Ali Bulaç / alibulaç.net
“Sünnetü’l Arap” ve Arap olmayanların örf ve adetleri
Örf tabiatı ve tanımı gereği İslam’a aykırı olmayan toplumsal teamül ve davranışlar mecmuasıdır. Bir teamül veya davranışın “örf” sayılması için Kur’an’a ve Hz. Peygamberin sahih tatbikatına “uygun olması” şartına bakılmaz, “aykırı olmaması”na bakılır. Mecelle kaidesine göre “Bir zamanda sabit olan şeyin hilafına delil olmadıkça bekasına hükmolunur. (Madde: 10). Hukuki meselelerde bu maddenin farklı anlama ve tatbikaa mesned teşkil ediyorsa da, bana göre sarih biçimde Kur’an’a aykırı olmayan şey mübah olarak toplumsal hayattaki varlığına devam eder. ” Bu özelliğiyle “Âdet muhakkemdir” (Madde: 36) denmiştir. 36. Maddedeki “adet” ya mahiyeti itibariyle örftür veya gelenek-görenek çizgisinde iyi adettir. Fıkhi ictihat ve fetvalar çeşitli örflere ve iyi adetlere göre farklılıklar gösterebilir; bunun en tipik örneğini İmam Şafii’nin çoğulcu fetvalarında görebiliriz.
Son ilahi vahye muhatap olan Araplarınki gibi Türklerin, Kürtlerin, Farsların, Finlandiyalı, Kenyalı, Meksikalı veya başka beşeri toplukların örfleri vardır, bunlar İslamca makbuldurlar. Zaman içinde bir peygamber tebliğine muhatap olsun olmasın, kaynağını selim akıl ve temiz fıtrattan/vicdandan alan beşeri toplumsal teamüller (ameller/eylemler mecmuası) beşeri topluluklar arasında ortak iyi ve ortak çıkarı ifade eden ma’ruflardır ki, Kur’an “ma’rufu emretmekte, münkerden sakındırmaktadır.” (3/Al-i İmran, 104, 110.). Afrika’nın genel sorunlarının ele alındığı bir toplantısında Kongolu bir hanım bakan “Biz Hıristiyanlık ve İslamiyet’le tanışmadan önce de insan öldürmenin veya hırsızlık yapmanın kötü ve suç teşkil eden bir fiil olduğunu biliyorduk” demişti. Pagan dönemde cinayet ve hırsızlığın kötü olduğunu telkin eden selim akıl ve temiz fıtrat olmuştur, Afrika veya başka beşeri havzalarda bu iki kaynaktan neş’et eden nice örfler vardır.
Bu özelliğiyle örf İslam hukukunda kaynak/referans kabul edilmiştir ve bu doğrudur. Ancak biz hukuki meselelerde hüküm istinbat edilen veya yazılı metinlerde karşılığı olmayan durumlarda kendisine başvurulan örf’ten öte daha geniş kapsamda bir örften söz ediyoruz. Bireysel veya ağırlıklı olarak toplumsal teamüller, eylemler mecmuası ilahi vahye aykırı değilse örf, aykırı ise Ad kavminin çöküşüne yol açan adi davranış ve fiiller babında kötü adetlerdir. Kötü ve zararlı adetleri (adi hayat tarzları) Hud aleyhisselamın tebliğini reddeden Ad kavmini esfel ve erzel derekeye düşürüp helâk olmalarına sebep oldu.
Örf kavramı İslam şeriatının evrensel karakterde olduğunu gösterir. Örf ile adet ve görenekler ayrıdır. Örf biatı icabı İslam’a aykırı olamaz ama bazı adet ve görenekler kötü veya iyi olabildiklerinden İslam Şeriatının açık hükümlerine aykırı adetler “kötü (ümnekr)” telakki edilir ve bunların terk edilmesi istenir. Bana göre bazı fakihler bir Arap adeti olan kadının bebeğini emzirmeme hakkına sahip olmasını “örf” görüp savunmuş olmaları –bugün de bazıları bunu savunur- hatadır, bu örf değil Arap adetidir. Bu adete göre Allah bebeğin rızkını göğsünde halkettiği anne kocasıyla çetin bir pazarlığa girişmesi kötü bir adettir, tabii ki ihtiyacı varsa kocasından maddi destek talep eder ama bebeğin rızkı sütünü bebekten alıkoyamaz. İslam noktai nazarından suçlulara rızıkları (meslekleri, geçimleri) kesilerek ceza verilmez; rızkı veren Allah’tır ve hatta Ebu Hanife’ye göre savaş halinde bile düşmanın suyu ve rızkı üzerinde ambargo konulamaz. Anlık savaş halinde bu yola tevessül edilse bile, bugün Amerikalıların Irak’a karşı uyguladıkları ambargo bu suç kategorisine girer.
Bir kavim kendi adet ve geleneklerini başkalarına empoze ediyorsa bu kavmiyetçilik veya kültürel hegemonyadır ki, bugün batı modernizmi kültürel algılarını, yaşama biçimlerini bütün dünyaya empoze etmektedir. Buna da batılılaşma, çağdaşlaşma, ilerleme, modernleşme vs. denmektedir. Örfler arasında inter-aktif ilişki ve karşılıklı etkileşimler olabilir, bu da gayet doğaldır ve hatta yakından bakıldığında bu, yüce Allah’ın beşeri toplulukları farklı yaratmış olmasının hikmetlerinden biridir. İnter-aktif ilişkinin Kur’an’daki karşılığı “tearuf”tur (49/Hucurat, 13.)
Her bir insan grubunun veya daha geniş deyimle sosyolojilerin dört temel hakkı vardır: Bunlar da kavim (kabile, halk) kimliğinin tanınması, dilini her alanda kullanabilmesi, tarih içinde geliştirdiği örfünü özgürce yaşayabilmesi ve arızi sebeplerle zulüm ve haksızlıklara maruz kalmışsa en azından belli bir süre pozitif ayrımcı politikalar takip edilerek diğerleriyle eşit seviye getirilmesine çalışılması. Ne tek tek insanların ne kavimlerin ontolojik özellikleri dolayısıyla birbirlerine göre herhangi bir üstünlükleri yoktur. Hiçbir kavim (inhirafa uğramış haliyle millet/ulus) diğer kavimlerin kadir ve kıymetini küçük düşüremez veya kendinden aşağı göremez, bu dinimizce kat’i bir dille yasaklanmıştır (49/11).
Milli/ulusal politikalar ve liberal piyasa kapitalizmi söylem düzeyinde çoğulculuğu veya çokkültürlülüğü savunuyor görünse bile, tatbikatta ve reel hayatta yeryüzündeki bütün farklı örf ve adetleri, yaşama biçimlerini, giyim tarzlarını tektipleştirmekte, farklı beşeri biçimleri folklorik/arkeik derekeye düşürmektedir.
Örf “sünnet” kelimesinin karşılığında da kullanılabilir. Mesela İmam Malik’in kullandığı “Sünnetü’l Arap”tan kastı Arap örfüdür ve bu örf Kur’an ve Resülullah (s.a.) tarafından teyid edilmiştir. “Kur’an’ın Arapça ile indirilmesi” ile “Hz. Peygamber (s.a.)’in Arapların içinden seçilmesi” veya “Arap olması” nasıl Arapçılığa, Arap ırkçılığına ya da şu veya bu versiyonuyla Arap milliyetçiliğine meşru dayanak değilse, “Arapların sünneti” terkibi de Arapların üstünlüklerine dayanak değildir. Tarihimizin büyük imamlarından Malik’in harikulade eseri Muvatta,- için onlarca kişi “Evet, bu eser, Peygamber şehri Medine’nin hayat tarzını ve teamüllerini tasvir etmektedir” diye şehadette bulunmuşlardır. İmam Malik’in Arapların yemek yeme biçimlerini Sünnet veya örf gördüğünü zannetmek büyük hatadır.
Emevilerle birlikte yönetici zümre mevali politikalar takip ederek cahiliye dönemine geri döndü ve bugün de Araplar içinde diğer kavimlerdeki gibi Arap milliyetçileri vardı, ama Vahiy tarafından teyid edilmiş Medine örfünü, Resulullah’ın tatbikatını. “tarihte fıkıh Arap kültür ve adetlerinin etkisiyle gelişti” demek, tersinden milliyetçiliktir. Muvatta’nın resmettiği “sünnet” cahiliye şehrini Yesrib olmaktan çıkarıp, dinin mekanda ve tarihte ete kemiğe bürünüp medeniyet şehri haline getirdiği Medine, yani Medinetü’n Nebi’dir. Türkler, Araplar, Kürtler, Farslardan bir kısım insanlar milliyetçi olabilirler “Herkes kendi ş”akilesine göre amel eder” (17/İsra, 84) ama söz konusu kavmiyetçilerin ve milliyetçilerin, Hz. Ali’nin tanımlamasıyla “Müslümanları kardeş, Müslüman olmayanları yaratılışta eş(it)” gören bir dini ve bu dinin gerek geçmişte gerekse bugün meşru ve makbul alim ve fikir adamlarını kendi milliyetçiliklerine referans göstermeleri büyük haksızlıktır.
Hz. Peygamber tarafından teyid edilmiş ve Medine’de somut formlara bürünmüş Arap örfü ile örf seviyesinde tarihte yaşanmış ve el’an yaşanmakta olan Türklerin, Kürtlerin veya başka kavimlerin örfleri birbirleriyle çatışmaz; kısaca örfler birbiriyle çatışmaz. Çünkü vahiy ile teyid edilmiş Arap örfüne nazaran başka kavimlerin örfleri de, yüce Allah’ın o kavmin yol gösterici zümrelerine bahşettiği selim akıl ve temiz fıtratın ürünüdür. Selim akıl ile temiz fıtrat vahiy ile aynı kaynaktan neş’et eder. Müslüman olsun olmasın, Arap olmayan kavimlerin örf seviyesindeki davranış biçimlerine bakıldığında, ana hatlarıyla söz konusu örfler insanın ve toplumun zararlarının giderilmesine ve faydalarının celbedilmesine hizmet etmektedirler. Biçimleri dolayısıyla bir İskoç’un örfü bizimkine uymayabilir ama yöneldiği maksad açısından bizim örfümüzle aynı maksadı gerçekleştirmektedir. Örfler mahiyetleri ve maksatları itibariyle birbirleriyle çelişmez, lakin form ve tarzları itibariyle aralarında farklılıklar arzedebilirler. Şu halde biçimleriyle kendi örfümüzü, hele mahiyetleri ve tarzlarıyla adet ve göreneklerimizi İslam’la özdeşleştirip her gayrımüslimi bunları benimsemeye zorlamak, hangi adet ve geleneğin havzasına mensup isek o havzanın milliyetçisiyiz demektir. Gelenek ve göreneklere taassup derecesinde bağlanmak, İslam’ın evrensel mesajını ve davetini belli bir kavmin tarih ve bölgesel yaşantısına indirgemeye yol açar.
Başka kavimlerin birtakım alışkanlıkları veya toplumsal davranış biçimleri, teyid edilmiş Medine örfüyle çatışıyorsa, çatışan örf değil, mahiyetleri itibariyle kötü adet ve göreneklerdir. İmam Malik’in bizi uyardığı husus, İslam Şeriatı’nın muhkem yapısına aykırı kötü adet ve göreneklerdir.
Tabii ki “hüsnü-ü zan esastır” ilkesince “Sünnetü’l Arap”tan Arap milliyetçiliği iması veya kastı çıkarmaya mezun değiliz. Ama “Arap örf ve adetleri tarihsel İslam’ı ve fıkıh külliyatını domine etmiştir” hüküm cümlesi, biri modern kültürün baskın karakterinin ve birkaç senedir Arapların, Türklerin, Farsların ve Kürtlerin derin etkisine girmeye başladığı milliyetçi (milli ve yerli) dalganın bilinçaltındaki etkilerinin dışa vurumu olduğunu söyleyebiliriz. Batı modernizmi batı-dışı toplumlarda din, gelenek ve aile düşmanlığı üzerinden kendine tutunacak zemin inşa eder. Belli bir paradigma ve yöntemli kritikten yoksun kör gelenek düşmanlığı, Adem’den bu yana süren ilahi mesajı tarihsiz, köksüz, formsuz ne olduğunu bilemediğimiz bir heyülaya dönüştürüyor. Paradigma (kurucu fikir-temel bilgi: asl) ve usul yoksunluğu herkesi kafasına estiği gibi kaosa kozmos vermeye ve fakat herkesin kozmosu diğer kozmozlarla çatışarak sürüp giden kaosları yaratıp duruyor. Ki bu tastamam postmodern ‘ne olsa gider’e iltisaklı müşevveş zihnin ürünüdür. Buradan kıble çıkmaz. (Geleneğe bakış ve postmodern zihinle ilgili bkz. Ali Bulaç, Tarih, Toplum ve Gelenek, 4. Bsm, Çıra y, İstanbul-2012; Postmodern Kaosta Kıble Arayışı, 2. Bsm, İnkılap y, İstanbul-2015.)
Milli ve yerli (milliyetçi) dalga da, Arap örfüne saldırı yaparken, dolaylı olarak İslam’ın Araplar elinde tahrif edildiğini, bizi “geri bıraktığı”nı, asıl İslam’ı biz Türklerin, Farsların, Kürtlerin temsil edebileceğini ima etmektedir. Emevilerin İslami anlayışımıza büyük zararlar verdiğinde kuşku yok; ama tarihi bütün kötülüklerin Emevilere mal edilmesinin; İmam Şafii ve Ebu’l Hasan el Eş’ari’ye, Ehl-i Hadis’e, Selefe ve Selefi herkese karşı başlatılan itibarsızlaştırma çabalarının gerisinde milliyetçi dürtüler yatmaktadır. Emeviler kadar onlardan sonra gelenler de büyük zararlar verdiler.
Artık neredeyse bir aydın ve akademisyen ağıtına dönüşen “Ah Mutezile, Ah Ehl-i Rey’in başına gelenler! Başımıza ne geldiyse Emevilerden, Şafii’den, Eş’ari’den, Selefilerden geldi” cümleleri tarihsel hakikati olmayan boş bir ezberdir. Elbette Mutezile, Meşşai filozoflar ve Ehl-i Rey’in, zühd ve takvaya dayalı tasavvuf erbabının tarihimize kattıkları büyük zenginlikler inkar edilemez. Ama artık bu boş ezberi teşrih masasına yatırıp insaf ve adalet ölçüleriyle kritik etmenin zamanı gelmiş, çoktan geçmiştir.
Bu söylem, bize herhangi bir tarih felsefesi ve tarihi kritik etme yöntemi önermiyor; boş bir ezber, havada uçuşan bir retorik olarak dolanıp duruyor; tabii her komplo teorisi gibi “ehl-i rahat zihinler”e bulunmaz bir konfor sağlıyor.