Sürgünlerin, muhaliflerin ve mültecilerin sığınağı: İstanbul

Khaled A. Beydoun, İslamofobia kavramsallaştırmasından hareketle dünyanın dört bir yanından İstanbul'a sığınan mültecilerin durumunu inceliyor.

Khaled A. Beydoun / İlke Analiz

İslamofobinin küresel haçlı seferleri: Türkiye perspektifi

İslamofobi küresel bir olgudur.

Parmağınızı dünyanın neresine çevirseniz bu tanımlamanın doğruluğunu görürsünüz. İslamofobi, Müslüman dünyasının modern başkentlerinden ve merkezlerinden biri olan İstanbul da dahil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde kendini gösteriyor. Şehrin dört bir yanında, dolambaçlı sokakların ve tarihi camilerin arasında keskin bir şekilde göze çarpıyor.

Bunun kanıtı olarak, İslam’ı ve Müslümanları fetihlerinin nesnesi olarak gören soykırımcı rejimler ve emperyal projeler tarafından Türkiye’ye itilen mülteci topluluklarını öne sürebiliriz.

Mülteci topluluklarının çoğu İstanbul’a ya da başka bir yabancı ülkeye varmaktan ziyade anavatanlarının kanlı sınırları içinde ölüme mahkum oldular. İslamofobik rejimler elleriyle onların yaşamlarını katletti ve her insanın hak ettiği saygınlığı ellerinden aldı. Her geçen gün, Müslümanlar’ın onurunu bir kez daha elinden alıyor İslamofobi.

Türkiye’deki tecrübem, 2002 yılının Haziran ayında İstanbul’da, şehrin kenar mahallelerinde Uygur diaspora liderleriyle kendimi yakın bir çalışma içinde bulmamla başladı. Toplama kamplarından kurtulanlarla görüştüm, kayıp ve hapisteki Uygur Müslümanlarının yetim çocuklarıyla oynadım ve bir sonraki kitabım “The New Crusades: Islamophobia and the Global War on Muslims” ın kapağını süsleyecek olan Muslima adlı genç kadınla tanıştım. Türkiye, iki büyük kıtanın ve medeniyetlerin ortasında yer almasıyla bir merkez konumundaydı. Savaş ve soykırımdan kaçan Müslüman mülteciler için bir merkez; dünya çapında yükselen İslamofobi ile boğuşan entelektüeller içinse bir sığınak… Bu anlamda, elverişli ve anlamlı bir merkez olan İstanbul’da toplanan benim gibi entelektüeller, İLKE’de konuşmalar yaptılar ve İslamofobinin dehşeti üzerine düşünmek isteyen duyarlı katılımcılara konferanslar verdiler. Ancak tüm bunların ötesinde, içinde yaşadıkları modern dünyanın üzerlerinde bıraktığı etkiyi değiştirmeye istekli olan dinleyicilerdi onlar.

Uygur Müslümanlarının durumu, Türkiye’deki İslamofobiye bakışımı belirgin bir şekilde biçimlendirse de, tek başına yeterli bir neden değildi. İstanbul’da, topraklarını resmen ilhak eden Hindutva’nın üstünlüğünü savunan emperyal Hindistan rejiminden kaçan Keşmirli muhalifler ve göçmenlerle bir araya geldim. Ayrıca, kızlarını başörtülerinden dolayı maruz kaldıkları düşmanca bakışlardan ve oğullarını da uğradıkları zorbalıklardan uzakta kozmopolit bir Müslüman toplumda yetiştirmek için İstanbul’a kalıcı olarak yerleşen Batılılar ile de tanıştım. İsveç’ten Müslüman öğrencilerle de bir araya geldim. Ülkelerinde artan popülist demokratlar İslami okulları kapatıp çocukların hükümet tarafından kaçırılmasını içeren politikalar başlatmıştı. Yolculuğum aynı zamanda İslamofobiyi en açık biçimde tecrübe eden Fransız Müslümanlarla da kesişti. Devlet; şehirlerde, banliyölerde ve bunların ötesindeki alanlarda Fransız kimliğini karşılarına koyarak, Müslüman kimliğine, özellikle de başörtüsüne, bir ültimatom koyuyordu.

Hükümet politikalarındaki dönüşümler bir yana, Türkiye İslamofobinin kurbanı olan ve İstanbul’daki dostane atmosferle sarmalanabilen Müslümanlar için bir merkez, hatta daha da ötesi bir kaynaşma noktasıydı.

Kendimi orada, her şeyin ortasında, küresel İslamofobi hakkında yazan Müslüman Amerikalı bir hukuk profesörü olarak buldum. Akademik araştırmalarım ve kamusal entelektüelliğim beni bu konuda önde gelen bir ses haline getirdi ve Türkiye’deki deneyimim, İslamofobiyi hayatta kalanların bakış açısından anlayabileceğim madun bir perspektifi sağladı. İstanbul, küresel İslamofobiyi onun en kötü sınavlarını ve korkunç taraflarını deneyimlemiş insanların gözlerinden, et ve kemiklerinden inceleyebileceğim bir alan sağladı. Bu bakış açısı, doğası gereği Müslüman ve Doğulu bir perspektiftendi.

Her şey öyle karmaşık ve katmanlıydı ki… Uyruk olarak bir Amerikalıydım. Ve dolayısıyla, teröre karşı küresel savaşa öncülük eden bir ulusun vatandaşıydım. Bu, masum Müslümanları katleden, tüm ulusları yok eden ve “Müslüman kimliğinin terörizmle ilişkili olduğu” şeklindeki temel İslamofobik efsaneyi yayan epistemolojik ve askeri haçlı seferinin ta kendisiydi. Dünyanın dört bir yanındaki hükümetlerin Müslüman halklara zulmetme stratejilerinin temeli olarak benimsedikleri bir mit… 

Öte yandan, ben bir Müslümandım. Ve çalışmalarımdan da anlaşılacağı üzere, bunu hep açıkça ifade ettim. Teröre karşı Amerikan savaşına yönelik eleştirilerim akademik ve kamusal yazılarımı besliyor. Kendi hükümetime ve ev sahibi Müslüman halklara karşı düşmanca haçlı seferleri düzenleyen diğerlerine yönelttiğim sert ithamları hem manevi hem de entelektüel bir görev olarak görüyorum. Merhum ve büyük Filistinli entelektüel Edward Said’in sözlerine kulak vererek, “Ben, uzun zamandır sessizliğimizden beslenen oryantalistlere cevap yazan bir Doğuluyum.” Sessizliğimiz ve korkumuz iç içe geçerek, terörle savaşın ilerlemesini ve küresel bir canavara dönüşmesini sağladı.

Artık sessiz ve korkak değilim. Aksine, eleştirilerimde keskin, yüksek sesli ve açık sözlü olarak, Türkiye’nin kalbinde, kendimi neredeyse hiç yabancı hissetmediğim aksine, evimde hissettiğim bir yerdeydim. Tanıştığım hayatta kalanlar, sürgünler, muhalifler ve mülteciler, hakkında yazdığım küresel İslamofobinin yürüyen somut örnekleriydi ve yaşadıkları deneyimler, bugün Müslüman halklara karşı yürütülen Amerikan terör savaşına ve onun işbirlikçilerine karşı bir dava oluşturmak için gerekli kanıtları oluşturuyordu.

İstanbul, analizime keskin bir renk kattı, ancak daha da önemlisi, İslamofobinin delik deşik ettiği bir dünyada kozmopolitizm ve Müslüman kimliğinin uyumlu bir şekilde hizalandığı bir alanı, bir vahayı temsil ediyordu. Uygur ve Keşmirli hayatta kalanların yanı sıra eski “demokratik” devletlerinde reddedilen özgürlükleri aramak için İstanbul’a taşınan Batılı Müslüman göçmenlerin üzücü anlatıları, Müslüman çeşitliliği sahnesini (mis en scene) renklendirdi. Geçen yirmi yıl boyunca öne sürülen ve yayılan İslamofobik mitlerin aksine, anlatılacak yeni hikayeler ve bir araya getirilecek yeni, büyük bir anlatı var.

Uygur yetim ve dulları yararına yardım kampanyası ve tarihi sempozyumu düzenleyen genç Uygur dinamosu Abduresid Emanhaci sayesinde önceki ay İstanbul’a gelmiştim. Rehberim Abduresid şöyle demişti: Türkiye, hem Müslüman hem de politik olarak özgür olabileceğimiz bir yer. Henüz otuz yaşında olmayan Abduresid, Uluslararası Doğu Türkistan Teşkilatları’nın genel sekreteri olarak görev yapıyor. Eşine hediye olarak yanımda getirdiğim ilk kitabım “American Islamophobia: Understanding the Roots and Rise of Fear” ‘i de yanında taşıyordu. Yıllar geçtikçe sadece iyi bir dost değil, aynı zamanda bir kardeş oldu Abduresid ve her zaman gülümserdi, her zaman hareket halinde, halkı için strateji geliştirirdi. Abduresid ve İstanbul’da bir teras restoranda yan yana oturduğumuz diğer Keşmirli gençler özgürce çalışıyor, plan yapıyor ve hayal kuruyorlardı. İstanbul onlar için daha önce hiç bilmedikleri bir özgürlük ya da onun bir benzerini sunuyordu.

Toplantımız, İslamofobinin batılı ve doğulu kaynaklarına karşı bir protesto niteliği taşıyordu. Postkolonyal dev Frantz Fanon, (Algeria Unveiled) “Cezayir’in Açılışı”nda şöyle yazmıştı: “Bir halkın hayatta kalma iradesinin etrafında örgütleneceği direniş merkezlerini belirleyen, işgalcinin planlarıdır.” Bizi tuzağa düşüren İslamofobik hegemonyadan entelektüel bir vaha ve fiziksel çıkışlar sağlayan İstanbul’da o gece öyle olmadı.

İslamofobi küresel bir olgudur.

Ve giderek daha şiddetli bir hal almaktadır. Çin’de, Myanmar’da, Hindistan’da ve Avrupa’nın dört bir yanında tanık olduklarımız, Müslümanların bağnaz popülistler için kolay bir günah keçisi, devlet gücünü ve toplumsal nüfuzu ele geçiren nefret tacirleri için de doğal hedef olduğu gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır. 

İlk kitabım Amerikan deneyimini anlatırken, yakında çıkacak olan kitabım İslamofobinin dünya çapında ortaya çıkan birçok boyutunu belgeliyor. Sadece mağduriyet açısından değil, aynı zamanda İstanbul’un kazandırdığı bakışın mümkün kıldığı, kefaretin haklı çıkartan perspektifinden de görülebilecek, büyük bir anlatı olacak.

Benim ve İstanbul’un canlı sokaklarına çekilen milyonlarca diğer insan için…

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!