Suriye Direnişi Hatırlamak ve Büyük Oyun

AHMET MARUF DEMİR

Günümüzde yaşanan olaylara karşı sonuç odaklı düşünür hale geldik. Asıl sebep, çoğu kez ötelenir oldu. Sebep-sonuç ilişkisinde sebepler, günümüz egemen güçlerini de direkt alakadar edip çıkarlarıyla da tenakuz oluşturuyorsa tamamen görmezlikten gelinmeye başlanıyor. Daha doğrusu kitle manipüle silahı olan medya eliyle zihinlerde "Nereden buraya geldik? suali yerine, "yaşananlara / ana bak" algısı oluşturularak sebeplerin görmezlikten gelinmeleri başarılıyor! Bunun en somut ve en acı örneği ise Suriye'de beş yıldır süren kanlı süreç oldu. Türlü yalanlar, iftiralar ve yaftalamalar ile bir halkın, sözümona ‘insanlığın’ gözü önünde nasıl da yalnız bırakıldığına ve sessiz bir şekilde nasıl da kıyıma uğradığına vicdanı olan bir kaç kişi olarak şahit olduk. Oluyoruz!

"Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür." Öyleyse, şöyle biraz geçmişe doğru gidip Suriye'de kanlı sürecin başlamasına sebep olan o günleri kısa kısa hatırlamaya çalışalım. Ve hatırlatalım ki Suriye özelinde bölgemizde yaşanan gelişmeleri de daha sağlıklı analiz edebilelim. Tunus'da başlayan ve sırasıyla Yemen, Mısır, Libya'ya kadar varan halk ayaklanmalarının bir halkası da Suriye idi malum! Diktatörlüğe, zulme ve adaletsizliğe karşı tıpkı diğer ülkelerde de olduğu gibi, Suriye'de de ilk etapta "Halk reform istiyor" sloganları ile meydanlar halk tarafından doldurulmuştu. Lakin kırık yıldır Suriye'de despot ve tahakkümcü bir rejim olan Esed yönetimi de, bu isteklere tıpkı diğer ülkelerdeki yönetimler gibi kulak tıkamıştı.

Bu kulak tıkama durumu devam ederken, "Yalla Erhal Ya Beşşar" marşlarıyla meydanları coşturan Suriye'li müzik sanatçısı İbrahim Xaşhuş'un cesedi gırtlağı kesilmiş şekilde bir dere yatağında bulunmuştu. Hem Beşşar Esed'i, dolayısıyla da Esed hanedanlığını bir şarkıyla eleştirmenin intikamının alınmak istendiği hem de insanlarda korku yaratacağı düşünülen böylesine bir infaz ters tepmişti. Bu olayı takip eden günlerde meydanlar daha da kalabalıklaşmış ve reform isteyen halkın talepleri ve söylemleri de giderek daha da sertleşmişti.

Suriye'deki bir çok şehrin meydanında örgütlenen halka, Beşşar Esed'in en kısa sürede kulak vereceği düşünülürken; heyecanla beklenilen 30 Mart 2011 tarihli konuşmasında Esed: "Arap dünyasında yaşanan gelişmelerden kendilerinin de etkilenebileceğine..." dair cümleler ile günü kotarmaya çalışmıştı. Esed cenahında durum böyleyken söylemleri ve istekleri daha da sertleşen halka karşı da artık rejimin ordusu, polisi ve muhaberat güçleri olan şebbihalar silah kullanmaya başlamıştı. Kendi halkına silah kullanmak istemeyen ordu yada emniyet mensubu şahıslara da baskılar yapılmaya başlanmıştı. Suriye'nin sokaklarına gençlerin kanı aktıkça kitleler günden güne daha da bir artıyor ve asıl 30 Mart 2011'de yapması gereken açıklamayı tam üç ay sonra 19 Haziran 2011'de yapan Beşşar Esed bir "reform sepeti"nden bahsediyordu. Oysa Suriye'nin topraklarına mazlumların kanı bulaşmıştı bir kere! Yani İş işten geçmişti.

Bütün bunların üzerine yaşları 12-14 arasında değişen bir kaç çocuğun okul duvarına Beşşar Esed'i kastederek; "doktor sıra sana da gelecek" diye yazdıklarından dolayı emniyet binasına götürülmüştü. Bu gözaltı sürecinde aklınızın sınırlarını zorlayan her türlü işkence yöntemi uygulanarak katledilen çocukların kendilerinin değil de cesetlerinin ailelerine teslim edilmesi de bu işin tuzu biberi olmuş ve tüm Suriye’de bir infiale yol açmıştı. Bu çocuklardan Hamza El-Xatibi'nin cesedini almaya giden annesine çocuğunun sadece başı gösterilmişti. Çocuklarının cesetlerini almaya giden ailelere Esed ailesinden de olan Der'a emniyet müdürünün "Siz çocuk yapmayı bilmiyorsunuz. Eşlerinizi yollayın sizlere nasıl çocuk yapılırmış öğreteyim" şeklindeki aşağılayıcı ve hakaret dolu tavrı zaten dolu olan bardağın taşmasına neden olmuştu.

Çocuklarının öldürülmeleri yetmezmiş gibi bir de ağır hakaret uğrayan aileler silahlanarak Der’a emniyet binasını basmış ve görevliler ile çatışmıştı. Bu olay sırasında bir çok yaralı ve ölü olmasına rağmen, emniyet müdürü canını son anda kurtarmıştı. Ok yaydan çıkmıştı artık. Kendi halkına karşı silah doğrultmak istemeyen ordudan yada emniyetten firar eden silahlı görevliler başta olmak üzere; mahalle camileri etrafında örgütlenen cami imamları ve cemaatten silahlananlar, var olan zulme karşı durmaya başlamışlardı. 2011 yılının ortalarında başlayan "halk reform istiyor" eylemleri, 2011 sonlarına doğru rejimin basiret bağlanması da denilebilecek hezeyan dolu açıklama ve yönetimiyle artık silahlı direnişe dönmüş ve kitleler “halk rejimin değişmesini istiyor” denmeye başlamıştı. Bu tip bir gelişmeyi beklemeyen Esed ise artık halkın sesine kulak vermek bir yana, hatta "Suriye Halkı" tanımlaması yerine "teröristler ile savaşacağız" meydan okumasıyla beş yıl sürecek ve hala devam eden, görünen o ki devam da edecek kanlı süreç de geri dönülmez bir safhaya girişmişti.

Havadan, uçaklardan atılan bombalar ile her gün yüzlerce insan katlediliyor ve binlerce insan da evinden, barkından, yurdundan göç etmek zorunda kalıyordu. Muhalif silahlı unsurlar ise ordudan yada emniyetten firar edenlerin kendileri ile beraber getirdikleri silahlar ile bu zulme karşı koymaya çalışıyorlardı. Bu silahlı direniş, orduya ait envanterleri ele geçirdikçe de daha da bir büyüyordu. Ordudan ve emniyetten ayrılmaların dayanılmaz bir düzeye erişmesiyle " Esed kırmızı çizgimizdir" açıklamasıyla İran, "Esed rejiminin gerçek dostları var" açıklamasıyla da H. Nasrullah Esed'in yanında olduklarını ifade ederek yıllardır mazlumların hamiliği ünvanını kendilerine yakıştıran dünya Müslümanlarını duygusal tecavüze uğratıyordu. Kanlı sürece bir de ihanet eklenmişti. Bu açıklamalar ile beraber daha da bir yalnızlaşan Suriye halkına, rejimin hapishanelerinde işkence edilerek, üzerlerine sivil-direnişçi ayrımı yapmadan bombalar atılarak katledilmeleri olağan bir hale gelmişti.

İşte tam da böyle bir minvalde; binlerce Suriyelinin kendi ülkelerine göç etmek zorunda kaldığını gören Müslüman gençler de bu acıyı yaşatanlara karşı cihad etmek bilinciyle akın akın Suriye'ye gitmeye başlıyordu. Ne ilginç ki, Suriye’li muhalifler diğer ülkelerden kendilerinin yardımına canlarıyla koşmak isteyen bu insanlara “Buraya gelmenize gerek yok. Mücahidlerimiz Allah’a hamdolsun çok. Sadece silahımız yok. Bize silah ulaştırın yeter” diyorlardı.

Suriye halkı;  sabır, sebat ve azimle tarihin daha önce hiç şahit olmadığı ve herhalde hiç de şahit olamayacağı katliam, tecavüz, işkence, ihanet ve tehcire rağmen direnişini sürdürmeye devam ediyordu. Ne için? Bu sorunun cevabını şöyle cevaplıyordu mülteci kampındaki yaşlı bir amca: “… Evladım bu soğuk kış gününde ve çamura batmış bu yollarda ayaklarımızda ayakkabı yok diye mahzun olmayın. Vallahi bizler Esed’e kıyam etmeden önce muhaberat yada emniyetten birileri önümüzden geçerken kast katı kesilirdik. Ta ki o bizim önümüzden geçip gidene kadar. Olur ki hal ve hareketimizden hoşlanmaz da bizleri zindana atarlar ve işkence ederler diye. Evet, şimdi ayaklarımız çıplak ama Esed’e dilediğimiz şeyi söyleyebiliyoruz. Avazımız çıktığı kadar haykırabiliyoruz”  Öz-gür-lük! Çayın tadını almış gibi üç hecede, özgürlüğün de tadını almış bu insanlar tüm yokluklara rağmen direnişi elden bırakmıyorlardı. Hala da bırakmıyorlar. Ve dünya haklarına direnişi, direnmeyi ve İslam’ın ölürken bile hayat bahşeden o bitimsiz bilincini öğretiyorlardı. Hala da öğretiyorlar.

Bu direniş neticesinde farklı şehirler ve bölgelerdeki muhalif örgütler kıt imkanlara rağmen Esed rejimine karşı olağanüstü başarılar elde ediyorlardı. Sadece Esed rejimine karşı mı? Elbette ki hayır! “Esed kırmızı çizgimizdir” diyen İran’a… “Esed’in gerçek dostları biziz” deyip binlerce Hizbullah militanını Esed’e destek amaçlı Suriye’ye gönderen H. Nasrullah’a,… Scut füzeleri ve savaş gemileriyle Esed’i sürekli destekleyen Rusya’ya… Suriye’li mazlum halkın yardımına koşan ve ismini Yusuf olarak değiştiren Çin’li Whang Hu’yu Türkiye’de evlenmesine rağmen Türk yetkililerin kendi elleriyle teslim ettiği Çin’e… “Kimyasal silah kırmızı çizgimizdir” diyen ama kimyasal silah kullanıldığına dair iddiaları ispat etmesi gereken BM yetkililerinin hayati tehlikesi olduğu için herhangi bir girişimde bulunmayan ABD’ye… Cenevre görüşmelerinde muhalifler ile rejimi aynı masada karşılıklı oturtup bunca vahşeti mizansene dönüştüren BM’ye karşı da aynı zamanda başarılar elde ediyorlardı. En basit talepleri olan uçuşa yasak bölgenin bile ilan etmemekle küresel güçler, daha gösterilerin başladığı ilk zamanlarda direnişin bülbülü olan Abdulbasıt Sarut tarafından: “İçinizde Obama’dan, Sarkozy’den, Erdoğan’dan, herhangi bir şahıstan ya da meclisten veya Arap Ligi’nden zafer/yardım bekleyeniniz var mı?” sorusuna kitlenin hep bir ağızdan “Hayır!” “Zafer Allah’tandır!” sloganının bedelinin ödetiyorlardı aslında Suriye halkına!

Muhalifler ise durmuyordu. 2013 yılının sonlarına yaklaştığında Esed ve destekçilerinin kaybettiği aşikardı. Esed Şam’a sıkışmış, muhalifler ise Suriye’nin %60’ını kontrol altına almıştı. Yalnız bu mübarek ilerleyiş ile beraber daha önce Irak’ta El-Kaide’ye biatlı olan ve El-Kaide’nin Irak Emiri olarak bilinen Ebubekir El-Bağdadi “Irak İslam Devleti” olarak adlandırdığı örgütünün bir kısmını Suriye topraklarına göndererek muhaliflerin kendileri ile savaşmak istememesinden kaynaklı olarak bazı bölgeleri ele geçiriyordu. Böylece Suriye’de alan hakimiyeti kazanan bu örgüt, adını “Irak İslam Devleti”nden, “Irak Şam İslam Devleti” olarak değiştiriyordu.

Suriye’de alan hakimiyeti kazanan “Irak Şam İslam Devleti” yani IŞID/DAEŞ lideri Ebubekir El-Bağdadi, El-Kaide tarihinde ilk defa bağlı olduğu lideri tekfir eden ve Irak’ta beraber mücadele etmesine rağmen El-Kaide liderine biatini açıklayan Cephet-un Nursa liderini ve bu cephenin mücahidlerini mürted ilan etmekle de tarihe geçiyordu. DAEŞ Suriye’de mücadele eden muhalif örgütlerin ya kendisine biat etmesini istiyor ya da kendileri ile savaşacaklarını şartını öne sürüyordu. Mücadelesini yoğunlukla muhaliflerin kazanımlarının olduğu yerlerde sürdürüyordu. Muhalifler de DAEŞ’in içerisinde samimi gençlerin olması hasebiyle ellerine mazlum kanı bulaştırmamak için geri çekilmek zorunda kalıyordu. Bazı zamanlar oluyordu ki Baas rejiminin askerlerini kıstıran muhaliflere arkadan dahi saldırabiliyordu. Muhalif komutanları evlerinden kaçırıyor ve yargısız infaza kurban ediyordu. Katlettiği Müslümanların eşlerini ve kızlarını cariye olarak alabiliyordu. Esed rejimi ve küresel istibdat güçleri ile çökertilemeyen Suriye Direnişine, içeriden gözüken DAEŞ/IŞID eliyle gün be gün kan kaybettirilmişti. Muhalif grupların elinde %60’lık özgürleştirilmiş bölge yerine artık kuzeyde, güneyde ve Suriye’nin iç kesimlerinde lokal bir alan hakimiyeti söz konusu olmuştu.

Sonra aniden DAEŞ/IŞID, Irak’a bağlı olan ve Irak ordusu tarafından korunan Musul’a saldırdı.  Maliki zulmünden kaçıp sığınacak bir liman arayan Musul’daki Arap aşiretlerinin desteğiyle de Musul bir günde “feth” olunmuştu! Musul’da bulunan Irak ordusuna ait komutanlar ve askerler herhangi bir çatışmaya girişmeden geri kaçmışlardı. İlginç ki Irak ordusuna ait hava kuvvetleri DAEŞ/IŞID’in bu saldırısına karşı bir tane dahi uçağını kaldırmamıştı. Dahası Musul Merkez Bankasında o gün bulunan 429 milyon dolara ve ABD Irak’tan çekilirken bıraktığı 14 Milyar Dolarlık askeri mühimmata da DAEŞ el koymuştu.

DAEŞ/IŞID bütün bunlar ile yetinmiyordu. Ve başkenti Irak sınırlarında içinde olan Musul değil de, Suriye sınırları içinde olan Rakka’da bir “Hilafet Devleti” ilan ediyordu. Ebubekir El-Bağdadi’de bu devletin Halifesi seçiliyordu. DAEŞ/IŞID bunu yaparken hem kendisi dışındaki diğer İslam’i yapıları İslam dışına sözde itiyor bir yandan da “Hilafet Devleti” özlemiyle yanıp tutuşan samimi ama sahih bilgiden yoksun Arap gençlerini ve özellikle de Batı’daki Müslüman gençleri kendi safına çekmeyi başarabiliyordu. Batı ise bu gençlerin DAEŞ/IŞID’ katılması için herhangi bir önlem almaya ihtiyaç duymuyordu! İçeriden ise Irak’taki Sünni aşiretlere “Bağdat’a doğru ilerleyip Malik’inin Saddam sonrası sizlere yapmış olduğu zulümlerin intikamını alacağız” propagandasın da bulunuyordu. Doğrusu Şii olan Malik’inin ABD öncülüğünde Irak’ın başına geçirilmesiyle, ABD’nin Irak işgaline karşı koyan Sünni aşiretlerin bir çok mensubu tutuklanıp ağır işkencelerden geçirilmişti. Bizatihi IŞID/DAEŞ’in bu kadar güçlenmesinin bir nedeni de Irak hapishanelerine yapmış olduğu saldırılar ile kaçan yada kaçmalarına göz yumulan işte bu Sünni Irak’lı mahkumlardı.

Kısa bir süre zarfında Musul’u alan, bir günde dünyanın en zengin örgütü haline gelen ve Hilafet Devletini ilan eden DAEŞ/IŞID Bağdat yollarına koyulmuştu bile. Derken, o toz bulutu içinde bir şeyler oldu. Ve IŞID/DAEŞ birden ani bir manevra yaparak yönünü Şengal’e oradan da Erbil’e doğru çevirdi. Tabi o sıralarda Türkiye ile Kürdistan Özerk Bölgesi arasında yapılan petrol anlaşmalarını ve bu petrol antlaşmaları ile aktarılacak paralarının Türkiye bankalarında işleme sokulacağını da hatırlatmakta fayda var. Barzani’nin ABD’yi hariç tutarak yapmış olduğu bağımsız Kürdistan söylemi de cabası! Biraz daha kuzeyde Türkiye’de ise mevcut hükümetin yetkililerine, çocuklarına ve mevcut hükümete yakın iş adamlarına ayrıca bankalara yolsuzluk iddiaları ile operasyonlar yapılıyordu.

Türkiye ile 30 yıldır savaştığı PKK arasında bir ateşkes ve çözüm süreci gelişmesi yaşanıyordu. Kürt Sorunu bu gelişmeler ile beraber Öcalan’ın “İslam bayrağı altında ortak yaşam…” nutkuyla yeni bir heyecan kazanmıştı. “Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak, bizim aslımızı ve özümüzü inkar eden modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir imalattır. cümleleri ile de  Öcalan, emperyalistlerin çizmiş olduğu sınırlara reddiyeler de bulunuyordu. Küresel aktörlerden bağımsız bir çözüm süreci ve PKK Önderliğinin bu açıklamalarının da haddi bildirilmeliydi.

DAEŞ/IŞID ise Şengal ve Erbil’den sonra bu kez yönünü haritada kendileri açısından hiç de stratejik bir öneme sahip olmayan PYD kontrolündeki Kobanê’ye çevirdi. Kobanê’nin ise çoğunluğunu suni Kürtlerin oluşturduğunu da dikkate almak gerekir. Sonuç’ta Rafızi/Şia düşmanlığı ile Sünii aşiretlerin desteğini alan DAEŞ/IŞID artık Bağdat ve civarında oyalanmak yerine Sünnilerin çoğunlukta olduğu bölgelerde saldırılarını artırmıştı.

DAEŞ/IŞID’in Kobanê üzerindeki bu baskısıyla beraber her ne hikmetse Türkiye içindeki ulusalcı Kürtler’de de dönemin T.C Hükümetinin itibarsızlaştırılmasını sağlayan bir dil peyda olmuştu. Mesela, Kürt ulusalcı kanat Kobanê’den Türkiye’ye alınan 300.000 bin insanı görmezden gelebiliyordu. Suriye’den ÖSO’nun ve Kürdistan’dan peşmergenin hem karadan hem de havadan Türkiye üzerinden Kobanê’ye, PYD’ye destek amaçlı ulaştırılması da bu kanat tarafından es geçilebiliyordu. Bu adaletsizliğe sadece Kürt ulusal cenahı neden olmuyordu. Gezi Parkı olaylarındaki yayınlarıyla İngiltere BBC, CNN başta olmak üzere küresel aktörlerin medyaları eliyle de Kobanê’de T.C’nin yaptıkları dikkate alınmayabiliniyordu. Türkiye’nin bir terör devleti ve bu devletin başı olan Erdoğan’ın da DAEŞ/IŞID’e destek veren bir terörist olduğu algısı ise büyük bir başarıyla kitlelere empoze ediliyordu. Bu propagandanın ilk başarısı Gezi Parkı Olaylarının günlerce sürmesi iken bir diğer başarısı ise Kobanê’deki DAEŞ/IŞID saldırılarını protesto edenlerin Kürt illerindeki 50’ye yakın Kürdün ölümüne neden olduğu 6-8 Ekim olaylarıydı.

Küresel güçlerin bu coğrafyalardaki kuklalarının devrildiği ilk ülke olan Tunus’da İslam’i bir parti olan Nahda’nın seçimleri birinci parti olarak kazanmasına rağmen teknokrat bir hükümete zorlanmasını, Mısır’da Mübarek’in devrilmesiyle seçilen İslamcı Muhammed Mursi’ye yapılan darbe izlemişti. Ardından ABD’nin bizzat desteklediği, para ve silahlar ile kuvvetlendirdiği Halife Hafter adında emekli bir ordu generali de devrim sürecinde yaklaşık 20 yıl yaşadığı ABD’den Libya’ya geri dönüp Libya’nın kazanımlarının elden gitmesini sağlamıştı. Yemen’de ise Islah Hareketinin başını çektiği devrim ateşi iç karışıklıklar çıkartılarak mezhepsel savaşa evrilmişti. Halk ayaklanmalarının son halkası olan Suriye’de ise IŞID muhaliflerin zaferlerini kursaklarında bırakmıştı. Türkiye’de de yapılan son genel seçimlerde “dünya beşten büyüktür” söylemine haiz AK Parti hükümeti %8’lik bir oy kaybıyla hükümetten düşüyordu.

Şimdi ise küresel güçler, burada yani bizim coğrafyamızda yine bizim insanlarımızı kullanarak yeni  haritalar çiziyor. Yapay sınırlar üretiyor. Bu haritayı ise bu kez 40 milyon kişi olmasına rağmen bağımsız bir devleti olmayan Kürtler eliyle yapmak istiyor! Son yıllarda Kürtlerin ekseriyetinde  de baş gösteren etnik ırkçılık ile çevrelerinde bunca bağımsız ulus devletçiklerin olduğu bir vasatta neden bir bağımsızlık olmasın? Sorusu soruluyor. Bağımsızlığa yaklaşıldığının mücadelesi de veriliyor. Doğrusu hem bu sorunun sorulmasının hem de bunun mücadelesinin verilmesinin haklılık payı da yok değil. Lakin küresel dengeyi bozmak istemeyen güçlerin Kürtlere bu hakkı tanıdığının/tanımasının asıl amacı bu değil!

Asıl amaç; aynı coğrafyada bulunan ülkelerden bağımsız ama küresel güçlere bağımlı yeni devletler oluşturularak yer altı kaynaklarını Batı’nın rahat bir şekilde sömürmesi. Diğer yandan da yapay sınırlar üretilip yada var olanların korunup aynı şekilde yıllarca sürecek olan ulus devlet anlayışların devamı. Hassaten ulus devlet anlayışıyla bu hakların ortak paydası ve birleştirici gücü olan İslam’ın sindirilmesi yada bireysel düzeye indirgenmesi. Despot rejimlere karşı mücadele eden muhalefetler ve zulümden kaçmak isteyen insanlar arasına engeller konulup zalimlere terk edilmesidir. Şu son zamanlarda birbirine yaklaşan bu coğrafyanın tüm unsurları arasına engeller konulmak istenmesidir. Oyun büyük. Bu oyunun yönetenleri her ne kadar küresel sistemin aktörleri olsa da oyuncuları biziz. Bu yüzden bu oyunu da ancak biz bozarız! Bu coğrafyanın halkları olarak aramızdaki güvensizlik duvarını ivedilikle yıkmalı ve ortak paydalarda bulaşabileceğimiz çözümler üretmeliyiz. Bu sorumluluğu da tek bir kişini üzerine yıkmak yerine bu coğrafyanın bütün unsurları olarak elimizi taşın altına koymalıyız. Ya izzetlice bir duruş sergileyip bu sömürücüleri topraklarımızdan atacağız ya da bu zilleti çocuklarımıza bırakacağız.