Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar

ABDURRAHMAN GÜNER

Suriye bir neslin en öncelikli gündemiydi. Suriye’de İslami grupların elde ettiği başarılar Türkiye’de meydanlardan sokaklara kadar yankı buldu. Üniversiteler ise siyasal kırılmanın en belirgin olduğu mekânların başında geliyordu.

Türkiye’deki İslami gençlik hareketlerinin siyasi bilinçlerini inşa etmelerinde dönemsel olarak Filistin, İran, Cezayir, Irak tesirli olmuşken Türkiye İslamcılığının 28 Şubat’ın etkilerini üzerinden atmaya başladığı 2010’lu yıllarda Arap coğrafyasındaki halk hareketlenmeleri genç kuşakları derinden etkiledi. Tunus, Libya, Mısır ile elde edilen başarılar Türkiye’nin komşusu olan Suriye’ye geldiğinde ise daha öncekilerden oldukça farklı bir tartışma zemini ortaya çıktı. Esed’in laik-seküler otoriterliğine karşın Suriye halkının dindarlığı sebebiyle Türkiye’deki geniş kesimlerde halk ayaklanmasına karşı büyük bir sempati oluşturdu. Ancak Esed çetesi ile ideolojik akrabalığı bulunan sol gruplar ve Esed ile mezhepsel akrabalığı olan İran, Suriye meselesine yaklaşımda hâkim bir bakış açısının ortaya çıkmasını engellemek için ellerinden geleni yaptılar.

Suriye muhalefetini emperyalistlerin desteklediği yalanıyla başlayan bu silsileyi başta İran’ın algı ve dezenformasyon ordusu ikame etti. Kırılma Suriye muhalefetinin sahada hızlı bir şekilde elde ettiği kazanımlara İran’ın ordusu ve milisleriyle bizzat karşılık vermesiyle oldukça başka bir seviyeye ulaştı. Türkiye İslamcılığının genç kuşakları için İran’ın ifade ettiği anlamı tümüyle değiştiren bu durum Suriye direnişinin maskeleri düşüren bir hüviyete ulaşmasını sağladı. Geçmişte de özellikle Hama olaylarıyla benzer tecrübeler yaşanmış ancak İran’daki devrimin ilk yılları olması sebebiyle İslamcılar izah getirme ihtiyacı hissetmişlerdi. Ancak bu sefer izah edilebilecek hiçbir şey yoktu. İran putu Suriye cihadı sayesinde yerle bir oldu!

2010’lu yılların başından 15 Temmuz’a kadar üniversitelerdeki siyasal hareketliliğin temel parametrelerinden birisi şüphesiz Suriye’ydi. Burada da açıktan Esed’i destekleyen, Esed’i doğrudan desteklemese dahi muhalefetin İslami eğilimi sebebiyle Esed’e sessiz kalan sol yapılarla İslamcı gençler arasındaki gerilim Türkiye İslamcılığının genç kuşakları için oldukça eğiticiydi. “Üniversitede şebbiha istemiyoruz” sloganıyla özdeşleşen bu süreç 28 Şubat’tan bu yana üniversitelerde nüfuzu oldukça daralan Türkiye İslamcılığı için onlara ilham olan Tunus, Mısır, Libya ve tabi ki Suriye halkları sayesinde yeniden bir canlanma anlamına geliyordu.

Tunus, Libya ve Mısır’a göre çok daha fazla tartışmanın yaşandığı Suriye ise zamanla temel belirleyici haline geldi. İlerleyen yıllarda Müslüman halkların kazanımlarına karşı yapılan darbelerle birlikte içerden basiretsiz dışardan ise indi yorumlarla karamsarlık derinleştirilmeye çalışılarak“İslamcılık öldü” ezberi sıkça dillendirildi. Suriyeli mülteciler üzerinden de iç politikada sol ve sağ cenahtan ırkçı, İslam düşmanı hezeyanlarla mücadele eden Türkiyeli İslamcıların büyük bir kısmı için Suriye meselesi her zaman canlılığını korudu. Çok özet bir şekilde aktarmaya çalıştığımız bu süreç bir kere daha Suriye direnişi sayesinde oldukça farklı bir yere evrildi. 8 Aralık bu bağlamda neyin öldüğünü neyin ise hala hayat dolu olduğunu dostlara ve düşmanlara hatırlattı! Suriye, Türkiye İslamcılığına öğretmenlik yapmayı sürdürürken Suriye’ye sırtını dönmeyen İslami kadrolar haklılıklarının kanıtlanmış olmasının gururunu yine Suriye halkı sayesinde yaşıyorlar. Rabbimize şükürler olsun!

Haber görseli: Savaşın 10. yılında yapılan eylemde Suriyeli bir genç "Allah'ın yardımı yakındır" yazılı pankart taşıyor.

Suriye halkının direnişini anlamlandıramama sorunu

Batı modernleşmesinin bir sonucu olarak Türkiye’de Kemalizm eliyle bir ulus devlet inşa edilebildi. Kemalizm’in devletin toplum üzerinde kurduğu bir baskı ideolojisi olarak icra ettiği işlev aynı zamanda coğrafya ile fikri ve duygusal bir kopuş anlamına da geliyordu. Batı merkezli ideolojilerin hepsi gibi Kemalizm de aynı paradigmanın bir ürünü olarak toplumu Batılı esaslara göre değiştirip dönüştürme görevini üstlenmişti. Bu bağlamda Türkiye’de İslamcılık dışında tüm düşünce sistemleri paradigma içi arayışları içermektedir. Paradigma dışı hüviyetiyle İslamcılık sistem açısından en büyük tehlikedir. Aslında bu durum Türkiye için olduğu kadar emperyalistlerin desteği ile varlığını koruyabilen tüm işbirlikçi rejimler açısından geçerlidir. Türkiye’nin buradaki farklılığı ise AK Parti’nin gerçekleştirdiği kısmi değişim ve reformlar sayesinde Kemalist rejimin tasallutu ortadan kalkmasa dahi gücünün kırılmış olmasıdır.

Kendisini laik-seküler dünya görüşü içerisinde konumlandıran bir kişinin Suriye’de yaşananlara nasıl yaklaşacağını vicdanlı birisi olup olmadığı belirler. Eğer ki ideolojik saiklerle Suriye meselesini değerlendiriyorsa Esed’in işlediği cinayetleri ya destekleyecek ya aklamaya çalışacak ya da görmezden gelecektir. Bu bağlamda Aydınlık gazetesinden Mehmet Yuva’nın evlere şenlik yazısı incelenebilir.

Mehmet Yuva, Beşşar Esed’i babasının aksine adımlar atarak Suriye’yi tarikatların yuvasına dönüştürmekle suçluyor. Sednaya’daki zulmü “panorama” olarak niteleyen Yuva, AK Parti sayesinde FETÖ’nün Suriye’ye sızdığını ve burada rahatça hareket ettiğini bile vurguluyor. Özetle Yuva’ya göre Suriye’de her şey güllük gülistanlıktı yüzbinlerce şehid milyonlarca göçmen pahasına Suriye halkı yine de Esed’e karşı ayaklandı!

“1970-2024 yılları arasında İnşa edilen camilerin sayısı tüm İslam âlemindeki sayıdan fazla. Oğul Esad sayesinde, Suudi mali yardımlarına mukabil, tarikatlar cenneti olmuştu. AK Parti sayesinde Suriye’ye de sızan FETÖ ve tarikatlar Suriye’de rahat çalıştı.

Ülke, dünyanın ilk patrikhanesi Antakya Patrikhanesi ve Doğu Kiliselerine ev sahipliği yapıyor. Mardin'den taşınan Süryani Patrikhanesi ve dünyanın ilk Süryani Üniversitesi Saydnaya’da. Suriye’ye inşa edilen ikinci Sheraton Oteli de Saydnaya’da. Bu gerçekler ayan beyan ortadayken ekran dangalakları tatlı, çarşı, ayin, cami ve namazları Esad’ın gidişine ve devrime bağlıyor.”

Suriye halkının mezhep temelli bir azınlık rejiminin zorbalığı altında geçirdiği 61 sene yetmezmiş gibi bir de Mehmet Yuva gibi Türkiyeli şebbihaların iftiralarıyla uğraşmak zorunda kalması ne kadar üzücü olsa da neticede zalimin büyüğü gitti. Geriye kalan akıl ve mantık yoksunu kendi kurduğu dünyasında ezber komplo teorilerini hecelemekten başka hiçbir şey bilmeyen müptezelleri çok kafaya takmaya gerek yok! Binlerce çocuğun katili olan bir mücrimi “şu kadar cami yaptı” diyerek savunmaya çalışmak nasıl bir ruh halidir? Bu verinin doğruluğunu sorgulama ihtiyacı bile duymuyoruz çünkü 13 yıllık savaşta Esed ve işbirlikçilerinin yerle bir ettiği camiler yeter de artar bile. Esed’i inşa ettiği iddia edilen camileriyle savunmaya çalışan bir kimse ideolojik olarak şartlanmış bir şebbihadır. Mehmet Yuva’yı mağarasına terk ettikten sonra Suriye direnişi anlamlandıramama sorunsalını bu sefer farklı bir yerden ele alalım…

Suriye’deki direnişin omurgasını oluşturan HTŞ İslamcı bir örgüt. Bu gerçek zaten HTŞ’nin karşısında kimlerin yer alacağını görmek için yeterli veriyi hepimize sağlıyor. Geriye sadece aynı şekilde konuyu inceleyecek olan kimsenin vicdanlı olup olmadığı sorusu kalıyor. Vicdan da yoksa ideolojik körlük her şeye baskın geliyor. Siyasi iktidara yakın olan Takvim gazetesinden Ergün Diler, Suriye meselesini komplocu tezlerle ele alarak Suriye halkının mücadelesini bağlamından saptırıyor ve değersizleştiriyor. Diler’in yazısından hangi kısma atıfta bulanacağımızı bilemiyoruz zira her bir cümle bir sonrakinden daha akıl dışı bir bağlama denk düşüyor.

Özetle Ergün Diler, Esed’in devrilmesini dünyadaki enerji savaşlarıyla ilişkilendiriyor. Türkiye ile Katar arasındaki doğalgaz boru hattı projesinin faaliyete geçmesine istemeyen küresel güçler oyunlarını devreye sokuyorlar. Develer tellal iken pireler berber oluyor, büyük balıklar küçük balıkları yiyor vs. Diler, Suriye halkının amansız mücadelesini ve bir zalime karşı verilen adalet savaşını paranteze alarak hapsediyor. Bunu anlamak içinse şu cümleyi okumak yeterli:

“Colani ya da HTŞ, üzerinde durulacak bir mesele değil. Yarın silinir, atılır gider.
Türkiye'nin tam saha presle Rusya'yı, İran'ı bölgeden göndermesi marifet... ...
Peki şimdi yaşanan hareketlilik ne?
Çok önceleri yazmıştım.
O sayfaları tekrar açmak şart sanırım...”

Türkiye’nin anlaşılamamış dehası, büyük düşün insanı Ergün Diler zaten her şeyi bizlere çok önceleri anlatmış… Colani ve HTŞ ise üzerinde durulacak bir şey değilmiş… Yarın silinir, atılır gidermiş… Yıllardır İdlib’i yöneten ve Suriye’de Suriye halkına tek güvenli yerleşim merkezi imkanını sunan HTŞ ve lideri Diler’in perspektifinde kullanılıp atılacak bir nesneden ibaret. Bu inceleme kaleme alınırken Dışişleri Bakanı Hakan Fidan tarafından ziyaret edilen Ahmed el-Şaraa’nın dünya görüşüne katılmasanız da mücadelesine saygı gösterebilirsiniz ancak Ergün Diler’den bu kadarını beklemek dahi fazla olacağı için şansımızı daha fazla zorlamıyoruz.

Fikir Turu’nda 7 Aralık tarihinde yazılan Serhat Erkmen’e ait “Suriye’de küllenen çatışma alev aldı: Yeni çatışma süreci nasıl başladı?” başlıklı yazıda da aynı komplocu mantığın izlerini görmek mümkün. Serhat Erkmen, Ergün Diler’den daha akademik bir üslupla yazınca komplocu teorilerinin mantıklı olduğunu düşünüyor olmalı ancak öyle olmuyor! Erkmen, HTŞ’nin “terör örgütü” olduğunu izahla başladığı yazısında direniş gruplarının uzun soluklu mücadelesini her komplocu gibi iç dinamiklerle değil dış faktörlerle izah etmeye çalışıyor:

"Peki neden? Yanıt çok basit. Çünkü Trump ve Putin buluştuğunda muhtemelen o anda Rusya ve Ukrayna orduları neredeyse ateşkes hattı da kabaca orası olacak. O zamana kadar Rusya’nın durdurulması ve dikkatinin dağıtılması gerekiyor. Asgari maliyetle Rusya’nın dikkatini dağıtabilecek en kolay cephe Suriye idi. Bu yüzden Ukrayna’nın arkasında bulunan ve Rusya’yı durdurmak isteyen aktörler İdlib’i harekete geçirdi.

Peki Batı ile İdlib’deki gruplar arasındaki ilişki yeni mi başladı? Hayır, elbette. Fakat konuyu dağıtmayacağım. ABD’nin İdlib’deki El Kaidecileri nasıl tek tek avladığını ve HTŞ’nin bu süreçte nasıl bir rol oynadığını başka bir yazıda meraklısına anlatırım."

Ukrayna’nın arkasındaki aktörlerin İdlib’i harekete geçirdiğine dair kanıtının ne olduğunu çok merak ettiğimiz Serhat Erkmen “meraklısına anlatacağım” dediği mevzuyu da uygun bir zamanda okurlarıyla paylaşır herhalde… Suriyeli mücahitlerin 6 aydır bu operasyonu gerçekleştirmek istedikleri Türkiyeli makamlar tarafından ifade edildi. Türkiye’nin operasyonun tarihinin yıl sonuna kalmasında etkili olduğu hepimizin bildiği açıklamalardan anlaşılıyor. Ancak kimileri "hepimizin bildikleriyle" yetinmeyip astral seyahatlere çıkarak bizlerin bilmediklerini de öğreniyor olmalı! Komplocular için yapabileceğimiz çok bir şey yok ne yazık ki, dünya onlara güzel…

Serbestiyet’ten Yunus Emre Erdölen’in “Şam’a bahar gelecek mi?” başlıklı yazısı az evvelki üç örnekten daha farklı bir yerde incelenmesi gereken bir yazı. Öncelikle Erdölen’i Yuva, Diler ve Erkmen ile bir tutmak insaflı olmaz. Haksöz Haber’de Erdölen’in Gazze’deki vahşet hakkında kaleme aldığı makaleleri birçok defa iktibas edildi. Ancak Yunus Emre Erdölen bahse konu olan yazısını Batılı önyargılar üzerine inşa ederek tartışmalı bir yerde konumlanıyor.

Yunus Emre Erdölen, Suriye’de Baas çetesinin gayrı meşru dayanaklarını ve rejimin inşa ettiği zulüm düzenini tanımlarken doğru noktalara parmak basıyor. Babasının ölümünün ardından Beşar Esed’in iktidara geliş sürecinde verdiği ılımlı mesajlardan sonra “Şam Baharı” olarak nitelenen süreçte sorumluluk alan Suriyeli seküler aydınların çalışmalarına oldukça detaylı yer ayıran Erdölen bir bakıma Esed’e karşı gerçekleştirilen isyan ile Şam Baharı arasında bir ilişki kuruyor. Suriyeli seküler kesimin Esed ile sorunlarına yapılan vurgularda Esed’in de seküler olduğu ve Şam Baharı sürecinin sonunu getiren hamlenin Suriyeli sekülerlerin Müslüman Kardeşlerle diyalog kurması olduğu ise atlanıyor. Esed çetesinin Suriyeli seküler aydınların Erdölen tarafından sıkça övülen viski içilen sigara dumanlı salonlarda yaptıkları tartışmalara tahammülü İslamcıların devreye girmesine kadar sürmüştür özetle.[1] Erdölen bugün Suriye muhalefetinde baskın İslami eğilimi de Şam Baharı’nın ardından seküler aydınların rejim tarafından elimine edilmesiyle ilişkilendiriyor.

“Şimdi Şam’da belki bu fikirler viskili, araklı salonlarda konuşulmuyor. Esad, bugün Suriye’ye burun kıvırarak bakanları memnun edecek muhaliflerin çoğunu göreve gelir gelmez ezdi geçti, bu profildeki eğitimli, orta sınıf birçok insan korkunç bir iç savaşta taraf olmaktan çekindi, korktu, ülkesini terk etti veya evine kapandı. ...

Bunun içinse Esad’ın elinden alınan sopanın el değiştirmesi değil, kırılması gerekiyor; her mezhepten, ırktan, kesimden Suriyeli’nin 24 sene önce olduğu gibi geleceği kurmak, yeni bir devlet ve demokrasi inşa etmek için salonlarda, kongrelerde bir araya gelmesi, yıllar önce kaleme alınan o metinleri yeniden yazması, bugünler için mücadele eden yerel demokrasi kahramanlarını yeniden içinden çıkarması gerekiyor. Zor ama imkansız değil.”

HTŞ’nin Suriye’deki belirleyiciliği ve HTŞ üzerine inşa edilen literatür Müslümanları ilzam eden bir arka plandan güç alıyor. Baştan sona sığ ezberlerle HTŞ’yi ve İdlib’te gerçekleştirdiği icraatları yaftalayan yaklaşımların Suriye meselesini ele alırken yaygın bir tutum olduğunu görmek gerek. Erdölen de bu bağlamda “ihtiyatlı iyimserlik” vurgusuyla HTŞ’ye şerh düşmeden Suriye devrimini ve Suriye halkının umudunu paylaşamıyor.

"El-Kaide ile bağlarını koparan, daha sonrasında isim değiştiren HTŞ ve lideri Colani’yi ise Şam’da kutlamalarla dolu bir meydanlar, bomboş bir başkanlık sarayı ve görüşmek için sıraya girmiş diplomatik heyetler karşıladı. İç savaş sırasında ve İdlib’teki yönetimde Dürzilere, Hıristiyanlara ayrımcılık, kadın-erkeklerin okullarda ayrılması gibi uygulamalar gibi insan hakkı ihlalleri nedeniyle eleştirilen HTŞ, şimdi geçiş sürecine dair kapsayıcı açıklamalar yapıyor, 3 aylık geçici bir yönetimden sonra BM Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda her kesimin dahil olabileceği bir hükümetin kurulacağını ve ardından yeni bir anayasanın yazılacağını, seçimlerin düzenleneceğini söylüyor.

Anayasa tartışmalarının başlaması için de bir komisyon kurulacağı açıklandı. Komisyonun üyeleri, temsil kompozisyonu meçhul. Bu belirsizliği geçmişten bugüne mücadele veren muhalifler nezdinde en iyi tanımlayan duygulardan biri ise ihtiyatlı iyimserlik. Suriye’nin sürgündeki liberal muhalif siyasetçilerinden Bassam Al-Kuwatli de bu isimler arasında. HTŞ ile büyük ihtimalle Esad muhalifliği dışında pek bir ortak noktası yok, ama bir an önce Suriye’ye dönmeyi, liberal bir parti kurmayı, geçiş sürecine katkı sunmayı planlıyor: “Esad rejiminden kurtulmak için yapılan onca fedakârlık ve dökülen kandan sonra, herhangi bir aktörün başka bir otoriter rejim kurması kolay olmayacaktır. Suriye’nin kadın muhalif liderlerinden Dima Moussa da ihtiyatlı iyimserlerden: “[HTŞ’nin] iktidarı ele geçirmeye ya da tekelleştirmeye çalışıp çalışmayacağını söylemek için henüz çok erken, zira Suriyelilerin hiçbir şekilde tiranlık istemediğini çok iyi bilmeleri gerekiyor.”

Devrimden sonraki gösterilerden birisinde Suriyeli bir kadın “Kadınları işkencehanelerden kurtaranlara güveniyorum.” yazılı pankartıyla HTŞ'nin Suriye halkı için ifade ettiği anlamı vurguluyor. HTŞ lideri Şaraa ise BBC'ye verdiği röportajda kadınların eğitimine inandığını belirttikten sonra ve 2017'den beri HTŞ tarafından yönetilen İdlib'deki üniversitelerde kadınların oranının yüzde 60'ın üzerinde olduğunu vurgulamıştı.2 Keşke HTŞ üzerine kalem oynatan herkes HTŞ'ye de söz hakkı verse!

Erdölen, Mehmet Yuva’nın da yazısında sıkça atıf yaptığı Şam’daki HTŞ muhalifi eylemi vurgulayarak Suriyeli seküler muhalefetin tesirini mübalağalı bir yere konumlandırmayı sürdürerek Suriye sahasında gerçekliği ıskalamakla kalmıyor devrimin belirleyici gücünü görünmez kılarken HTŞ’yi ABD yardımlarına bağımlı olduğu için taviz verecek bir zemine hapsediyor.

"Nitekim Esad zamanında en ufak barışçıl bir gösterinin kurşunlarla bastırıldığı Şam’da Esad’ın devrilmesinin ardından düzenlenen ilk muhalif gösterinin teması da laiklik ve demokrasiydi. Yüzlerce Suriyeli kısa sürede organize oldu ve seküler, kapsayıcı bir anayasa yazım süreci talep etti.

Bu ihtiyatlı iyimserliğin arkasında birkaç sebep var. İlk sebep İdlib ile Suriye’nin büyük kentlerinin farklı olması. Yaklaşık 40 bin kişilik HTŞ’nin, seküler Sunnilerin, Nusayrilerin, Hıristiyanların da yaşadığı büyük kentler,  Dürzilerin hakim olduğu Süveyda gibi şehirler ve Kürtler  karşısında tavır değiştirmemesi zor. Bir diğer sebep ise Suriye’nin yeniden kalkınması için gerekli olan finansmanın sağlanması. ABD, Suriye hükümetiyle inşaat alanında işbirliği yapan şirketlere yaptırım uygulanmasını öngören Ceasar yaptırımlarının uzatılmaması için Suriye’deki geçiş sürecini gözlemleyecek. ABD heyetiyle geçici hükümet arasındaki görüşmenin ardından, Colani’nin yakalanması için başına konan 10 milyon dolarlık ödülün kaldırılması bu kademeli politikaya dair bir ipucu. Demokrasiye geçişin sekteye uğraması bu tür yardımları da aksatabilir."

Seküler anayasa ihtiyacını da vurgulayan Erdölen, Esed rejiminin şeriatçı olduğunu mu düşünüyor? Suriyeli ilahiyatçı Mücir el Hatib ise Suriye'ye 60 senedir laiklik ve sekülarizmin dayatıldığını vurgularken Esed'den önce de var olan bu dayatmanın Esed diktası ile en güçlü dönemini yaşadığını ve Suriye'yi harap ettiğini kaydediyor.

Son olarak Yunus Emre Erdölen, Suriye halkının 61 yıllık Baas zorbalığına karşı başlattığı direnişini “demokrasi” parantezi içine alarak dar bir çerçeveye indirgiyor ve İslamcıların eliyle gerçekleşen devrimi erken bir demokrasi testine tabi tutuyor. Bir İslamcıdan demokrasi eleştirisi duymak kimilerinin ellerini ovuşturmasına sebep olacaktır. Devrimlerin ardından nasıl bir yönetim şekli olacağı tartışması aslında oldukça içi boş bir tartışma. Mısır ve Tunus örnekleri bunun en bariz örnekleri. İki ülkede de İslamcılar demokrasiyi işlettiler ve seçimlerle iktidara geldiler. Mısır’da İslamcıların iktidarına bir sene dayanabilen emperyalistler kuklaları Sisi ile darbe gerçekleştirdiler. Tunus’ta ise Gannuşi darbe ile sürecin akamete uğramaması için her türlü tavizi verdi ancak seküler zorbalar yine yapacaklarını yaptılar ve Gannuşi şuan ev hapsinde. Birilerinin Müslüman halklara demokrasiyi "tavsiye etmeleri" aslında başlı başına bir dayatmadır. Demokrasiyi tartışılmaz bir konuma yerleştirmekse oldukça oryantalist bir tavır alıştan ibaret! Ancak bizim burada vurgulamak istediğimiz husus demokrasinin hüviyetine dair yapılan felsefi-itikadi bir tartışma değil. Suriyelilerin gerçekten istediği şey demokrasi ise o halde demokrasi ile yönetilmek haklarıdır. Esas sorun demokrasinin silah namlusuyla coğrafyaya dayatılması ve bir mite dönüştürülmesi.

"Fakat en büyük etken, Suriye halkı. Suriye halkı, 13 sene süren korkunç bir iç savaş neticesinde denizlerde boğuldu, evlerini kaybetti, ırkçılıkla karşılaştıkları sürgün ülkelerde zor koşullarda hayata tutundu, yeni hayatlar kurdu, Esad rejimi hapishanelerinde işkence gördü, infaz edildi, kimyasal silahlara maruz kaldı, İŞİD’inden rejim milislerine her türlü zalimin sopasını yedi, isimsiz mezarlara gömüldü. Dünyanın dört bir yanına dağılan bu insanların ülkelerine dönmesi, yeni bir vatan inşa etmesi elzem. Fakat en önemlisi, geçmişten bugüne demokrasi için mücadele veren Suriyelilerin, bugün başları dik bir şekilde “Özgür Suriye’deyiz” diyebilmeleri. Suriyeliler, bu onurlu duruşu yıllar sonra çekilen onca acıdan sonra ancak elde edebildi. Bu nedenle de bu özgürlüğü kimseye kaptırmamak, başka bir otoriter rejimin kapısını açmaya çalışanları engellemek isteyecekler. Başarısız olabilirler, belki Suriye yine bir kaosa sürüklenir, belki HTŞ bu geçiş sürecini kendi lehine domine ederek yeni baskı rejimi kurabilir. Suriye’nin geleceği kesinlikle belirsiz, fakat bu gelecekte Esad’ın ve Baas rejiminin olmayacağı da kesin."

Demokrasinin demokratlar tarafından nasıl bir dayatma olduğuna örnek olarak Meral Akşener'in danışmanlığını yapmış olan Emrah Gülsunar'ın paylaşımına da bakılabilir. Suriyeli Ahmed Kanjo'nun paylaşımına öfke kusan Gülsunar, kendince demokratik kültürü içselleştirmeyen Müslümanların ezilmesi gerektiğini açıkça yazabiliyor. Demokrasiyi "tavsiye eden" edenlerin nefret dolu ideolojilerine karşı Suriyelilerin en azından şerh düşme hakkı dahi yok mu? 

Tage Lindbom modern mitlerin inşasında “kutsallık” arayışına dikkat çekerken demokratik kültürün de temellerini oluşturan bir mantığa işaret ediyor:

Öncelikle şunu bilmeliyiz ki, bir mit "kutsallaştırılmaksızın" üstün yönetim hakkına kavuşan bir iktidara sahip olamaz. Dolayısıyla mit tüm yersel varoluşun önünde "olmak" zorundadır. Böyle bir mit, tüm eşyanın primordiyal başlangıcında, varlığı kendindenlikte ve varolan her şeyin kaynağı olmakta kendine ait bir yere sahip olmalıdır. Sadece ve sadece bu mukaddeslik ve eksendeki özgünlüktür ki, miti değiştirilemez ve evrensel olarak geçerli kılar.3

Suriye halkı binlerce şehit verdi. Milyonlarca kardeşimiz mülteci olarak hayatlarını gurbette geçirmek zorunda kaldı. Suriyeliler başlarında onlara laik-seküler retorikleri dayatan zorba, mezhep temelli azınlık rejiminden kurtulmak için bu mücadeleyi başlattılar. Tekbirlerle başlattıkları bu devrimin bugün ana omurgasını İslamcıların oluşturduğu bir geçiş hükümetiyle taçlandırılması rastlantı değil. Buna saygı gösterilmesi en azından hayatını kaybeden binlerce şehide –ya da insana artık nasıl değerlendiriyorsanız- borcumuzdur. Suriyeliler bir diktatörü devirdikten sonra demokrasiyi veya başka bir yönetilme şeklini tercih etme hakkına sahiptirler. Peki, demokrasiyi tercih etmezlerse ne olacak? Bunu tercih etmeme hakkına gerçekten sahipler mi? Veya onların yerine karar verecek “eğitimli, aydınlanmış” karar vericilere mi ihtiyaçları var?

 

1- Seth Wikas tarafından kaleme alınan 2007 tarihli raporda “Şam Baharı” süreci kapsamlı bir şekilde ele alınıyor. https://www.washingtoninstitute.org/media/3488

2-https://www.haksozhaber.net/bbcnin-suriyede-dert-edindigi-tek-mesele-alkol-184405h.htm

3-Tage Lindbom, Demokrasi Miti, sf. 45. İnsan Yayınları