Yasin Aktay / Yeni Şafak
Suriye’de kim kiminle uzlaşacak?
Suriye ve Suriyeliler söz konusu olduğunda herkes konuşuyor, olayla ilgili olan, olmayan herkes onların mevcut durumu üzerine, geçmişleri ve geleceği üzerine her şeyi söylüyor. Konuşmak ne kelime ahkam da kesiyor ilgisiz insanlar. Bir cansız nesne gibi bir mazisiz ve hayatsız varlıklar gibi onlar hakkında kararlar verebiliyor insanlar. Devletler arasındaki anlaşmaların Suriye içinde de 13 yıldır birikmiş olan bütün sorunları çözmüş olacağı, yaşanmış olan onca acının yaşanmamış hale getireceği varsayılıyor.
“Suriyeliler gitsin, yok kalsın da şu şartlarda kalsın” laflarına aşinalık kazanan kulaklar, Suriyelilerin de insan olduğu ve bir mazileri, bir hayatları, bütün müştemilatıyla bir insani varlıkları olduğunu unutuyor. Bu unutkanlık aslında tek kelimeyle “gaflet” tir. Başka insanların varlıklarına, hayatlarına, hissiyatlarına karşı gaflet insanın insanlıktan uzaklaşmasının da işareti. Şu veya bu kadar uzaklaşma, ama uzaklaşma. En gerekli olduğu yerde insana ait en temel ünsiyetin nisyan ile harcanması.
Garip bir şey aslında sosyal bilimin açıklamacı meşrebi de her zaman sosyal aktörlerle ilgili bu gafletle, bu nisyan ile malul olmuştur. Sosyal aktörler hakkında her türlü ahkamı teori konumundan keser de hakkında konuştuğu sosyal aktörleri dinlemeyi, onları anlamayı akıl etmez. O yüzden sosyolojide anlamacı açılım Max Weber’den itibaren işin bütün rengini değiştiren büyük bir çığır açmıştır. Açıklamak yerine anlamak. Değinmeden geçmeyelim.
Herkesin Suriyeliler hakkında ahkam kesip çözüm ürettiği noktada İstanbul’da Harmoon Çağdaş Araştırmalar Merkezi Suriyelileri bir araya getirerek onları konuşturdu, onları dinledi.
Merkez aslında bunu her yıl düzenli olarak yapıyor. Özellikle Suriye bilim camiasının oluşumuna katkıda bulunmayı ve özgür akademik diyaloğu teşvik etmeyi amaçlayan merkez her yıl düzenli olarak Suriyeli kadın ve erkek araştırmacılara tanışma, birbirlerini tanıma, başkalarının araştırmaları hakkında bilgi edinme ve kendilerini ilgilendiren konularda fikir alışverişinde bulunma fırsatını yoklamaya çalışıyor. Her yıl düzenlenen bu konferans vesilesiyle Suriyelilerin farklı kesimleri sadece son 13 yıl içinde değil aslında altmış yıl boyunca bastırılmış ifade özgürlüğü ve sosyal bilimler ve beşeri bilimlerde araştırma özgürlüğünü yakalamış olarak kendi ahvalini sosyal bilim perspektifi ve imkanlarıyla ele alacak bir ortam buluyorlar.
Konferans araştırmacılara, nesnellik ve eleştirel ruhun öne çıktığı akademik bir ortamda araştırma sorunlarını sunma fırsatı veriyor. Doktora veya yüksek lisans tezleri veya yazılmakta olan kitaplar da dahil olmak üzere beşerî bilimlerin çeşitli alanlarına yönelik üzerinde çalışılan veya tamamlanmış ancak henüz yayınlanmamış araştırmaların sunulması ve geliştirilmesi için bir platform oluşturuyor.
Benim de katıldığım konferansta başkanlığını yaptığım Ulusal Uzlaşma ve Süreklilik Arasında Suriye Devrimi başlıklı oturumda Suriye’de halkın sesine doğrudan kulak verilerek yapılmış bazı anketlerin sonuçları sunuldu. Sosyolog Talal el-Mustafa, Mustafa el-Sağir ve Fayiz el-Kantar, mesela Suriye’de yaşanan 13 yıllık süreç içinde yaşananlar rejim ile halk arasındaki sorun eksenine halkın farklı kesimlerinin arasına da ciddi sorunlar ekmiş olduğunu vurguladılar. Dolayısıyla ulusal uzlaşmadan bahsedildiğinde sadece rejim ve halk arasındaki bir uzlaşmadan bahsedilemeyecektir ki bu uzlaşmaya dair zaten hiçbir açık kapı bulunmuyor. Suriye’de asıl olan halkın birbiriyle bir uzlaşmaya girişmesi ve bunun da mutlaka herkesin hakkını, hukukunu, onurunu ve barışını temin edecek bir anayasal çerçeveye kavuşturulmasıdır.
Bugün rejimin kontrolündeki bölgelerde bile mesela el-Suveyda’da rejimin onca baskısına rağmen hala protestolar yoğun olarak devam etmektedir. Bu da Suriye’de rejimin kontrol ettiği bölgelerde oluşan göreceli sükûnetin halkın mevcut duruma razı olduğu anlamına gelmediğini göstermektedir. Yapılan göstermelik seçimlerle yüzde 99’luk rızanın hangi koşullarda temin edildiği herhalde kimsenin merak etmediği bir husus. Sadece bu manzara bile Suriye rejiminin halkıyla baş başa bırakıldığında, hele ölümden kaçıp gitmiş halkını bir daha yakaladığında neler yapabileceğine dair yeterli bir fikir verir.
Aslında Suriyelilerin geri dönüşü için Türk askerinin çekilmesi şartından söz edildiği anda Suriyelilerin geri dönüş yollarının ucunda ölümün olacağını bütün Suriyeliler görüyor. O yüzden bırakınız Türk askerinin çekilmesini geri dönmek için daha fazla Suriye toprağının rejimin kontrolünden çıkarılması gerektiğini herkes görüyor. Çünkü Türkiye’nin kontrol ettiği bölgeler hıncahınç dolmuş vaziyette ve geri dönecek hiç kimse için bir hayat vaad etmiyor.
Oysa Türkiye’de bulunan Suriyelilerin büyük bir kısmı Halep kökenli. Bu durumda daha önce dile getirdiğimiz bir çözümün gerçek bir teklife, gerçekten çözüm odaklı, Suriyeliler için de bütün taraflar için de etkili ve mümkün bir çözüm odaklı bir teklife dönüşmesi üzerinde durulmalıdır. O da Halep’in rejim veya İran ve Rusya (hatta Türkiye) kontrolünün dışında, BM kontrolünde bir güvenli bölge haline getirilmesi. Tek amaç Suriye dışında Halep’ten göç etmiş olan insanların kendi haklarına, topraklarına güvenli bir biçimde dönüp yerleşmelerini sağlamak. Zamanla, herkesin üzerinde mutabık kalacağı bir sonuca kadar takip edilecek böyle bir çözüm Suriye’nin toprak bütünlüğü açısından da bölgesel barış açısından da bölge halklarının huzuru ve güvenliği açısından da en makul ve en iyi çözüm olacaktır.
HATIRLADIĞIMIZ SADECE ESAD’LA SUÇ ORTAKLIĞINIZ
Suriye’de işlerin bu noktaya nasıl gelmiş olduğuna dair yaptığımız hatırlatmaya karşılık Baas kafalı bazı çevreler bana sosyal medya üzerinden bazı hatırlatmalarda bulunmaya çalışmışlar. Halkının bir milyon insanını gözünü kırpmadan gaddarca, zalimce, vahşice katleden Esad’a toz kondurmama adına, Suriye’de olup bitenlerin sorumluluğunu neredeyse Türkiye’ye atacaklar.
2014 yılındaki tır hadisesini hatırlatıyorlar. O zamana kadar zaten Esad’ın katliamlarının, insanlık suçlarının büyük çoğunluğunu irtikap etmiş olduğunu nedense hatırlatmıyorlar. Kendileri hatırlamadıklarından mı bilmediklerinden mi, yoksa Suriye halkına o soykırımı mezhepçi bir motivasyonla kendileri de reva gördüklerinden mi acaba?
Türkiye o aşamada zaten tarafına belli etmişti. Türkiye’nin o zamanki tavrı sebep değil sonuçtu. Bana hatırlatacakları her şey Esad’ın insanlık suçlarına dair kendi suç ortaklıklarını da hatırlatmış olmayacak mı sanki? İstedikleri kadar pişkinlik yapsınlar, hafıza oyunları yapsınlar, sol jargonların arkasına saklansınlar, her durumda sadece sobelenirler.