Asım Öz / Haberiyat.com
Günümüzde gelişen kitap sektörüne paralel olarak, kitap fuarlarında bir patlama yaşandığı söylenebilir. Üstünkörü tasarlanıp hazırlananlarıyla birlikte neredeyse tüm seneye yayılan fuar takvimi var artık. Her ne kadar fikri mesaisini yayın dünyasının tuhaflıklarına adayan Frognall Dibdin’in 1809 tarihli bibliomania konulu kitabında sözünü ettiği “kitap vebası” kadar olmasa da memleket sathında bir yaygınlaşma durumu hemen göze çarpıyor. Tümüyle başarısız ve kötü olduğu söylenemez bu etkinliklerin. Şehre, bölgeye ve organizasyonun niteliğine göre dolgun ve doygun oluşları farklılaşıyor haliyle.
Gelgelelim özellikle ilçelerde, küçük taşra memleketlerinde kurulan kitap fuarlarındaki artış pek hayra alamet değil. İşin vahametini anlatmak için Anadolu Ajansı’nda mezhep odaklı bir kitap fuarı haberinin yer aldığını belirtmekle yetinelim şimdilik. Bir nadir kitap tutkununun “Her türlü takıntı gerçek bir hastalığa dönüşebilir” deyişini doğrulayan bir çoğalma hali bu. Tedavisi ne olur bilinmez, ama yayıncıların personel sayılarını fuarları da dikkate alarak arttırmalarına kültürel iktidar heveskârlığıyla çırpıştırılmış kitap fuarını köy pazarı gibi kurmaya değin etkisi var bahsettiğimiz nevrozun. Elbette çevreye özgü kıskançlıkla, “Onlar yaptıysa, biz de kültür adına bunu yapalım!” diyenleri göz ardı ediyor değilim.
Fuar, Pupa Yelken Açılamayınca
Diğer taraftan, yıllardır yeni kitaplara ve yazarlara merak yelkenlerini şişiren fuarlar da devam ediyor. Bildiğim kadarıyla bu sene iki fuar otuz altıncı yaşına bastı. Ne var ki birbiriyle karşılaştırılamayacak ölçüde farklı her iki fuar da. Türkiye Diyanet Vakfı’nın düzenlediği, sabitlenmiş Kadir gecesinde sona eren ve şimdiki adı “Kitap ve Kültür Fuarı” bunlardan biri… Otuz altı senedir düzenlenen fuarın son hallerini tanımlamak için kullanılabilecek en iyi kelime tuhaf olmalı herhalde. Bu sene üniversite ile Beyazıt Camii arasına kurulan fuarın açılışındaki öksüzlüğü, İhsan Süreyya Sırma hoca gayet ustalıklı bir biçimde anlattı. Anlamak isteyenler için, duya duya usandığımız kültürel iktidar terkibinin boş bir söylenti olduğunu gösteren hatta bu önemli mevzu üzerine yapılacak bir tartışmayı tetikleyebilecek evsaftaydı bahsettiğim yazı. Salt protokolle yahut resmi kurumlarla sınırlı kültürel faaliyet “esnaflığını” topa tutmak için de mühimdi. Dahası birkaç defa fuara gittiğimde, yayıncılarla ve ziyaretçilerle hasbihal ettiğimde gördüm ki, Sırma hocanın anlattıkları fuar süresi için de geçerliydi. Gündüzleri her yayıncı adeta kendi standında birer “Crouse yalnızlığı” sergiliyordu. Bazı mekânlar ve durumlar ben dâhil çok eleştirdiğimiz Yaban romanının güncellenmiş fasıllarını anımsattı. Yayıncılardan bir kısmı stantlarında edebiyat kitaplarına yer vermiyordu mesela. Bu bile fuarın doğru düzgün yapılmadığının göstergesiydi.
Olup bitenlerden ötürü fuar ahalisinin, halinden memnun olup gönül rahatlığıyla işine gücüne bakmaya mecali yoktu. Gene de hiç bir yararı dokunamayacağını bile bile birtakım “hakikat”lere parmak basmak en iyi yol olmalı. Zira “direnmenin bir yolu da benimsemediğimiz, karşısında direndiğimiz şeyi yazmaktır.” Geçmişin iyi anlaşılması, bugünün doğru kavranması, geleceğin sağlıklı bir biçimde düşlenmesi ancak bu sayede mümkün olabilir. İşin aslı, geçtiğimiz yıllarda bu konuda çok önemli yazılar kaleme alınmasına rağmen, fuar yetkilileri yanlışta ısrar etmeyi sürdürmekte kararlılıklar. Diyanet Vakfı yetkililerinin kendi hazırladıkları fuarı ciddiye almadıkları rahatlıkla gözlenebiliyor. Öteden beri fuar yetkililerine, sık sık ellerindeki aracın eski moda olduğu, yöntemlerinin ‘çağdışı’ kaldığı, artık yeni tarzlar öğrenmeleri gerektiği aksi takdirde dörtnala gidenlerin onlara nal toplatacağı söylendi.
Galiba onlar bunu sadece isim ve iklim değişikliği olarak anlama kurnazlığına gidip, kulaklarının üstüne yattılar. Çünkü “Dini Yayınlar Kitap Fuarı” şeklinde başlayan fuarın adı 1996 yılından itibaren toplumun her kesimine hitap etmek amacıyla Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı olarak değiştirilmişti. Aradan geçen zaman zarfında görüldü ki, fuar bırakın toplumun her kesimine hitap etmeyi, “bizim mahalleye” dahi ulaşıp kuşatamaz hale geldi. Fuara can katmayı istemeden veya beceremeden kültür diye sadece ölü simgeleri/kişileri istiflemek de var tabii. Bu bakımdan bu sene otuz altıncısı düzenlenen Kitap ve Kültür Fuarı’nın, yayıncıların bulunduğu koridorlar dolaşılarak keşfedilmesi dahası fuar kültürünün zihinsel engeline ilerleme çabası daima eksik kalacaktır.
Elbette eleştirel farkındalığa sahip çıkmaksızın yapılan etkinliklerin bir türlü kültürel muhit oluşturamayışının altında yatan temel sebebi; her tarafı çepeçevre kuşatan yüzeyselliği göz ardı etmeden bunları söylüyorum. Çevremizin entelektüel kazanıma yönelik tutumunda yaşanan ciddi kaymanın önemli gösterenleri olarak yayıncılarımızın pek çoğunun, yayın tercihleri üzerinde durabiliriz mesela. Cemal Süreya’nın portrelerinden aşağı kalır yanı olmayan yayınları, bırakın genel okuryazar çevrelerini ilgililerince dahi fark edilmiyor. Uzun okumayı geçelim kısa parçalardan çatılan kitaplardan azar azar okumak bile terk edilmiş durumda. Demek ki, öncelikle kültürel seviyenin standartları yükseltilmeli.
Sürgün Fuarın Sonu mu?
Bu sıkıntılı noktadan başka bir basamağa adım atalım: Dönüp baktığımızda Sultanahmet yıllarından bu yana, Diyanet Vakfı’nın düzenlediği fuarlar, kitap, okuyucu ve cami sacayağı sayesinde ayakta kaldı. Bu ayaklardan ilki, Sultanahmet Camii yetkililerinin dönemin Başbakanına yanlış bilgi vermeleri ardından da camideki birtakım tadilatları (röleve çalışmaları) bahane etmeleriyle yok edildi. Bu eksilme, Tunus’taki akrebi ters yönde hareket eden duvar saati gibi, güzel günlerin geride kaldığını anlatır oldu. Başka bir fuar olsa sadece mekân fikrine odaklanmak, birçok şeyi gözden kaçırmaya yol açabilir. Fakat Sultanahmet Fuarı için bunu söyleyemeyiz. Tabii, iletişim tarihçisi Nicholas Carr’ın Yüzeysellik (2012) kitabındaki sözünü konumuza uyarlayıp, fuarın mekânsal yasını tutarak boşuna zaman harcadığımı çünkü zaten fazla önemsenmediği kanaatinde olanları yabana atıyor değilim.
Devam edersek, yayıncılar bir biçimde Beyazıt’a mecbur bırakıldılar. Yazılanları mübalağalı bulmak isteyenler için, Mehmet Tevfik Ekiz’in fuar buraya taşındığında kaleme aldığı “Bir Fuar Sürgünlüğü: Dini Yayınlar Fuarından Kitap ve Kültür Fuarına” başlıklı yazısını hararetle tavsiye ederim. Fuarın bugünkü halini anlamak, kavramak açısından bütünlüklü, oylumlu ve ironisi bol bir yazı bu… Ne var ki, fuar buraya taşındıktan bir müddet sonra Beyazıt Camii de tadilata alındı. Dolayısıyla fuarın cami ayağı hep eksik bırakıldı, bu sene de öyleydi. Hal böyle olunca Ramazanla özdeşleşen fuar her geçen yıl öğleye yaklaşan gölge gibi ufaldı, irtifa kaybetti. İlk yıllarda umutlu olan yayıncılar yıldan yıla karamsarlığa büründüler. Öyle ki bu, birkaç yayıncının fuar stantlarındaki görevlilerin niteliğine dahi yansıdı. Üstelik deneyim yoksulluğundan da dem vuramayız artık, dile kolay tamı tamına otuz altı yıl olmuş.
Şurası açık ki, sorunun kökünde fuarı önemsememek ve fuar kültürüne uyumsuzluk var. Bir kere yetkililer, katılımcılara “aptal” muamelesi yaparak tahsildar havasıyla yaklaşıyorlar. Bu ise memnuniyetsiz müşterileri arttırıyor. Türkiye’nin en kalabalık, en hareketli meydanlarının başında gelen Beyazıt Meydanı kamusal bir faaliyet yürüten yayıncılara, üstelik de neredeyse koçbaşı fuarın fiyatıyla kiralıyorlar. Alınan paralar ise elini soğuk sudan sıcak suya sokmayan, zerre miskali masrafı olmayan Diyanet Vakfı’nın kasasına gidiyor. Ayrıca hak gözetmekten uzaklığa tuz biber eken “maktu ücret” diye bir garabette var. Fuar neşesinin hakça bölüşümüne hizmet etmeyen bir tutum bu. Fuarın kurulumu ve diğer masraflarının önemli bir kısmını yerel yöneticilerin üstlendiğini dikkate alırsak, bu hakça olmayan durum daha iyi anlaşılacaktır.
Şimdi kestirmeden söylersek bütün bunlar görmezden mi gelinecek? Görülse de unutulacak mı? Hadi bu konuda bildiğim başka düşünceleri, tartışmaları bir kenara bırakarak devam edelim: Sorumlular, fuarı, çevresini izbe bir mekân olmaktan kurtaracak hiçbir faaliyette bulunmuyorlar. Onların fuarı nasıl anladığını görünür kılan göstergelerden biri, fuar alanındaki stantların boş buldukları yüzlerine fitre ve zekât afişi yapıştırmalarıdır. Nihayetinde Diyanet Vakfı yetkilileri, bu tür sorumsuz ve çiğ yaklaşımlardan kurtulmalı ve salt tahsildarlığa indirgenen fuarcılığı terk ederek, ayakta kalmanın yollarını yayıncılar başta olmak üzere tüm paydaşlarıyla birlikte aramalı. İşte sorunun bam teli de burada: Kitap ve Kültür Fuarının kararlarını, girişimlerini, işleyişlerini belirleyen etmenler neler? Bu etmenler kültürel, sanatsal yöntemlere, nesnel kıstaslara ne kadar uygun?
Fiyatı ne olursa olsun kitap edinmek için yüksünmeden tutku ölçüsünde meraklı fuar müdavimleri var. Fuarları ayakta tutan önemli ölçüde bu kesim. Fuarda gezip, katılımcı yayınevlerinin yetkilileriyle görüşüp, okurlarla biraz dertleşirseniz, “Bu fuar artık sinirlendiriyor”, dediklerini rahatlıkla duyabilirsiniz. Aynı günlere rastlayan daha ufak ölçekli fuarın, geçen yıllardaki iç tartışmalarından arınarak bir anda büyük bir fuar haline gelişinden gerekli dersi alırlar mı, bilemem. Fakat 36. Kitap ve Kültür Fuarı’nın hali, fuarın Sultanahmet’ten Beyazıt’a taşınmasıyla beraber her geçen yıl daha da kötüleştiği şeklindeki kanaati güçlendirdi.
Galiba fuarın itibarının azalmasında mekân değişikliği doğrudan etkili oldu. O yüzden Sultanahmet’teki gibi sahip çıkılamayacak bu fuara. Zira kitap fuarı, hâlâ capcanlı olan bu cami avlusundan çıkarılınca aşil tendonundan vurulmuş oldu. Şimdilik bunun tersini söylememize imkân tanıyan herhangi bir veri yok. Şöyle ki çoğu yayıncı Beyazıt Camii’nin restorasyonunun bitişiyle, fuarın da sona ereceğini, hatta Yenikapı’ya sürüleceklerini düşünüyor içten içe. Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde bu fuardan geriye bir şey kalacak mı, bilmiyor ama inanmak istiyoruz. Uzun lafın kısası, herhalde zamanla; yolculuğun sonunda anlayacağız ellerimizin arasında kaybolup gidenlerin hikâyesini.