Türkiye birkaç gündür 20 Mart Pazar günü Adana’da meydana gelen ve vicdan sahibi herkesi derinden saran olayları konuşuyor. Gerçekten de Adana’da sokaklara taşan zulüm görüntüleri üzerinde çokça konuşulmayı hak ediyor.
Hatırlayalım, aynı gün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yaptığı açıklama ile soruşturma açılacağının duyurulması konuyu endişeyle izleyen kamuoyunda bir nebze rahatlamaya neden olmuştu. Ne var ki bilahare yaşanan gelişmeler açıkçası çok da umutlu olmamak gerektiğini ihsas ettirmekte.
Önce Adana Valiliğinden yapılan açıklama ile olayın basitleştirilip çarpıtılmaya çalışıldığı görüntüsü ortaya çıktı. Valilik açıklamasında olaylar sırasında 37 polisin yaralandığı iddia edilirken, 2 polisin ’orantısız güç’ kullandığı ifade ediliyor ve soruşturma açıldığı bildiriliyordu.
Valilik açıklamasından ne öğreniyoruz? Polisler ağır bir saldırıya uğramışlar, buna karşın aralarından sadece 2 kişi kural dışına çıkmış! Oysa kamera görüntüleri göstericilerin hiçbir şekilde polise mukavemet etmediklerini ama buna rağmen çok sert bir şekilde dayağa maruz kaldıkları net bir şekilde ortaya koyuyordu.
Gözler önünde yaşanan ve onlarca kamerayla tespit edilen görüntülerle ilgili bu tarz bir saptırma çabası bir müddettir hortlamış bulunan ‘eski devlet refleksi’nin harekete geçtiğini göstermekteydi. Yani bildiğimiz alışkanlığı ile devlet yine yaramazlık yaptığı düşünülen vatandaşlara karşı her şartta memurunu koruma içgüdüsü ile davranıyordu.
Bu ülkenin asırlık geleneği olan ‘kutsal devlet ile potansiyel tehdit kaynağı vatandaş’ ikilemi ile bu tutumun uyum arzettiği açıktı. Ama ‘işkenceye sıfır tolerans’ vaadi ile iktidar olan ve ‘hizmet siyaseti’ iddiasında önemli mesafeler kat eden AK Parti döneminde bu köhne, hukuksuz anlayışın yeniden hortlaması üzücüydü.
Süleyman Soylu Neyi Temsil Ediyor?
Uzunca bir müddettir İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Süleyman Soylu da söylem ve eylemiyle tam da bu anlayışı temsil eden bir kişilik. Popülist tutumuyla ve atak tavrıyla, bilhassa milliyetçi duyguları bir hayli kışkırtılmış, kabartılmış kesimler nezdinde çok sevilen bir siyasetçi olan Süleyman Soylu aktif biçimde kutsal devlet söylemini takviye ederken, hukuk devleti olmanın gereklerini her geçen gün biraz daha ‘gereksiz’, ‘olmasa da olur’, ‘ülkenin karşı karşıya kaldığı ağır tehditler karşısında fazla lüks’ konumuna itmekte.
İşte Adana hadisesi üzerine Soylu şunları söylüyor: “Alpaslan Kuytul kökü dışarıda olan bir adamdır. Karşımızda hakikaten bir şaklaban var. Başka yerlerden talimat alan bir adam var.”
Gerçekten böyle midir bilemeyiz. İnancımız akidemiz beraat-i zimmetin esas olduğunu söyler. Dolayısıyla delil olmadan kimse hakkında böyle ağır ithamlar serdedilmesini de doğru bulmayız. Eğer elinde bu iddialarını doğrulayacak belgeler varsa İçişleri Bakanı bunları yargıya sunmak ve kamuoyuyla paylaşmak zorunda. Ama bunu yapmak yerine soyut ithamlar yağdırarak tartışılan bir meseleyi başka bir düzleme taşımaya çalışmak açıkçası hukuksuzluğu örtmekten başka bir anlama gelmiyor.
Alpaslan Kuytul’un yapıp ettikleri elbette tartışılabilir. Açıkçası bizim bakış açımızdan da bu yapı çeşitli yönleriyle tartışılmayı hak ediyor. Öncelikle bu kişinin etrafında örülen ve asla sorgulanmayan liderlik kültü itibariyle bu yapının eleştiriyi hak ettiğine inanıyoruz. Devamında söylemindeki tutarsızlıkları, örneğin bir etkinliklerine, basın açıklamalarına izin vermediğinde bile AK Parti iktidarını inanılmaz bir düşmanlıkla suçlayıp, tağut ve zalim ilan edip öte yandan vahşi, katil Esed rejimine kıyam eden Suriyeli mücahitleri akılsızlıkla, oyuna gelmekle suçlamalarının bağdaştırılması imkânsız şeyler olduğunu görüyoruz.
Ne var ki şu anda gündemimiz Alpaslan Kuytul’un düşünce ve eylemlerini tartışmak değil. Ortada açık bir hukuksuzluk var ve bu aşamada Alpaslan Kuytul ve Furkan Vakfı eleştirilerinin meseleyi asıl mecrasından saptırma riski mevcut.
Bu Hukuksuzluk Bataklığından Nasıl Çıkılacak?
İçişleri Bakanı kimliğiyle Süleyman Soylu’nun sözleri ise hiçbir şekilde savunulamayacak bir yaklaşım içeriyor. Sözleriyle doğrudan yargı yetkisini kullandığını, daha doğrusu yargısız infaz yaptığını görüyoruz. Kimliği, kişiliği, biyografisi ya da faaliyetleri sizi ne kadar rahatsız ederse etsin, idari sorumluluk makamında bulunan bir yetkilinin bir vatandaşı ‘şaklaban’ ilan etmesi gayet çirkin bir davranıştır. Kökü dışarıda olmakla, talimat almakla suçlamak ise tam manasıyla bir hukuksuzluktur.
Ne yazık ki son yıllarda bu tutum vakay-ı adiye’den addedilir hale geldi. Yöneticiler hoşlanmadıkları kişileri, yapıları kolayca ‘suçlu’ ilan edebiliyor, hatta çoğu zaman devam eden yargı süreçlerini de hiç takmayarak kamuoyu nezdinde ‘mahkûm’ edebiliyorlar. Bu açıkça hukuksuzluktur, güç sarhoşluğudur.
Siyaset esnafının da körüklemesiyle Türkiye’nin son yıllarda sürekli aktüel tartışmalara yoğunlaşıp asıl odaklanılması gereken gündemlerden uzaklaştığını, meseleleri sürekli biçimde çarpık bir yaklaşımla ele almaya, gündemleştirmeye zorlandığını görüyoruz. Oysa tali olanın asıl gündem haline gelmesi yanlıştır, yanıltıcıdır. Asıl mesele ise içine düşülen hukuksuzluk batağından nasıl çıkılacağıdır.