Muharrem Güneş’in bugünkü Yeni Akit’te (15 Şubat 2018) yayınlanan yazısını ilginize sunuyoruz:
Başlangıcından Suriye’de Yaşananları Anlamak Üzerine Hafıza Yenileme
Suriye gerçeği gibi uluslararası güçlerin yerel güçlere, siyasetin askeriyeye, öte yandan dinin etnik kimlik ve mezhebi duygular ile iç içe geçip son derece karmaşık hale geldiği bir ortamda ülkenin geleceğini net olarak öngörmek kolay değildir. Suriye hakkında konuşacak birinin dini, halkı, ulusu ve vatanın geleceği söz konusu olunca objektifliği ve tarafsızlığı koruması da aynı şekilde pek kolay olmayabilir.
Ancak bütün boyutlarıyla yaşanan acılar ve ıstıraplara rağmen, doğruların yalanlarla yer değiştirdiği bu süreçte doğruları aktarma ve vakıayı tespit etme sorumluluğuyla olaylara adil bir şekilde bütüncül yaklaşıp analiz etmek gerekir. Zira sürecin uzaması neticesinde olayların gelişimini kopuk bir şekilde takip edenler başlangıçtaki etkenler, nedenler ve sonradan dâhil olan aktörlerden bağımsız değerlendirme yaparak sadece olayların sonuçlarına odaklanması neticesinde haksız yargılamada bulunur. Bu süreci devrimin başlangıcından bu yana yakın takip eden “Şark’ul Arabi Araştırmalar Merkezi” müdürü Züheyr Salim’in hafıza tazeleyici yorumunu aktarmak istiyorum.
Bu sürece nasıl gelindi ve nasıl bir seyir aldığını anlamak için geçmiş yedi yıllık dönemi bütüncül bir yaklaşımla bazı gerçekleri hatırlamakta yarar var.
İlk gerçek: Suriye’de 2011’de başlayan ve süreç içerisinde “Suriye devrimi” olarak adlandırılan olaylar, ne planlı programlı gelişen ne de birtakım karar vericilerin kararlarıyla alınmış olaylar değildi. Tamamen yıllarca her türlü sistematik işkenceler, tutuklamalar, cinayetler, tecavüzler ve haksızlıklara maruz kalan insanların bastırılarak biriken öfkelerinin doğal bir tepkisiydi. Elbette bu tepkiyi veren halkın beklenmedik bir şekilde kendini içinde bulduğu bu gösterilerde rejime karşı üstünlük sağlayacağı imkânları ve kontrol mekanizmaları bulunmuyordu. Neticede ok yaydan çıkmış, olan olmuştu.
İkinci gerçek, Suriye halkı devrimin ilk gününden itibaren kimler tarafından yönlendirilip kontrol edildiği bilinen uluslararası medya kuruluşları tarafından çarpıtma ve iftira kampanyalarıyla büyüteç altına alındı. Dünya medyası ve birçok Arap medyası, zulüm ve baskı uygulayan Beşar Esad’ın suçlarını örtmek adına bireysel suçların üretilmesine, terörle mücadele adı altında bazı olayların çarpıtılarak servis edilmesine yoğunlaştılar. Böylece hem yerelde hem de genel anlamda Suriye halkının barışçıl devrimi hakkında şüpheler oluşturmayı başardılar. Sonrasında şüpheler reddetme ve kınamaya evrildi. Nihayetinde zorbalığın ve tiranlığın zirvesine ulaşan, toplu kıyımlar gerçekleştiren katil Esed’in isyancı halktan daha şirin olduğu kanısını yaymayı başardılar.
Üçüncü gerçek: Uluslararası ve bölgesel güçlerin durdukları yerin tespiti ile alakalıdır. İlk bakışta, sözde uluslararası toplumun Suriye olayında bir rejimi destekleyenler ve muhalefet edenler olarak ikiye bölünmüş olduğu algısı kamuoyunda oluşturuldu. Oluşturulan hava ABD ve sözde “özgür dünya” Suriye halkını destekliyor. Rusya, İran ve Çin’in olduğu blok ise Beşar yanlısı olduğu yönündeydi. Bu bölünme görünüşte doğru gibi görünebilir, ancak Amerika’nın pozisyonu ve gerçek planları doğru okunmamıştı.
ABD’nin tutumu, aslında Rusya’nın tutumunu tamamlayıcı planın bir kısmıydı. Başkan Obama’nın “siyasi çözüm” olarak nitelendirdiği şey konusundaki ısrarı Beşar Esad’ı tutmaya ve savunmaya yönelikti. ABD’nin Suriyelileri kendilerini savunmak için ihtiyaç duydukları silahlarla donatma politikası, Beşar Esad’a karşı Amerikan yanlısı politikanın bir diğer parçasıydı. Silahlandırma sonrası hava kuvvetleri de dâhil olmak üzere tüm ağır silahların kullanılması konusunda Esad’ın elini güçlendirmiş, meşruiyet kazandırmışlardı. Uluslararası hukuk ve insan haklarına açık bir şekilde meydan okur vaziyette kerpiç evler dahi tonluk roketlerle yerle bir ediliyordu. ABD, kimyasal silahlar hariç Beşar Esad’ın önünde tek bir kırmızı çizgi koymadı, sonra her türlü silahı kullanmasına izin verip sessiz kaldı.
ABD hesabını iyi yapmıştı; kendini savunmak için silahlandırılan halka karşı önce İran ve milis güçlerinin ardından destek için süper güç Rusya’nın girişine göz yumuldu. Muhalifleri gerçek anlamda destekleyerek dengelerin değişmesini sağlayabilecek bölgedeki Arap ve İslam ülkeleri üzerindeki baskısını artırarak yardımları engelledi. Esad’ın müttefiklerinin askeri üstünlüğünü sağlayarak, bölge halkı ve yönetimleri arasında anlaşmazlık ve bölünmeyi yaygınlaştırmak için açık bir çaba sarf etmişti.
Muhalif kesimin en büyük başarısızlığı, çatışmayı yönetmek, düşmanın planlarıyla yüzleşmek için merkezi bir yönetim kadrosu belirleyememesiydi. Böylece Suriye devrimi liderlikten mahrum bir vaziyette kaosa sürüklendi. Suriye ile uzayan bu sürecin Irak ve Yemen’de de benzeri şekillerde yürütülmesindeki asıl amaç; bütün Sünni coğrafyaları kontrolü altına almak isteyen İran öncülüğünde Batılı güçler ile danışıklı dövüş içinde yürütmektir. Batılıların desteğiyle boşaltılan her ülkeye Şii güçlerin yerleştirildiğini bilmeyen kaldı mı acaba? Geldiğimiz süreçte haçlı seferlerinin bir başka versiyonuyla Ortodoks-Katolik-Safevi-Siyonist ittifak güçlerinin Müslümanlara karşı dayanışmasına tanıklık ediyoruz.