HAKSÖZ-HABER
Taraf yazarı Erdal Güven Suriye’ye askeri müdahaleye karşı çıkmasının Esed rejiminin savunuculuğu şeklinde eleştirilmesinden rahatsız olmuş ve eski yazılarından örnekler getirerek Esed rejimine daha ilk günden beri karşı olduğunu belirtmiş. Hatta isyanın ilk günlerinde hükümetin Esed rejimine net karşı tavır almadığı için eleştirdiğini de ispatlamış.
İyi güzel, dün hükümet katliamcı rejime açıkça karşı çıkmadığı için eleştiriyordun, o zaman şimdi ne diye eleştiriyorsun? Tamam, halkın yanında durmadıklarında eleştiriyi hak etmişlerdi, peki halkın yanında durduklarında neden karşı çıkıyorsun? Seninki Suriye üzerinden her halükarda hükümete vurmak olmuyor mu?
Erdal Güven’in durumu aslında birilerinin Suriye üzerinden müzmin hükümet muhalifliği yaptığını göstermiyor mu?
***
Zorunlu bir yazı
Erdal Güven / Taraf
Erdoğan’ı bir mizah figürüne benzetmenin o kadar da ‘bedel’i olacak tabii...
Küçük bir kıyamet kopardı “Başbakan, Joe Dalton gibi” başlıklı yazım. Önünü arkasını, nasılını nedenini pek düşünmeden Beşar Esad’ı devirmeye soyunan Tayyip Erdoğan’ı, Red Kit’i hazır yakalamışken bir an önce ve sorgusuz sualsiz öldürme niyetindeki Joe Dalton’a benzetmiştim.
Sen misin benzeten. Hakaret, tehdit, küfür gırla gitti. Hâlâ gidiyor.
Yalnız bilin ki o mesajlar değil bana bu satırları mecburen yazdıran. Derdim başka. Okumaya değer mesajlardan çoğunda şu soru saklıydı: “110 bin insan öldü, hâlâ bir şey yapılmasın mı diyorsunuz?”
Yok, öyle demiyorum... Bir şey yapmak için geç kalındı diyorum. Hem de çok geç. Ama ben bunu şimdi demiyorum... İlk ne zaman mı demişim? Taa 2011’in başında, ölü sayısı henüz 70’ken, evet bin falan değil ‘sadece’ 70’ken, ortada tek bir mülteci yokken ve Esad, Erdoğan için ‘eli kanlı katil, diktatör Esed’ değil, hâlâ ‘kardeşim Esad’ken demişim.
Okuyalım:
“Babasından Ortadoğu’nun en sıkı diktatörlüğünü devraldı Esad 11 yıl önce. Hafız Esad’ın Suriye’si, azınlığın çoğunluğa hükmettiği bir polis devletiydi. Bugün de öyle.
Ortadoğu’da esen isyan rüzgârı, 10 gün kadar önce Suriye topraklarına da ulaştı. Günlerdir ezici çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu Suriyeliler sokakta.
Ne istiyorlar peki? Siyasette söz hakkı istiyorlar. Despot rejimin değişmesini istiyorlar. ‘Muhaberat’ baskısının son bulmasını istiyorlar. Yolsuzluğun ve adam kayırmacılığın bitmesini istiyorlar. Sosyoekonomik koşullarının iyileştirilmesini istiyorlar.
Çünkü Esad’ın bebek yüzü, eşinin Batılı duruşu yetmiyor halka, hatta batıyor. İsrail’e karşı dik duruş, direniş örgütlerine destek, Türkiye’yle gelişen ilişkiler de temize çıkaramıyor rejimi.
Peki, istekleri karşılığında ne aldılar ‘lider’lerinden önceki gün? Hakaret. Böylece yalnızca gerçeklerden kopukluğunu ya da gerçekleri görmek istemediğini göstermedi Esad. Aynı zamanda başında durduğu otokratik Baas rejimini, bir reform süreci başlatarak insan haklarına saygılı bir demokratik düzene çevirme gibi bir iradesinin bulunmadığını da açıkça ortaya koydu.
Demek ki Suriye’yi ‘Arap baharı’nın dışında tutabileceğine inanıyor Esad. Konuşmasına bakılırsa, her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar direnecek; Bin Ali’nin, Mübarek’in değil, Kaddafi’nin izinden gidecek. Zaten işaretler de o yönde. İsyanın daha ikinci haftası dolmadan, ölü sayısı en az 70 olarak veriliyor. (Ancak) bekasını koruyabilmek için nereye kadar gidebileceğini 1982’de ‘Hama katliamı’yla dehşetengiz bir biçimde göstermiş bir rejimle karşı karşıyayız.” (Radikal, 2 Nisan 2011)
Devam edelim:
“Suriye’deki dar tabanlı dikta rejiminin, geniş tabanlı bir demokrasiye dönüşmek gibi bir iradesi hiçbir zaman olmadı. Ne kurulduğu gün, ne 50 yıl sonra... Bu dönüşümün gerçekleşmesi, başından beri iç ve dış dinamiklerin etkisiyle rejimin değişmesine bağlıydı. Bugün de öyle.
Gelgelelim rejim, isyan başladığından beri ortaya koyduğu icraatla, her geçen gün zaten zayıf bir temele oturttuğu meşruiyetini daha da aşındırıyor.
Bu yoldan dönülmesi için çaba harcayan başkentler arasında Ankara da var. Ancak AKP hükümeti, Baas rejimiyle geliştirdiği ilişkiler nedeniyle Mübarek’e karşı alır gibi göründüğü ‘ilkeli tavrı’ Esad’a karşı alamıyor. Hatırlayalım; Erdoğan, Mübarek’e, ‘Çekil’ diye seslendiğinde Mısır’da kimsenin burnu kanamamıştı. Aynı Erdoğan, 450-500 kişinin sokak ortasında tankla tüfekle öldürülmesinden sorumlu Esad’a nazikçe uyarıda bulunmanın ötesine geçemiyor.
Tıpkı Kaddafi’nin Libya’sıyla olduğu gibi Esad’ın Suriye’siyle de mahcup bir ittifak halinde Erdoğan’ın Türkiye’si.
Oysa ölçüt, halkın taleplerine kulak tıkamaksa ki Erdoğan öyle diyordu Mübarek’e Esad da tıkıyor işte. Tıkamak ne demek, o sesleri boğuyor bütün dünyanın gözü önünde.
Hal böyle olunca sormak lazım, hani sizin dilinizden düşürmediğiniz ‘vicdan siyaseti’niz diye...” (Radikal, 29 Nisan 2011)
Son olarak şunu okuyalım:
“Suriye’de, Erdoğan’ın dediği gibi ‘yeni Hama’lar yaşanmaması’nın tek yolu var: Azınlık diktasının bir geçiş sürecinin ardından çoğunluk yönetimine devredilmesi. Suriye’deki azınlık rejiminin önündeki tek çıkış yolu bu. Görebilirlerse tabii.
Türkiye’ye gelince... ‘Mahcup müttefik’ konumunu terk etmenin vakti geldi de geçiyor. Suriye rejimi ve başındaki Esad’ın savunulabilecek bir yanı yoktu, artık hiç yok.
Hem rejime ve dayandığı azınlığa, hem Türkiye-Suriye ilişkilerine hem de bölgeye yapılacak en büyük iyilik, Esad’ı bir geçiş sürecine zorlamak. Aksi takdirde, oluşacak enkazın altında Türkiye de kalır.” (Radikal, 13 Mayıs 2011)
O günlerde bunları demişim. O yüzden bugünlerde atıp tutanlara şunu diyebilirim rahatlıkla: Bana martaval okumayın.