Hayret etmek hakkımız!
İsmail Kılıçarslan / Yeni Şafak
İslam tasavvufunun beni en çok ilgilendiren konularından biridir 'hayret makamı.' Dünyanın her an yeniden yaratıldığını ve bu yaratılışı müşahede etmenin kişiyi Allah'a ulaştıracak bir 'marifet vasıtası' olduğunu düşünmek. Tanımın eksik kaldığını biliyorum. O halde mesele biraz daha anlaşılsın diye, işinin ehli mutasavvıflara başvuralım. Derler ki: 'Hayret makamı Cenab-ı Zülcelal'i tanıyan, ancak bu tanımayı ifade edemeyen arifin makamına denir. Şu kadar ki, Allah'ın varlığı hakkında hayret küfür ve şirk olmakla birlikte, O'nun keyfiyeti ile ilgili edilen hayret marifettir.'
Bu, burada bir dursun.
Bu sütunlarda daha önce yayımladığım 'İnsan gerçekten hayret ediyor!' başlıklı yazımda şöyle demiş idim: 'Sûfiler, tasavvufi olgunlaşmanın en önemli duraklarından birini hayret makamı olarak ilan etmişlerdir. Bu makama, hakikat karşısında acze düşüp, onu onaylamayı bir yaşam tarzı haline getirerek çıkılır.'
'Hayret' kelimesinin Türkçe'ye 'şaşırmak, şaşakalmak' olarak çevrildiği malumunuz. Bu çeviri ne yazık ki eksik… Çünkü 'hayret' kelimesinin 'farkına varma, ayırdına varma, fark etme' gibi kök anlamları da mevcut.
Buradan hareketle 'hayret edemiyor oluşun' bugünün insanında oluşturduğu eksiklik üzerine kafa yormak gerekir. Yaşam ve kafa konforundan bir gram taviz vermeye yanaşmayan günümüz insanı 'hayret etmek'ten neredeyse nefret ediyor. Hayret etmek yerine kendine sunulan verili gerçekleri yegane hakikat düzlemi olarak konumlayıp yoluna devam ediyor.
Ne demek bu? Sağlıklı bir insan tekinin 'yeni karşılaştığı' bir durumla kuracağı en 'şık' ilişki o duruma hayret etmektir. Ancak günümüzde insanın buna vakti de yoktur, gücü de. Yeni karşılaştığımız herhangi bir durumu zihinsel konforumuzla bertaraf etmeye bayılırız.
Zihinsel konforumuza halel getirmeyecek her türlü düşünceye bayılırız. Zihnimizi zorlayarak düşünmekse, itiraf edelim, çok yorar bizi. Böyle olunca da 'hayret etmek' yerine her meseleyi bir seri katil soğukkanlılığı ile karşılayan insanlara dönüşürüz.
Pratikleştirelim ve şunu soralım mı? Geçen sene bu günlerde Lice'de yaşanan olaylar üzerinden sosyal medyada 'diren Lice' kampanyaları yapan ve Kürtleri metropollerin sokaklarına direnişe çağıran standart Türk ulusalcısını hatırlıyorsunuz değil mi? Aynı ulusalcı bu sene aynı eylemde Türk bayrağı indirilince 'bayrağa uzanan eller kırılsın' kampanyası patlattı mesela. 1 yılda Lice'de değişen hiçbir şey olmadığını, eylem tarihlerinin bile aynı olduğunu hatırlamaya da yanaşmadı. Geçen sene 'hadi gel hükümeti devirelim' dediği Kürt'e bu sene 'en iyi Kürt ölü Kürt'tür' muamelesi yaptığını yüzüne vurmanızı da istemedi haliyle. Çünkü böyle yaparsanız zihinsel konforu zedelenir. Çünkü onun için bu iki mesele arasındaki fark hayrete konu değildir.
Bir başka 'dramatik örnek' daha var. Bundan 4-5 ay önce hükümetin 'o TIR'larda Suriyeli Türkmenlere giden malzemeler vardı' dediği TIR'ları hatırlıyorsunuz değil mi? Adana'da savcı marifetiyle jandarmanın el koymaya kalkıştığı TIR'lar hani. Birilerinin ortalığı velveleye verip Türkiye'yi 'terör destekçisi ülkeler' listesine sokmaya çalıştığını da hatırlıyorsunuzdur elbette. Peki, şimdi o birilerinin Irak'taki Türkmenler için 'save Turkmen' kampanyası yapması sizde hiç mi hayret duygusu uyandırmıyor? Suriye Türkmen'ine silah ya da malzeme verince 'terör destekçisi ülke', Irak Türkmen'ine (güya) yardımcı olmayınca dış politikası çökmüş Türkiye. Tel dolapta peynir olacaktı abiler, yer misiniz?
Sizi bilmem, ancak ben bu iki örnek olayda da hayret etme hakkımı saklı tutmaktan yanayım. Söz konusu Türkiye'yi zayıflatmak olunca dün iddia ettikleri her şeyden bugün vazgeçen, bugün istedikleri şeyleri düne kadar inkâr eden adamlar bende tiksintiyle karışık bir hayret duygusu uyandırıyor çünkü.
Ancak gene de, ne yaparsa yapsın artık hiç hayret edemediğim isimler de var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin merdivenlerini gayet iyi bilen Ali Bulaç bu isimlerden biri mesela. Artık ne yazsa, ne söylese hayret etmiyorum. İşin kötüsü eskiden biraz üzülüyordum zat-ı şahanelerinin geldiği son hale; artık üzülmüyorum da. Sadece, kütüphanemdeki kitaplarını çöpe atmadan önce gene de bir an düşündüm. O kısacık anı, Ali Bulaç'a borçluydum. Sonra o da geçti. Niçin geçti? 'Çanakkale'den beri başımıza gelen en kötü şey, üzerimizde hakkı olan abilerimizin bizi çok küçük pahalara satması galiba' diye düşündüm de ondan.
Ne diyordu Daniel Defoe: 'Cuma meselesinde canımı en çok sıkan şey, Robinson'un köleliğini gönüllü olarak kabul etmesidir hacı abi. İnsan gerçekten hayret ediyor. İki gram ekmek için vallaha değmez.'