veya falanın gitmesi veya kalması da değil!
Bazıları da, ‘Bakınız biz, Suriye’den filan ülke elini çeksin, diyoruz; ama, siz de, filanlar da çeksin diyebilecek misiniz?’ gibi görüşleri yazabiliyorlar.. Sanki, onun veya başkalarının, birileri çekilsin veya çekilmesin demesiyle, bu gelişmelerin istikametinde bir değişiklik olacakmış gibi..
Bizim mes’elemiz, böylesine bir diktatörlüğe karşı çıkanlar kim olursa olsun, ona en azından psikolojik destek vermektir.. Bir diktatörlük rejiminin kanlı geçmişini bugün kat kat üstüne çıkaran bu günkü tablo karşısında, hangi niyetle olursa olsun ayaklanmış bir halka destek olamasak da, bari, köstek olmamaktır..
Çünkü, ortada, tıpkı Saddam Irakı döneminde olduğu gibi, Suriye’de de yarım yüzyıldır, korkunç bir ölüm mekanizması kurmuş Baas rejimi ve Esed Khanedanı diktatörlüğü bulunuyor.. Böyle bir zulüm mekanizmasına karşı hangi niyetle olsun direnmeye çalışıyorlar.. Bu diktatörlüğe karşı mücadele verenlerin, farz-ı muhal hiç bir ideolojileri olmadığı düşünülse bile; hiç değilse, hür insanın taşıması gereken bir hassasiyetle canlarını ortaya koyuyorlar..
33 sene öncelerde, Şah’a ve Şehinşahlık rejimine karşı 100 bini aşkın kurban vererek direnen İran halkının o müthiş direnişi sırasında, Şah Pehlevî bile, Beşşar Esed’in yaptığını yapamamış, şehirleri bombardıman edememişti.. Ve, silahsız olarak direnen milyonluk kitlelerden ayrı olarak, silahlı mücadele veren çoğu marksist bazı gruplar da vardı.. Ama, o zaman, bazıları, ‘Komünistlerin gelmesi ihtimali var.. Onlar geleceğine Şah kalsın..’ derken, bir avuç genç müslüman, çıkardıkları dergilerde, böyle maslahat ve menfaat hesabları yapmanın zulüm olduğunu düşünüp, bir diktatörlüğe, tâgût düzenine karşı çıkan bir halkın yanında yer almamayı İslamî hakk anlayışıyla bağdaştıramıyor ve kendi çaplarında, mazlumların yanında yer alıyorlardı.. (Merhûm) İmam Khomeynî de, o zaman, hattâ İslamî hedefleri olmayan kimselerin bile, en azından, insan olmanın gerektirdiği şekilde, hürr insanlar olarak hareket etmelerini istemiyor muydu?
Bir de bugün gelinen noktaya bakınız.. Bir takım stratejik veya daha başka gerekçeler adına, korkunç bir zulüm mekanizmasının ayakta durması için, bir halkı ve bir ülkenin bütün zenginliklerini yok etmeyi hedef alan bir gaddarlığa destek veriyorlar.. Bunun izahı için her ne söylenirse söylensin, anlaşılması neredeyse, imkânsız.. Ve İran’ın bu siyasetini eleştirdiniz mi, en ağır suçlamalar.. Yok, İran düşmanı, yok şiî düşmanı..
Yahu, bir müslüman için, Hakk’ın ölçüsünde olmanın kesin ölçüsü, filan coğrafyaya, İslâm’ın filan yorumuna veya filan makama bağlılık mıdır?
Silahsız mücadele tercih olunmalı, ama, bu bir kesin kural mıdır?
Haa, bu arada, ilk planda mâkul gibi gözüken bir sual, ‘Niye silahlı mücadele veriyorlar? Silahsız protesto yapsalardı ya..’ şeklinde oluyor..
Bu, evet, üzerinde durulması gereken bir ciddî konu..
Doğrudur, İran’daki o büyük İslam İnqılabı Hareketi, İmam Khomeynî’nin rehberliği altında, silaha başvurmadı.. Amma, İmam, ‘tâgût rejiminin iktidarı bırakmaması halinde, Cihad ilan edeceğini’ bir tehdid unsuru olarak devamlı hatırlattı..
Tûnus ve Mısır’da da halk kitleleri, başlarındaki tâgûtî rejimleri silahsız protesto hareketleriyle devirdiler, 20 ay öncelerde.. İtirazcılardan, silah kullananlar hemen hemen hiç olmadı..
Ama, Yemen ve Libya’da da tablonun nasıl olduğu unutulmamalı..
Libya’da 42 yıldır iktidarda bulunan Gaddafî, ‘gidecek, sığınacak, kaçacak yeri olmayan bir yönetim’in sembol ismi olarak, en kanlı şekilde silah kullandı ve diğer arab rejimlerine de, kendisi gibi davranmaları çağrısında bulundu.. Onun bu çağrısıyla, Yemen’de 34 yıllık diktatörlüğün başında bulunan Ali Abdullah Salih de, Bahreyn Sultanı da, yarım asra varan Suriye’deki Baas rejimi ve Esed Khanedânı diktatörlüğü de, aynı yolu hem de en acımasız şekilde takib ettiler..
Sonunda, devreye NATO vs. uluslararası güçler girdi ve netice mâlum.. 50 binden fazla insanın can verdiği o korkunç iç-savaş sonunda, Gaddafî korkunç ve trajik şekilde öldürüldü..
Ondan sonra Yemen’de de, Ali Abdullah Salih, güç bela ikna edildi ve oğlu, Cumhuriyet Muhafızları Ordusu’nun başına komutan olarak getirilmesi ve geçmişinin sorgulanmaması ve benzeri diğer şartlarla ve ağır şekilde yaralandıktan sonra, iktidarı bırakmaya razı oldu..
Ve bütün bunlara rağmen, İran yönetiminin ene üst makamlarınca da, İran medyasınca da, bu gelişmelerin hepsi, ‘halkların inqılabçı mücadeleleri’nin kutlu zaferleri’ olarak selamlanıp alkışlandı..
Ama, aynı durum Suriye’de tekrarlanmaya başlanınca.. Aynı mantık çalıştırılmadı; tersine, Suriye halkı, emperyalizmin propagandalarına aldanmış kitleler olarak suçlandı..
Bugün gelinen nokta, ortada..
Şam’ın merkezi ile Lazqiye dışındaki hemen bütün Suriye şehirleri yerle bir oldu.. Ülkenin ikinci büyük şehri ve ticaret merkezi Haleb, bugün bir harabeye dönmüştür.. Yüzbinler sığınacak yerler aramak için başka yerlere kaçmak zorunda kalmıştır.. 30 yıl öncelerdeki Hama Katliâmı, devede kulak mesabesinde kalmış; Oğul Esed, boynuz kulağı geçer anlayışınca Baba Esed’in gaddarlığını yüze katlamıştır..
Bütün bunlar olurken, bazıları, ‘o görüntülerin uyduruk olduğu’na dair iddiaları yazıp durdular, ‘Gidip gördünüz mü? gibi, muhatablarını ahmak yerine koyan bir hamaqat ile..
Çünkü, İran, Suriye rejimiyle olan diplomatik bağını ve dostluğunu, ve stratejik menfaatlerini hepsinin üzerinde tuttu..
Ve bugün gelinen noktada, şu husus bilhassa vurgulanmalıdır ki, İran, bu hareketiyle, son asırda yükseltilmesinde kendisinin de büyük payının bulunduğu ‘yüce değerler’i bugün o stratejik gerekçeler adına, kendi eliyle ayaklar altına atmak noktasına gelmiş buhunuyor..
Bu husus, kendilerine aylardır hatırlatıldı.. Ama, âdetâ, hata işlemez, bir takım unvanlar ve makamlara, bir inanç bağıyla bağlı olunmasının gerekliliği adına yanlış sürüyor ve gözler kararıyor.. Ve Esed rejimi de, cinayetlerine en fazla da bu destekle yeni cinayetler ekliyor..
Siz, bir dostunuzun her türlü cinayetine, gaddarlığına, sadece kendi halkına yapıyor diyerek, size direkt zararı olmadığı gerekçesiyle veya dostluk veya andlaşmalarınızın gereği diye, sonuna kadar göz yumar ve dahası, kanat gerer misiniz?
*
Evet, bu tablo, elem vericidir.. Buna bile, yıllarca birlikte olduğumuz kimselerin, birer uluslararası diplomatik ve stratejik dengeleri ayarlama uzmanı ve yetkilisi imişçesine yığınla gerekçeler üretecekleri ve hattâ kendileri gibi düşünmeyenlere ağır suçlamalar yapacakları, bu zamana kadar olanlardan da kolayca anlaşılabilir..
Bu elem verici tablo karşısında, 75 milyonluk bir müslüman İran toplumundan ciddî hiç bir itiraz sesinin yükselmemesi de ayrı bir konu.. Medya, Suriye Buhranı’na hâlâ ve tek taraflı olarak emperyalizmin oyunu iddiasıyla izah getirmeye çalışıyor..
Hatırlayalım ki, 33 sene öncelerde, zamanın T.C. başbakanı Demirel, İran’daki Şahlık rejiminin devrilmesinin arefesi günlerde, ‘Bir ihtiyar kişi, Paris’te oturmuş, bir işaret veriyor, milyonlar ayağa kalkıyor; bir işaretle de milyonlar oturuyor.. Bunun arkasında mutlaka bir super güç vardır.. Beni bunun aksine inandıramazsınız..’ dediğinde, ‘fakir’ o zaman, ‘Süleyman Bey, evet, ortada bir super güç vardır, ama, bu sizin bildiğiniz super güçlerden değildir..’ başlığı altında bir makale yazmıştım..
Bugün de, her şeyi emperyalistlere, şeytanî güçlere, super güçlere bağlayanlar, Allah’ın da bir hesabının ve takdirini olduğunu, nasıl hiç hatırlamazlar?
*
İslâm’ın ve müslümanların maslahatını, şu veya bu devletin menfaatiyle aynîleştirince..
Bu arada, değinilmesi gereken bir konu da, sahibinin Muhsin Rızaî gibi geçmişiyle de, bugünkü konumuyla da çok etkili bir isim olması açısından daha bir önemli olan ve stratejik değerlendirmeleriyle tanınan ‘tabnak’ sitesinde 9 Ağustos günü yayınlanan bir yorumda dile getirilenler..
Sözkonusu yorumda, ‘Suriye Buhranı konusunda nelerin cereyan ettiğine dair İranlıların bir şey bilmediği, ve kendi aralarında bu bilgisizliğe rağmen, konuya sadece, siyah-beyaz zıdlığı peneceresinden baktıkları, başka etkenleri göremedikleri ve kendi aralarında sert tartışmalara, kavgalara girdikleri’ nihayet itiraf olunuyordu.. Bu haber-yorum, Suriye Buhranı’na dair acı olduğundan çok umut verici.. Çünkü, İran medyasına yansımasa bile, İran toplumunda Suriye üzerine takib olunan siyasetten dolayı, sert tartışmalar ve hattâ kavgalar oluyormuş..
Halbuki, bu durum, daha önce, İran medyasında ve hattâ bizzat bu sitede de aylarca yansıtılmamıştı..
Evet, radyo-televizyon devletin tekelinde ve bir çok gazeteler de doğrudan devletin tekelinde olunca.. Devletin dışsiyasetini de Rehber’in belirlediği temel alınınca.. Uygulanan siyasetin yanlışlığını söylemenin kişiyi Rehber’le ve de inancıyla karşı karşıya getireceği gibi iddialar yüzünden, resmî olmayan gazetelerde bile, Suriye üzerinde hemen hiç bir ciddî tartışma, görüş, yorum yer almıyordu..
Ama, işte şimdi, mezkur sitenin yorumundan anlaşılıyor ki, bütün bu imkansızlıklara ve sınırlı iletişim imkanlarına rağmen, İran halkı’nın içinde de, insanlar Suriye siyasetini tartışıyorlar ve hattâ bunun için sert münakaşalara, kavgalara bile varabiliyorlar..
Gerçi, bu haberi dolaylı olarak veren site, sonunda, halkın devlet siyasetine uygun olmayan şekilde düşünen kesiminin yanlış düşündüğünü anlatmak ve Suriye rejimini niçin desteklemek gerektiğine dair ilginç bir yorum da yazıyor ki, bu da bir ayrı konu..
‘Esed rejimi çökerse, İran’ın batı sınırları tehlikeye düşer’ korkusu gerçekçi mi?
Ancak, bu yorumun en dikkat çekici tarafı, ’Suriye’de Esed rejimi çökerse, İran’ın batı sınırlarının tehlikeye düşeceği’ne dair bir görüşü dile getirmesi.. Hatırlanacağı üzere, İran ile Suriye arasında bir ortak sınır yok.. Ve arada Irak ülkesi var.. En yakın yerinden, aradaki mesafe, 180 km.’den az değil.. Böyle olunca da, İran’ın batı sınırlarının tehlikeye düşeceği iddiasının nasıl anlaşılması gerektiği, mübhem kalmış..
Kaldı ki, böylesine derin bir Suriye Buhranı’na, sadece, sınır güvenliği açısından bakılabilmesi de ayrı bir problemli tavrı.. Eğer, bu gibi gerekçeler mâkul görülecekse, o zaman Türkiye de, Suriye ile 910 km.’lik ortak sınırı olduğunu ileri sürerek, aynı tehlikeyi sözkonusu etmekte kendisini hayda hayda haklı görebilir.. Nitekim, Kuzey Suriye’de, Türkiye sınırları boyunca, yüzlerce km.lik mesafenin içinde, onlarca kasaba var ki, bu yerleşim birimlerinin halkının ekseriyeti müslüman kürd halkı teşkil edip, onları da -başta Esed rejimi olmak üzere- birileri başka hedefler için, ve bu arada eskiden olduğu gibi yine Türkiye aleyhine, kullanmaya kalkışabileceği endişesi, hiç de yersiz sayılmamamalıdır; eğer İran’ın sınır endişesi haklı sayılırsa..
Bu durum, devletlerin böylesine ulusal maslahat ve menfaatleri ileri sürerek, kendilerine bayrak edindikleri ulvî idealleri nasıl kullanabildiklerinin ilginç bir örneği olarak gösterilemez mi?
Daha da ilginç olanı, aynı stratejik değerlendirmeler sitesinde 7 Ağustos günü yayınlanan uzuuun bir yorumda da, İran’ın Suriye Buhranı’na bakışında, şiîleri ve de (Nusayrîlerin de içinde gösterildiği) diğer alevîleri korumak gibi bir sorumluluğunun bulunduğuna da işaret olunması idi..
Ki, bu satırların sahibi, aylardan beri, İran’ın tutumunun mezhebî olduğu gibi bir iddiaya ağırlık verilmemesi gerektiği ve konunun daha çok da diplomatik ve stratejik gereklilik açısından öyle bir siyaset takib ettiğini ısrarla belirtmekteydi. Bu görüşlerin, 1980-88 yılları arasında cereyan eden İran-Irak Savaşı’nın son 7 yılında İnqılab Muhafızları Ordusu’na başkomutanlık yapan ve hâlen de en etkili resmî kurumlardan ‘İslam Cumhuriyeti’nin Maslahatını Belirleme Kurulu’nun Genel Sekreterliği’ni yürütmekte olan Serdâr Muhsin Rızaî gibi bir ismin sitesinde ve muhakkak ki, ya bizzat yazılan, ya da onun teyid veya kontrolünden geçmiş bu gibi yorumların yapılmış olmasıyla, daha önce dile getirdiğim ve ısrarla savunduğum iddianın üzerine bir ibtal çizgisi çekilmiş olmaktadır.. Ya da, bir ‘mezhebî şemsiye’ açmak da stratejik hedefler arasında sayılmaya mı başlanıyor, yoksa?
Daha da ilginç olan, İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Sâlihî’nin 7 Ağustos günü Ankara’ya yaptığı ânî geziden sonra, İran’ın dışsiyaseti konusunda, Rehber, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı dışındakilerin görüşlerine itibar edilmemeli, onlar şahsî görüşlerdir, resmî görüşümüzü yansıtmaz..’ demesine rağmen, en yetkili üst dereceli makamların dışsiyaset konusunda çok iddialı beyanlarda bulunabilmeleri ve hattâ Türkiye gibi komşularına tehdidler savurmaları ve İran Genelkurmay Başkanı Firûzabâdî tarafından dile getirilen tehdidlerin bile, şahsî görüş olarak gösterilmek istenmesidir..
İlginç olan bir diğer nokta ise, Sâlihî’nin bu 1 günlük kısa gezisi esnasında Cumh. gazetesine bir mülâkat verecek kadar zaman ayırabilmiş olmasıdır.. Hatırlanacağı üzere, son 35 yıl boyunca, İran konusunda, en katı İslam düşmanı, laik tavırları ve yayın çizgisini sergilemiş ve İran deyince, onu devamlı irtica kaynağı olarak bu ülkeyi göstermiş olan bu gazetenin şimdi, Esed ve sonra da İran konusunda bir duyuru kulesi fonksiyonu yüklenmiş olması ve İran Dışişleri Bakanı’nın çeşitli buhran ve terör odaklarını zikredip, bunların tehlikesine dikkat çekerken, 'Cihatçı radikaller bölgede zemin kazanıyor’ diye yakınması!.
Sâlihî, en azından nasıl bir gazeteye mülâkat vereceğinin dikkatinde olmalı değil miydi?
*
Bir yanlışın itiraf olunması için bu kadar beklenmeli miydi?
İlgi çekici bir nokta da, 9 ay kadar önce, Tahran’daki İngiltere Büyükelçiliği’nin öğrenciler tarafından işgal edilmesi hadisesinin, aradan bunca zaman geçtikten sonra, İnqılab Rehberi tarafından, geçen hafta, ‘doğru bir hareket olmadığı’nın açıkça beyan edilmesiydi.. ‘Tabnak’da 9 Ağustos günü verilen bir haber-yorumda, Rehber’in bu konuda, ‘...o habîs sefaretin/ büyükelçiliğin işgalinde gençlerin duyguları doğru idi, ama, yaptıkları doğru değildi..’ dediğine değinen ‘tabnak’, o günlerde bu eylemi eleştirenlere yapılan ağır ithamlardan dolayı özür dilenmesi gerektiğini hatırlatıyordu.. Şimdi, ‘tabnak’, o eylemlerin, ‘munafıkça bir inqılabçılık göstermek’ için yapıldığını bile ileri sürüyor ve o zaman kendilerine ithamlarda bulunanların özür dilemesi gerektiğini hatırlatıyordu.. Ama, o yorumun altında bile, yüzlerce yorumcular birbirlerine ağır suçlamalarda bulunmayı sürdürdüler..
Evet, aradan yıllar geçtikten sonra da olsa, böyle bir yanlışlığın itirafı gibi, yarınlarda, Suriye Buhranı konusunda takib olunan siyasetin yanlışlığı üzerine başka itiraflar da yapılırsa, şaşılmamalıdır; çünkü olması gereken, odur.. Suriye’de, kendi vatandaşlarından onbinlerce sivil insanı öldüren ve hemen bütün şehirlerini bombardımanlarla yakıp yıkan bir diktatörlük rejimine destek verilmesinin büyük bir yanlış ve ağır bir vebal olduğunun itirafı gerçekleşirse, böyle bir durum, gecikmeli olsa bile, yine de hayırlı olabilir.. Belki o zaman, niceleri, kendilerini yeniden bir hesaba çekmek imkanını elde edebilir..
*
İran-Türkiye dengesi’ni Suriye bozabilir, ama, düzeltmeye gelince..
Bu gelişmelerin içinde asıl tehlikeli olan ise, Suriye üzerinden, bir ‘İran- Türkiye zıdlaşması’nın sahnelenmek istendiği ihtimalidir..
İran medyasında , üstelik de sorumluları doğrudan Rehber tarafından tayin olunan medya organlarında yazılan ve Türkiye’yi geçmişte hiç görülmemiş derecede suçlayan yazılar, yorumlar, uyduruk haberler.. Bunları tekrar etmek bile acı geliyor.. Öyle ki, Türkiye’deki laik odaklarca Erdoğan Hükûmeti aleyhine dile getirilen itirazlar bile, bu medya organlarında yazık ki, ‘anti-laik odaklar’ın yaygın itirazları olarak bile veriliyor.. Ve, Erdoğan hakkında yıllardır, ‘Türkiye’nin İslamgera (İslamî eğilimli, İslâmcı) başbakanı’ nitelemesi yapılırken, şu son aylarda, artık, koro halinde, ‘be-ıstılah -sözde- İslamgera’ nitelemesi yapılması ilginç..
Halbuki, Tayyîb Erdoğan’ın İran konusunda, yanında kimse yokken, uluslararası zeminlerde tek başına İran’ın hakkını ve haklılığını savunduğu ve emperyalist güçlerin suratlarını ekşitmesine sebeb olduğu günlerde, -ki, o görüşlerini bu gün de tekrarlamaktadır-, Tayyîb Erdoğan hakkında yapılan övgü dolu yazılar da, bugünkü yazılanların ters istikametinde ve yine abartılıydı..
Tayyîb Erdoğan’la ilgili hemen her haberin altına yazılan yüzlerce yorumda, Erdoğan için kullanılan en yaygın niteleme, ‘riyakâr’ oluyor.. Erdoğan’ın, Myanmar’a bir heyet ve yardımlar gönderdiğine dair haberlerin altına bile yazılan yüzlerce yorumda, genel suçlama, ‘riyakâr’ suçlaması!.. Ve arkasından da, ‘Yeni Osmanlılık’ siyasetine karşı çıkılması gerektiğine dair, ciddî yorumlar!.. Hattâ, kendilerinden hiç beklenmiyen kimselerce yazılan bazı başmakalelerde, çok daha ağır nitelemelerin yapılması insanı ürpertiyor.. Ve anlaşılıyor ki, Türkiye aleyhine bir kamuoyu oluşturulmasına özel bir ağırlık verilmiş gibi, bir takım perde gerisi güçlerce.. Bunların, serbest medya organlarında gayriresmî kişilerce yazılması olabilir, ama; doğrudan devlete aid olan medya organlarında, bunların yazılabilmesini nasıl izah etmeli?
O yayınlar ve internet sitelerinde Osmanlı ve Türkiye için ve hele de Türkiye halkının itiqadî yapısı için yazılanları burada tekrarlamak istemiyoruz.. Ama, bu yolun yol olmadığını hatırlatmak istiyoruz.. Yukarıda sık sık adını zikrettiğim önemli internet sitesinde, daha geçen hafta, ‘Daha neler..’ dedirtecek şekilde, Türkiye’deki alevîlerin 20-25 milyon olduğu yazılıyordu.. Ama, bu kitlenin büyük çapta, laikler tarafından nasıl yönlendirildiği ve bizzat İran’daki bu günkü yapıya bile nasıl ters bir noktaya sürüklendiğine dair ek bilgi verilmiyordu..
Bu vesileyle, belirtelim ki, Huseyn Hatemî üstadımızın kimliğini ve Ehl-i Beyt muhabbeti ve bağlılığı adına dile getirdiklerini, ülkemizin okur-yazar müslüman camiasında bilmeyen hemen hemen yok gibidir.. Onun görüşleri şer’î sınırlar zorlanmadıkça, hiç bir zaman bir problem de oluşturmamıştır, o camiada.. Ama, onun, her toplumda veya toplulukda var olabilecek bazı olumsuz örnekleri esas alarak, İkhwan gibi bazı İslamî hareketler üzerine tuhaf yorumlara gitmesinin yanlışlığını ona da nasıl anlatmalı, bilmiyorum..
Aynı şekilde, Türkiye’de veya diğer müslüman coğrafyalarında da, herhangi bir müslüman halkın, mezhebin aleyhinde böylesine sistematik, proğramlı bir aleyhte karalama kampanyası başlatılmasının, müslümanların vahdetine, birliğine inanmış kimselerce karşı çıkılması gerektiği açısından söylüyoruz, bunları..
Yani, müslümanların bütün işleri-güçleri bitti de, birbirleriyle mi boğuşsunlar?
Bu yol, yol değildir..
Devletlerin maslahat ve menfaatleri bazen tersleşebilir, ama, bu terslikler üzerine, hemen, hem de itiqadî temeller üzerine suçlamalar yapılması, ne kadar sağlıklıdır? Rejimler, liderler gelir geçer, ama, bizi kardeş yapan inancımız ebediyete kadar sürecektir..
Bölgenin bu iki büyük gücünün birbiriyle tokuşturulması, herhalde, emperyalist ve bütün şeytanî odaklar açısından tadından yenilmez bir ziyafet mesabesinde olacaktır..
Son açıklamalar yanlışın anlaşıldığının işareti sayılabilir mi?
Türkiye ile İran ve hattâ Irak’ın , özellikle de Suriye siyaseti sebebiyle zıdlaşmasının giderek tırmandığı bir sırada, 15 Ağustos sabahı, Bağdad’dan, Irak Başbakanı Mâlikî’den ve arkasından da Tahran’dan, geçenlerde Türkiye’yi hedef alan ve arada soğuk rüzgarlar esmesine sebeb olan İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firûzâbâdî’den gelen açıklamalar, sanki, ‘bu tırmanışın kimsenin faydasına olmayacağının anlaşıldığı’ yönünde işaretler olarak değerlendirilecek mahiyette..
Irak Başbakanı Mâlikî‘nin Türkiye’de yayın yapan bir tv. kanalına verdiği mülâkata söylediklerine dikkatle bakmak gerekiyor.. 'Türkiye ile ilişkilerimizi düzeltmek istiyoruz. Türkiye'ye elimizi uzatıyoruz. Biz hiç bir eksenin parçası değiliz. Bütün ülkelerle ticari ilişkilerimizi geliştirmek istiyoruz. Saddam Hüseyn gibi başka ülkelerin iç ilişkilerine karışmak istemiyoruz.
Türkiye bölgede sıradan bir ülke değil. Askerî ve siyasî gücü olan bir ülke. Önce izole edilmiş bir ülkeydi. Fransız yetkililer de AB'nin hristiyan kulübü olduğunu söylemişti. Ama Türkiye bu yöndeki adımlarını hızlandırdı.Türkiye sıfır sorun politikası izleyeceğini belirtti. Gerçekten de İran Türkiye'nin bu adımını alkışladı. Suriye yönetimi ise ailevî bir dostluk kurdu.
Etnik ayrımcılık konusu çok hassas. Bugün Irak'ta olanların yarın Suriye'de olabileceği uyarısında bulundum. Bu durum sadece Suriye'de mi kalacak?. Hayır genişleyecek.
Ben Türkiye'nin Irak'la olan ilişkilerini iki devlet arasında olan bir ilişki noktasına getirmesini bekliyorum.
Suriye'de El-Qaide yeniden etkin gücüne kavuştu. Biz gerek sağlık ve can güvenliği nedeniyle bir yüklenme olunca sınırlarımızı aştık. Suriyeliler için kamplar inşa ettik. Sığınmacılara hizmet ediyoruz. Biz El-Qaide unsurlarının Suriye'ye sızmasından korkuyoruz.
Suriye'de yaşananlara benzer olaylar bizde de yaşandı.
Hillary Clinton’a da söyledim.. Bizim Suriye halkına ve yönetimine söz söyleyebilek gücümüz var. Ekonomik kuşatmaya karşıyız. Yaptırımla, bir rejim devrilmez, ancak halkı aç kalır. Müdahale işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirir. Taraflar arasındaki çatışma durmalı. Silahlandırma durmalı ve ardından bir ateş-kes ilan edilmeli. Parti kurulmalarına izin verilmeli ve ardından seçimler yapılmalı ve Suriye halkının istekleri sağlanmış olur.”
Mâlikî’nin Kerkük ve de Davudoğlu’nun Kerkük’e yaptığı gezi dolayısiyle söyledikleri de üzerinde durdurulmayı gerektirici mahiyette..
‘Kerkük'e baktığımızda burası özel bir bölge. Türkler, kürtler, arablar Kerkük'ü konuşuyor. Bölgesel bir gücün mücadelesi ile Kerkük sorunu çözülmez. Davudoğlu vize almış ama ziyaret gündemde değildi. Kerkük, ziyaretiyle şoke olduk. Vali, Dışişleri Bakanı ve ben bundan haberdar edilmedik.
Kerkük özel durumu olan siyasi durumu olan bir bölgedir. Bu mesele, bölgesel bir gücün müdahalesiyle değil, bütün Iraklıların yapacağı anlaşmayla çözülür.. Türkiye'nin Kuzey Irak'la direkt teması yanlış. Kerkük bizim için çok hassas bölge..' diyordu Mâlikî, bu son açıklamasında...
Evet, bu sözler, bazı medya kuruluşlarının yaptığı gibi bir çark etme, geri adım atma, korkma, aşağıdan alma olarak alınmamalı, üzerinde düşünülmeli..
*
Mâlikî’nin bu açıklamalarının hemen ardından, İran Genelkurmay Başkanı Firûzâbâdî’nin, Fars Haber Ajansı'na verdiği mülâkatta söyledikleri de ilginçti..
Komşu ülkelerden “dostlarımız” olarak bahseden Firuzâbâdî, “İran'ın bütün komşularıyla iyi ilişkileri var. Bazı ihtilaflar ve yanlış anlaşılmalar komşularla iyi ilişkileri etkilemez..’ dedikten sonra, ‘Türkiye ile uzun geçmişe dayanan ilişkilere sahib oldukları’na değinerek, ‘Türkiye'nin İran’ın dostu ve destekçisi olduğunu, müslüman ülkelerle özellikle Türkiye ile ortak paydalar olduğunu, bunu İslam dünyasının birliğine zemin olarak gördüklerini; Müslüman ülkeler arasındaki ihtilafın, Kur'an-ı Kerim'e de aykırı olduğunu, dostane ilişkilerden, Müslümanların bölgede ve dünyada iktidarları için yararlanmaları gerektiğini’ ifade ediyor; “Nurlu mübarek Ramazan günleri vesilesiyle Türkiye, Qatar ve Suudî Arabistan'daki kardeşlerime selâm gönderiyor ve onlarla İslamî ortak değerlere sahib olduğumuz için de gurur duyuyorum” diyordu..
Umarız ki, İran’lı dostlar, ’Bizim dışsiyasetle ilgili sözlerde sadece Rehber, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı’nın sözlerine bakınız, diğerlerinin sözleri şahsî görüşleridir.. ‘ şeklindeki iddialarını Firûzâbâdî’nin bu sözleri için de tekrarlamazlar.. Üstelik, o gibi iddialar, tekrar etseler de etmeseler de, inandırıcı olmuyor.. Çünkü, o üç makamın dışında da, en üst yetkili şahsiyetler oldukları bilinen kimselerin yaptıkları açıklamalar da, sıradan, sokaktaki insanların sözü gibi değerlendirilemez.. Ve bu konulardaki birbiriyle çelişen sözler çoğaldıkça, ‘taqiyye’ yapıldığı şeklindeki suçlamalar zihinlere daha bir işliyor ve sözlerin herbirisini de itibarsızlaştırıyor..
Umulur ki, gibi çelişkili durumlar bir daha tekrarlanmaz..
Ve müslüman coğrafyaları üzerinde kurulmuş bulunan rejimlerin sürtüşmeleri, hele de İran ve Türkiye gibi, tarih boyunca birbirleriyle ihtiyatla yaklaşmış bir geçmişleri olan ülkelerin halklarını da birbirine karşı düşmanlıklara kolaylıkla sürükleyebilmektedir..
İnşaallah tarihten ders alınır..