HAKSÖZ-HABER
Bugünkü yazısında yine Ortadoğu’daki gelişmeleri ABD’nin İsrail merkezli BOP kurgusu çerçevesinde değerlendiren Ali Bulaç, daha önce ifade ettiği tezlerini tekrarlamış. Analizinde yine halk yok, direniş iradesi yok, İslami hareket birikimine dayanan mücadele geleneği yok.
Ne var? Bolca evham var, emperyalist güçlerin her şeye muktedir oldukları gibi bir çaresizlik duygusu var, emperyalist merkezlerin sözcülerinin sözleri ya da onlara atfedilen ifadeleri üzerinden korku sağanağı var.
Aslında bu analiz baz alındığında, İslamcılık tartışmasının soyut teorik lafazanlıktan başka ne anlam ifade ettiği de ayrı bir soru olarak öne çıkmıyor değil ama bu konuyu şimdilik ertelemek uygun olur. Yazıyı ayrıntısıyla tartışmanın lüzumuna inanmamakla beraber iki temel soru sormayı gerekli görüyoruz:
Öncelikle Sayın Ali Bulaç bir genel ifadeyle Müslümanların birbirini öldürmesinden söz ediyor. Bu durumda İslami hedefler için savaştığını söyleyen muhaliflere de Suriye halkına karşı vahşi bir savaş yürüten Baas iktidarına da Müslüman sıfatını vermek nasıl bir din anlayışının ürünüdür?
İkinci olarak da yazıda değişimin dışarıdan dayatma ya da yönlendirmeyle değil de dâhilden oluşması, halkın kendi iradesinin bir sonucu olarak gelişmesi gerektiği ifade ediliyor. Bu durumda soruyoruz: Uçaklarla, tanklarla savunmasız bir halkın üzerine saldıran, işkenceci-katliamcı niteliği malum, acımasız, vahşi bir rejime karşı müthiş bir fedakârlık ve büyük bir cesaretle tam bir buçuk yıldır direnen ve “Zillete boyun eğmektense ölürüz!” diyen bir halkın eylemini eğer kendi iradesinin ürünü olarak görmeyeceksek, “halk iradesi” ne menem bir şeydir?
Ali Bulaç’ın kâbus senaryolarıyla dolu yazısı:
Öfke ve nefret!
Ali Bulaç / Zaman
Başbakan Erdoğan hem uyarıyor, hem meydan okuyor: "Öfke ve nefret tuzağına düşmeyeceğiz!"
Bir Başbakan'ın ağzından bu kritik zamanda söylenebilecek en iyi sözler bunlar. İnsanların kitleler halinde cinnet yaşadığı zamanlar olur. Böyle zamanlarda öfke seli önünde durmak kolay değil. Herkes bir başkasını şeytanlaştırır, nefret objesi haline getirir. Kitlelerin ne olup bittiğini tam olarak anlayıp sağduyulu hareket etmelerini önlemek için, büyük resmin tek bir karesine odaklanmaları sağlanır. Angajmanları olanlar, medya ve başka mecraları kullanarak, hepimizin tek bir ağaca bakmamıza çalışırlar. Oysa ormanın tamamını içine alan büyük resim öyle değildir.
Sistemli bir biçimde nefretimizi ayağa kaldıracak olaylar vuku bulur. Kızmakta, öfkelenmekte yerden göğe kadar haklıyız. Gözümüzün önünde cereyan eden olaylar, vicdani olarak tahammül gücümüzü aşıyor.
Şu anda bölgenin dört ülkesi nefret ve düşmanlığın diline teslim olmuş durumda. Bölge din, etnik ve mezhep çatışmalarının anaforuna sürükleniyor. En haklı bir davayı en haksız yol ve söylemlerle savunur hale geldik. On binlerce insanın kanı nahak yere akıyor, yaralananlar, sakat kalanların sayısı yüz binlerle ifade ediliyor. Yerlerini terk etmek zorunda kalan, kendi ülkesinde mülteci durumuna düşen veya komşu ülkelere kaçıp canını kurtarmaya çalışanlar milyonlara baliğ oluyor. Siyasilerin yaptığı yanlışlığı o ülkenin Müslüman halkına, ırkına veya mezhebine kolayca fatura edebiliyor, mukabil bir kötülüğü yapma hakkını kendimizde görüyoruz.
Müslümanlar birbirini boğazlıyor, Kur'an-ı Kerim'in Yahudi ve Hıristiyanlara reva görmemizi yasakladığı husumeti ve nefreti Sünniler, Şiiler ve Aleviler; Türkler ve Araplar, Kürtler ve Farslar birbirlerine görüyorlar. Milliyetçilik ve mezhepçilik adeta bilincimizi köreltmiş. Cahiliye vahşeti tam da buydu.
Kim ne derse desin, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) uygulamada. Projenin ana hedefi bütün Ortadoğu'da "İsrail'den daha etkin ve daha güçlü halkı Müslüman bir ülke bırakmamak." Irak'tan başlandı, Suriye üzerinden gidiliyor, sıra İran ve Türkiye'ye gelecek. Bu, siyah, beyaz, sarı inek hikayesidir. Projenin ilk aşaması "yumuşak güç" kullanarak köklü siyasi ve toplumsal değişiklikler sağlamaktı. Colin Powell, 2004 yılında Fas'ta şöyle demişti: "BOP Projesi'ne giren ülkelerdeki değişimi dışarıdan empoze etmeyeceğiz. Bunu ülkelerin sosyal, ekonomik alanda ilerlemeleri ile beraber kendi içinden başlatacağız, siyasi ve ekonomik reformlarını gelişmiş ülkelerle el ele gerçekleştirmelerini sağlayacağız; halklarını cesaretlendireceğiz!" (Yasemin Çongar'ın Wikileaks belgelerinden hareketle yazdığı "Artık Sır Değil" kitabına bakınız.)
"Yumuşak güç"le yürümediği zaman -geç kalmamak için- başvurulacak yöntem "yaratıcı kaos" yoluyla bütün taşları yerinden oynatmak, bölge ülkelerini hallaç pamuğu gibi atmak. Irak'ın başına gelenlere bakın, üç parçaya bölünmekle kalmadı, İslam medeniyetinin ana merkezi darmadağın oldu, altyapısı çöktü, etnik ve mezhep grupları birbirine hasım hale getirildi. Şam ve diğerleri de aynı yolda. Hatırlayalım, Rice açıkça "22 İslam ülkesinde siyasi haritaların ve rejimlerin değişeceği"ni söylemiş, bu ülkelerin arasında Türkiye'yi de saymıştı.
Hiç kuşkusuz söz konusu sınırları biz çizmedik, mevcut rejimleri biz tesis etmedik. Ama kendi irademizle ve ortaklaşa karar vererek yeniden belirleyebilirdik. Parçalanmışlığımız, içine düşürüldüğümüz tuzak bize bu şansı vermiyor. Kişisel kanaatim ve inancım şu ki, 2011'e kadar Türkiye büyük bir şanstı; yazık ki Kürt meselesi ve Suriye olayında Türkiye ve AK Parti hükümeti tuzağa düşürüldü.
Bölge yine bizim dışımızdaki güçler eliyle şekillenecek olursa bundan hiçbir ülke, halk, kavim, mezhep kazançlı çıkmayacak, acı ve kahır dolu yeni bir yüzyıla adım atacağız. Müslüman halklar ve kavimler, yabancı güçlere değil, birbirlerine güvenmeli; aralarındaki anlamsız rekabeti bir kenara bırakıp birlik ve beraberlik içinde hareket etmelidir.
Müslümanlar birbirini boğazlıyor. Denecek ki, Müslümanlık çatışmaları durduramıyor, birleştiremiyor. Hayır bu Müslümanlığın değil, Müslümanların suçu ve günahı. Dinini ciddiye alan Müslümanlar birbiriyle savaşmanın; etnik köken veya mezhep adına husumet besleyip nefret dili üretmenin haram olduğunu bilirler. Bu bilgiye ve bilince sahip olanlara büyük görevler düşüyor: Bu tuzağa düşmeyelim. Vicdan, adalet, kardeşlik, hakkaniyet ve birlikten başka çıkış yolu yok.