Suriye’de Baas zulmünü tüm acımasızlığına rağmen savunmaya, en azından hafif göstermeye yönelik çaba sarfeden çevreler direnişin gelişimine ve bileşenlerine dair ısrarlı bir yanıltma ve karalama taktiği izlemekteler.
Halkın geniş kesimlerinin kolektif bir iradeyle başlattığı kıyamın uzun bir süre barışçıl gösterilerle sürdürülmesine karşın rejimin katliamları karşısında mecbur kalınıp silaha başvurulduğu gerçeği bu çevrelerce görmezden gelinmektedir. Aynı şekilde direnişi organize ve temsil eden unsurların ağırlıklı kısmının Suriyeli olmasına rağmen ısrarla Suriye dışından gelmiş mücahitleri öne çıkartma ve “cihatçı” kavramıyla tahfif edilen bu kesimden bazılarının kimi aşırılıklarının tüm suriye direnişini karalama için bir malzeme olarak kullanılmaya çalışıldığı da görülmektedir.
Star gazetesinin bu haftaki Açık Görüş ekinde Nurullah Çakmaktaş bu saptırma-gizleme gayretleirne ışık tutacak şekilde Suriye’de devrim sürecini ele almış.
***
“Suriye’de unutulanlar ve direnişin yerelliğine halel getirmek”
Nurullah Çakmaktaş/Star
Son kırk yılını sıkı totaliter ve muhaberat rejimi gölgesinde insanlık onurundan taviz vermek zorunda kalarak geçiren Suriye halkının üçüncü yılını tamamlayan haklı ve yerel direnişi, îzan ve insaftan yoksun kara bir propaganda ile uzun süredir lekelenmeye çalışılmakta. Son bir buçuk yıl içinde Suriye topraklarında daha çok görünür olmaya başlayan el-Kâide bağlantılı ve türevli radikal gruplar, sanki Suriye direnişinin ana unsurlarıymış gibi uzun zamandır bilinçsizce ve kasıtlıca servis edilmekte ve gündemde tutulmaktadır. Bilinçsizce servis edilmektedir, çünkü bunu yapanlar Suriye toplumunun sosyolojik gerçekliğinden, din ile olan ilişki biçiminden ve olayların nasıl başlayıp bugünlere geldiğinden bîhaberler. Kasıtlıca yapılmaktadır, çünkü bunu yapanlar, Türkiye’nin Suriye politikasında “terör örgütleri” ile iş birliğine girdiğini göstermek isteyerek hükümeti yıpratma ve onun dış politikada başarısız olduğunu ispatlama gayesiyle meseleyi iç siyasette bir hesap haline getirme derdinler. Fakat bütün bu bilinçsiz ve kasıtlı propagandalar, bugüne kadar büyük bedeller ödeyen Suriye halkının haklı talebini gayri meşru bir zemine çekerek üstünü örtmekte, Esed rejimini de masumlaştırıp ona meşrûiyet sağlamaktadır. Bu yüzden Suriye meselesinde derdi olanların, olayların nasıl başlayıp bugüne geldiğini her daim hatırlatması ve Suriye’deki direnişin yapısı hakkında kamuoyunu bilinçlendirmesi gerektiği kanaatini taşımaktayız.
Arap halklarının makûs talihlerine olan isyan ateşi, bilindiği üzere 2010 yılının sonunda Tunus’ta alevlenmeye başladı. Beklenmedik bir anda alevlenen bu ateş, en başından itibaren yayıldığı tüm ülkelerde şu üç dinamik ile motivasyon kazanmıştı: Özgürlük, onur ve ekmek. (el-Hurriye, el-Asâle, el-Hubz) Evet, ortada uzun sakallıların, teröristlerin, selefilerin...! olmadığı günlerde sadece bu üç talep bulunmaktaydı. Sonrası malum, bu güçlü dinamiklerle başlayan protestolar neticesinde Tunus ve Mısır’da diktatörler kısa bir süre sonra iktidarlarını bırakmak zorunda kaldılar. Akabinde çok geçmeden, belki de bu ülkeler içinde özgürlük ve onuru en çok zedelenmiş olan Suriye halkı, Tunus ve Mısır’dan aldığı ilham ve cesaretle ve yine aynı dinamiklerle özgürlük ve onur mücadelesini kendi ülkelerinde başlattı.
Direnişinin Serencâmı
Suriye’de gösterilerin başlamasında Arap baharı dalgasının domino etkisi söz konusu olsa da, bunun, sadece biriken enerjinin patlamasına vesile olduğunu unutmamak gerekir. Zira sadece “domino etkisi” teorisini merkeze alarak yapılan bir okumanın eksik kalacağı şüphesizdir. Çünkü doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine Suriye toplumu içinde, farklı gerekçelerle yüzde seksenlere varan gayri memnun bir kitle zaten uzun süredir bulunmaktaydı. Son kırk yıl içinde akla gelebilecek bütün baskılara maruz kalan halkın, devlet veya kurumlarıyla yaşayıp rencide olduğu, aşağılandığı ve yaralandığı birçok hatırası bulunmaktaydı. Beşşar Esed’in başkanlığının ilk yıllarında, değişim umutlarının estiği bir dönemde Hamalı bir tanıdığım bana, 1982 Hama Katliamına atıfta bulunarak “Hamalı olup da ailesinden ve tanıdıklarından bir kimsenin rejim tarafından öldürülmediği veya hapse atılmadığı hiç kimse yoktur” demişti. Aynı şeyi Haziran 2013’te el-Cezire’ye röportaj veren Suqûru’ş-Şâm Tugayı Komutanı Ahmed İsa da söylüyordu: “Zillet, kölelik, hapis, gözaltılar ve hakaretler altında geçirdiğimiz kırk yılı hep içimize attık. Bugün ülke içinde veya dışında yaşayan hiçbir Suriyeli göremezsin ki bu saydıklarımdan biri başından geçmemiş olsun.” 1 İşte söz konusu isyan ateşi, bu toplumsal hafıza ve atmosfer içinde ulaştı Suriye topraklarına.
Suriye’deki olayların kronolojisini bilinçsizce veya kasıtlıca ıskalamak, meseleyi değerlendirirken “insaf” ölçüsünün uzağına düşmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Bu yüzden Suriye meselesi okunurken, en azından 2011’in sonunda tam anlamıyla başlayan silahlı direnişe kadarki sürecin kronolojisine hâkim olmak, sonraki sürecin objektif ve insaflı bir şekilde değerlendirilebilmesi için zaruri görünmektedir.
Muhaberat ve halkın onuru
Her ne kadar olayların başlangıcı olarak, 2011 Mart ayının başında bazı ortaokul öğrencilerinin duvarlara Arap Baharı’nın sembol sloganı olan “halk rejimin düşmesini istiyor” yazdıkları için tutuklanmış olmaları gösterilmiş olsa da, aslında öncesinde yaşanan bazı gelişmeler Der’a’daki bu patlamanın habercisi niteliğindeydi. İlk olarak 26 Ocak’ta Haseki’de bir Suriye vatandaşının rejimi protesto etmek için Bûazîzî’den mülhem kendini yakmaya kalkışması, yine Ocak ve Şubat ayları boyunca Mısır ve Libya elçiliklerinin önünde, bu ülkelerdeki halk ayaklanmalarına destek amacıyla gösteriler yapılması ülke içinde gerçekleşen ilk ufak tefek hareketlenmelerdi. Suriye’nin yakın tarihinde, “bir araya gelmiş üç kişinin yanına gelen dördüncü kişi mutlaka muhaberattandır” şeklindeki algı dikkate alındığında, ilk ciddi denilebilecek gösteri 17 Şubat’ta Şam’ın Harîqa bölgesinde gerçekleşmiştir. Mutad olduğu üzere rüşvet isteyen emniyet güçlerine itiraz eden vatandaşlara emniyet güçlerinin hakaret etmesi sonucu, emniyet binasının önünde toplanan yüzlerce kişi “harâmiler” ve Suriye direnişinin sembol sloganı olan “Suriye halkı onurunu kaybetmeyecek” diye bağırarak tepkisini ortaya koymuştur. Diğer Arap ayaklanmalarından alınan cesaretle gerçekleştiği muhtemel bu gösterinin video kayıtları 2 incelendiğinde, daha sonra korku eşiğini aşacak olan halkın yüzüne yansıyan endişe, kaygı ve korku dikkatlerden kaçmamaktadır.
Der’a’da 6 Mart’ta çocukların tutuklanması üzerine, şehrin ileri gelenlerinin emniyet güçlerinden çocukların iadesi talebi ahlaksızlığa varan hakaretlerle reddedilmiş, bunun üzerine sosyal medya üzerinden örgütlenen Der’a gençleri, 15 Mart tarihinden itibaren gösteriler düzenlemeye başlamıştır. Rejimin göstericilere karşı ilk tepkisi şiddet olmuş 3 ve Mart ayının sonuna kadar on beş gün içerisinde sadece Der’a’da onlarca kişi katledilmiş ve yüzlercesi de tutuklanmıştır. 25 Mart’ta Der’a’ya destek amaçlı Şam, Humus ve Banyas gibi birçok şehirde halk sokaklara dökülmüştür. Son zamanlarda kendisine “terör” propagandası üzerinden meşrûiyet kazandırmayı başarmış olan Esed, bu argümanını ilk aydan itibaren kullanmış ve 30 Mart 2011’de “olağanüstü hal kanunu” yerine geçecek “terörle mücadele kanunu” için hızlıca bir komisyon oluşturmuştur.
Der’a’da duvara yazı yazdığı için gözaltına alınan çocuklardan biri ve şüphesiz Suriye devriminin ilk ve en büyük sembol ismi olan on üç yaşındaki Hamza el-Hatîp’in, cinsel organının kesilmesine varana dek işkence sonucu öldürüldüğünü gösteren video kayıtlarının 4 sosyal medya üzerinden yayılması, toplum içinde tam bir öfke patlamasına neden olmuş, Nisan ve Mayıs ayından itibaren barışçıl gösteriler tüm Suriye şehirlerine yayılmıştır. 5
Arap devrimlerinden alınan ilham ve cesaretle Suriye halkı, yarım asırdır devam eden aşağılanmaya karşı insani gerekliliğini yerine getirmek amacıyla ayaklanmıştır. Belki rejim tarafından vaktinde yapılacak çözüme yönelik siyasi bir girişim, samimice demokratikleşmeye yönelik bir takvimin açıklanması veya siyasi partilerin kurulabileceğine dair tam bir güvencenin verilmesi gibi hamleler bu isyan ateşini söndürebilirdi. Fakat protesto gösterilerine Esed’in şiddet ile çok sert bir şekilde karşılık vermesi, halkın bu insani reaksiyonunu daha da zorunlu hale getirdi ve bu sarmal son çıkış yolu olan silahlı mücadeleye başvurmaya kadar devam etti.
Ayaklanmanın ilk başladığı aylarda tam anlamıyla bir ideolojik zemine oturmayan bu isyanın, Hıristiyan ve Nusayri nüfus tarafından benimsenilmesi için de özen gösterildi. Hatta, Mısır’daki gösterilerden itibaren Cuma gösterileri özel bir isim verilmesi geleneği Suriye’de de uygulandığı için, Nusayrilerin de bu protestolara katılmasını sağlamak adına, 17 Haziran 2011 tarihine denk gelen Cuma gününe, saygın bir Nusayri âlimi olan Şeyh Salih Ali hatırasına “Şeyh Salih Ali Cuması” denildi. Fakat rejim yangına körükle gitmeye devam etti ve bu barışçıl ve kucaklayıcı halk protestolarına her defasında şiddet ile karşılık verdi. Hatta kışkırtıcı bir şekilde sembol isimleri öldürmeye özen gösterdi. Gösterilere rejimi eleştiren şarkılarıyla 6 iştirak eden ve bir halk sanatçısı olan İbrahim el-Qâşûş, Temmuz 2011’de Şebbiha tarafından Hama’da boğazı kesilmek suretiyle öldürülüp nehre atıldı.
İçinde silahlı direnişin olmadığı ve barışçıl gösterilerin tüm ülkeye yayıldığı bu ilk dört ayda, Suriye’de 1000’in üzerinde ölü, on binlere varan tutuklamalar, işkenceler ve kulaktan kulağa dolaşan tecavüz vakaları özgürlük ve onur isteyen bir halkın ödediği bedel oldu.
Direnişin yerelliği
İnsani bir zorunluluk olarak başlayan gösteriler ve silahlı mücadele, ilk başladığı günlerde tam anlamıyla, bugün ise büyük oranda saf, organik ve yerli bir yapıya sahiptir. Patolojik bir karaktere sahip cihadi-selefi örgütlerin Suriye topraklarına ‘cihat’ için girdikleri ve gayri İslami ve insani savaş yöntemler benimsedikleri de bir hakikattir.
Beşşar Esed iktidara geldiğinden beri on bir yıl boyunca, rejimin varoluşunun tehlikeye düşebileceğinden olsa gerek, verilen vaatlere rağmen Suriye halkının onurunu iade edecek reformları hayata geçirmemiştir. Yani başlayan protestolar bir lüks olmayıp bir zorunluluğun ürünüdür. Olaylar başladıktan sonraki kronoloji de insaflıca incelendiğinde, protestocuların devrimcilere, devrimcilerin savaşçılara dönüşmesi hep rejimin takip ettiği şiddet politikası ile bağlantılı olarak ortaya çıkan bir mecburiyet olduğu görülecektir.
2011 Temmuz’unda Hama, Humus ve Halep’te yoğunlaşan saldırılar ve tutuklamalar, sakinleşeceği düşünülen Ramazan ayında da artarak devam etmiştir. Hatta olaylar başladığından beri yapılan en büyük katliam Ramazan ayının ilk gecesi olan 31 Temmuz’da gerçekleşmiştir. Olayları bastırmak için Esed’in kullandığı bu aşırı şiddet politikası ordu içinde rahatsızlığa neden olmuş ve sivil protestoculara ateş açmak istemedikleri için ordudan ciddi anlamda kopmalar meydana gelmiştir. Siyasi muhaliflerin zaten uzun zamandır teşekkül etmeye başladığı bu ortamda, ordudan ayrılan Albay Riyad el-Es’ed 29 Temmuz’da ordudan ayrılan diğer meslektaşlarıyla birlikte bundan sonra askeri muhalif kanadı temsil edecek olan ve ilk etapta sadece göstericileri rejimin saldırılarından korumayı önceleyen Özgür Suriye Ordusunu kurduğunu ilan etmiştir.
Ağustos ayı boyunca gösteriler ve katliamlar bir yandan devam ederken, ulusal düzeyde içerideki muhalif siyasi yapılanmaların ve özellikle Türkiye’nin başını çektiği uluslararası aktörlerin diplomatik çabaları da en başından itibaren olduğu gibi özenle devam etmiştir. Ahmet Davutoğlu’nun diplomatik çözüm için Beşşar Esed ile olan meşhur uzun süreli görüşmesi de 9 Ağustos’ta gerçekleşmiştir. Fakat Esed bu diplomasi görüşmelerinde vakit kazanmaya yönelik taktiksel manevraları benimserken katliamlara bayram günleri de dâhil olmak üzere hiçbir şekilde ara vermemiş ve rejim tarafından devlet politikası olarak sistematik bir şekilde gerçekleştirilen şiddet “insanlık suçu” teşkil edecek bir kerteye ulaşmıştır. Özgür Suriye Ordusu’nun 1 Ekim’de aldığı kararın akabinde muhtelif şehirlerde ÖSO üst çatısı altında tugayların kurulmaya başlanması ile birlikte de, rejim askerlerinin geçen sürede ölümlere, tutuklamalara, işkencelere ve hatta tecavüzlere varan uygulamalarına bir reaksiyon olarak iş başa düştü diyen Suriyeli sivil gençler, ordudan ayrılan askerlerle birlikte savaşmak için bu tugaylar altında toplanmaya başlamıştır. 2014 itibariyle 60 bin civarında olduğu tahmin edilen bu Suriyeli direnişçilerin, asker kökenli olanlarının yanında büyük bir kısmının 2011 öncesinde ticaretle veya tarımla iştigal eden, esnaflık yapan ve hatta öğrenci, mühendis, şoför, doktor gibi mesleklerden gelen yerli halktan oluştuğunun altının çizilmesi gerekmektedir. Hatta geçtiğimiz aylarda öldürülen Livâu’l-Tevhid Komutanı Abdulkadir Salih, 11 Eylül olaylarından sonra Usame b. Ladin ile de röportaj yapan meşhur el-Cezire muhabiri Teysîr ‘Allûnî’nin “rejim düştükten sonra siyasete girecek misiniz” sorusana “Biz burada özgürlüğümüz, onurumuz ve namusumuz için savaşıyoruz. Olaylar başlamadan önce Halep’te ticaret ile meşgul oluyordum, bittikten sonra da yine işimin başına döneceğim” demiştir. 7 Yine Ketâibu’l-Fârûk Komutanı Usame el-Cündî de aynı kişiye verdiği mülakatta, devrim sonrası oluşacak siyasette yer almayı düşünmediğini ve mesleği olan avukatlığa geri döneceğini ifade etmiştir. 8
Yukarıda temas ettiğimiz gibi ÖSO, Suriye ordusundan ayrılan subayların kurduğu esnek bir yapıya sahip bir üst kuruluştur. Bu üst kuruluş altında, göstericilerin öldürülmesi sonucu isyan eden birkaç kişinin veya bir arkadaş gurubunun öncülük ederek başlattığı, sonraları sayıları binleri bulan ve tamamen sivil halktan oluşan onlarca tugay bulunmaktadır. Bu tugaylar da Suriye İslami Kurtuluş Cephesi ve Suriye İslam Cephesi isimleri altında toplanmıştır. Suriye İslami Kurtuluş Cephesi, en önemlileri Livâu’t-Tevhîd, Livâu’l-İslâm, Suqûru’ş-Şâm ve Tecemmu’u Ensâri’l-İslâm olmak üzere onlarca tugaydan oluşmaktadır. Yine en önemlileri Ahrâru’ş-Şâm ve Harekeu’l-Fecri’l-İslâmiyye olmak üzere Suriye İslam Cephesi de birçok tugaydan müteşekkildir.
Şu an binlerce savaşçısı olan, söz konusu isimlerine ve organize yapılarına daha sonra kavuşan bu tugayların nüveleri, zulüm katlanamayacak noktaya geldiğinde sabır taşı çatlayan bazı arkadaş gruplarının silahlı direnişe niyetlenmesiyle atılmıştır. Aynı zamanda Suriye İslami Kurtuluş Cephesi lideri de olan Suqûru’ş-Şâm Komutanı Ahmed İsa, tugayın kuruluş hikayesini şöyle anlatmaktadır: “Başlangıçta biz de herkes gibi gösterilere katılıyorduk. Hiç bir şekilde silahı düşünmemiştik. Fakat rejimin çok hızlı bir şekilde bu gösterilere kan ile karşılık vermesi, özellikle çocukların öldürülmesi ve kadınların tecavüze uğraması sonucu, şu an beş tanesi öldürülmüş olan yedi arkadaş ile oturup bilek gücüyle de olsa bu şiddete karşı çıkmaya ve mücadele etmeye karar verdik.” 9 Yine, Esed’in eniştesi olan ve yaptığı zulümlerle Suriye’de büyük şöhrete sahip muhaberat şefi Âsıf Şevket’in de ölümüyle sonuçlanan Milli Güvenlik Karargâh’ı operasyonunu gerçekleştiren Livâü’l-İslâm Komutanı Zehrân Allûş da, kendilerini silahlı mücadeleye icbar edenin rejimin bizzat kendisi olduğunu ve bu direnişlerini on dört kişiyle başlattıklarını ifade etmiştir. 10 İncelediğimiz altı büyük tugayın komutanlarının kendilerine sorulan “silahlı direnişiniz ne zaman, niye başladı” ortak sorusuna verdikleri cevapların hepsi de bu minvalde olmuştur.
Nasıl silahlanıldı?
Bu noktada akla ilk gelen, başlangıçta bu insanların silahları nasıl temin ettiği sorusudur. Yine verdikleri ortak cevap, silahları ilk günlerde savaş ganimetleri olarak elde ettikleri yönünde olmuştur. Ahmed İsa el-Cezire muhabirine, ilk ganimetlerini sekiz arkadaşıyla birlikte askerlerin öğlen uykusuna yattıkları bir vakitte askeri kontrol noktasına yaptıklarını baskın sonucu elde ettiklerini hikaye etmiştir. Hatta baskını yapıp silahları elde ettikten sonra “bu askerler emir kuludur” deyip onları öldürmediklerini, başlangıçta sadece kendilerine saldıranlara karşı mukavemet etmeye niyetlendiklerinin altını özellikle çizmiştir. Birçoğunun da buna benzer hikayesi bulunmaktadır. Ganimetler yanında Suriye içinden ve dışından Suriyeli zenginlerin tugaylara yaptıkları para yardımı ile rejim ordusunun içinden yolsuzluğa müsait kimselerle işbirliğine girilerek para karşılığı silah satın alındığı da, ilk günlerde savaşmaya karar vermiş sivillerin silahlanma yollarından biri olmuştur.
2011 sonuna gelindiğinde BM raporlarına göre 5000’in üzerinde sivilin öldürülmüş olması ve on binlerce kişinin tutuklanması 2012 yılından sonra çatışmaların neden daha da şiddetlendiğini anlaşılır hale getirmektedir. Bir yandan rejimin benimsediği şiddet politikası 2012’in başından itibaren savaşı geri dönüşü zor bir yola sokmuş, diğer yandan da savaş Suriye sınırlarını aşarak bir vekalet savaşı özelliği kazanmıştır. 2012 Ocak ve Şubat aylarında Rusya ve İran’ın Suriye’ye yaptığı silah yardımları pekişmiş, bunun mukabilinde Şubat 2012’de Suriye’nin Dostları Toplantısı’nda muhaliflerin silahlandırılması gündeme gelmiştir. Böylece özellikle Körfez ülkelerinden aldığı yardımlarla direnişçiler daha çok silaha sahip olmuş ve özellikle kuzey bölgeleri başta olmak üzere birçok bölgeye hakim olmaya başlamıştır. Hakim olunan bölgelerde sadece silahlı direniş faaliyetlerine devam edilmemiş, içinde birçok eksiklik olsa da bölgenin asayişinin sağlamasından sosyal yardım faaliyetlerine tıbbi hizmetlerden eğitim hizmetlerine kadar bu yerli direniş grupları özveri ile birçok çalışmanın da içine girmiştir.
Cihadi-selefi din algısı
Yukarıda da vurguladığımız gibi Suriye’de insani bir zorunluluğun ürünü olarak başlayan gösteriler ve yine insani bir mecburiyet neticesinde kendisine başvurulan silahlı mücadele, ilk başladığı günlerde tam anlamıyla, bugün ise büyük oranda saf, organik ve yerli bir yapıya sahiptir. Fakat günümüzde İslam dünyasının büyük bir yarası olan ve yer yer patolojik bir karaktere de sahip cihadi-selefi din algısını benimseyen en-Nusra ve IŞİD gibi el-Kâide türevli ve büyük oranda yabancılardan oluşan örgütlerin Suriye topraklarına “cihat” için girdikleri ve orada gayri İslami ve insani savaş yöntemlerini benimsedikleri de bir hakikattir. Fakat bu örgütlere mensup ve neye hizmet ettikleri son günlerde iyice vuzuha kavuşan savaşçıların bütün Suriye içindeki yerli direnişçilere oranının çok düşük olduğu vurgulanması gereken bir noktadır. Buna rağmen sahip oldukları popülerlik, yapılan algı operasyonları sebebiyle yukarıda bahsettiğimiz yerel direniş tugaylarının çok çok üstündedir. Bu satırları okuyanlar, en-Nusra ve IŞİD örgütlerine nazaran bahsettiğimiz diğer direniş gruplarını ne kadar bildiklerini ve hatta duyduklarını kendi kendilerine sorarak bu algı operasyonunun büyüklüğünü test etme imkânına sahiplerdir.