Sulandırma Suçu ve Tecrid

KENAN ALPAY

Bir taraftan Ergenekon dava süreci devam ederken diğer taraftan da Ergenekon ile ilişkili olduğu iddia edilen şahıslara karşı operasyonlar devam ediyor. Ergenekon’un salt askeri cuntadan ibaret olmayıp, kapsamlı bir örgütlenme olduğu besbelli. Zaten seçilmiş bir hükümeti devirmek üzere yapılacak planlamaların siyasi, iktisadi, akademik, yargısal ve medyatik aktörleri olmadan başarıya ulaşması mümkün değil.

Asker, işadamı, akademisyen, siyasi veya sivil şahıslara karşı gerçekleşen gözaltılar da kamuoyunda tartışmalara yol açmakla beraber “gazeteci” gözaltıları çok daha fazla tepki doğurmakta. Cumhuriyet’ten İlhan Selçuk ve Mustafa Balbay’ın, Kanaltürk’ten Tuncay Özkan’ın, Odatv’den Soner Yalçın ve arkadaşlarının gözaltına alınmalarının ne büyük gürültüler kopardığını hemen hatırlarız.

Nedim Şener ve Ahmet Şık’la beraber bazı gazetecilere yönelik, yine Odatv bağlantılı olarak yürütülen son arama ve gözaltılar da Ergenekon sürecine yönelik ciddi tartışmaları beraberinde getireceğe benziyor. Oysa özellikle Balyoz tutuklamaları sonrasında yapılan bütün karşı propagandalar tutarsız söylemler olarak boşa çıkmıştır. Aralarında general ve amirallerin de bulunduğu 150’den fazla askeri darbe sanığının Silivri ve Hasdal cezaevlerine gönderilmesi de yavaş yavaş “normalleşme” kapsamında değerlendirilmeye başlanmıştı.

Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın gözaltı gerekçeleri olarak kamuoyuna yansıyan iddialar ise bazı soru işaretlerini zihinlere yerleştirdi. Bu iki ismin geniş toplum kesimlerince hiç de hayırhah karakterler olarak görülmediği malum. Gazetecilik ile manüpilasyon-dezenformasyon arasında gidip gelen icraatlarının rahatsız edici, can sıkıcı hatta tedirgin edici olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat, kamuyouna yansıyan bilgilere bakınca, Ergenekon’a üyelik gibi son derece ciddi bir suça iştirak etmiş olduklarını söyleyebilmek (en azından şimdilik) zor görünüyor.

Merkez medyada hükümete muhalefet adına askeri cuntayı temize çıkarmaya çalışan sicili bozuk bazı kalemlerin “Nedim Şener ve Ahmet Şık güzellemeleri”ni, “hükümete ve cemaate muhalefet edenler susturuluyor” yaygaralarını hiç kale almadan şöyle bir soru sormak istiyorum: Ergenekon davasını sulandırmak için haber yapmak veya kitap yazmak gibi bir suç mu var? Bu sulandırma çabası tutarsızlık, ahlaksızlık olabilir, oportünistlik olabilir ama suç sayılabilir mi?

Suçun ve suça iştirakin sınırlarını belirsiz bırakmak, esnek tutmak herkes için tehlikelidir, tehdittir. Genel çözüm içerisinde ‘küçük-detay’ görülebilecek bir yanlışlık eğer sembolleşirse hukuksuzluğa karşı sürdürülen önemli bir süreç tutarsız ve basit bir iktidar mücadelesi olarak gösterilecek ve itibarsızlaştırılacaktır. Ciddi ve köklü hesaplaşmalara doğru daha hızlı yol almanın zaruri olduğu bir vasatta “muhabir”lere karşı özel bir cephe açmanın hem hukuken hem de siyaseten doğru olmadığını düşünüyorum.

Ergenekon’dan Balyoz’a, 28 Şubat’tan Cumhuriyet Mitingleri’ne kadar siyasete ve topluma karşı yürütülen psikolojik harekat planlarını ve aktörlerini ne görmezden gelebilir ne de hafife alabiliriz elbette. Fakat ciddi bir delile, örgütlü bir ilişkiye işaret etmeyen gözaltı ve tutuklamalar Ergenekon dava sürecine dair bazı tereddütlere sebep olabilir. Siyasi rekabet veya örgütsel çekişme adına sergilenen yanlışların Ergenekon dava süreciyle elde edilecek birtakım imkanları zayıflatmak ya da en azından ertelemek gibi zararları olabileceğini unutmamak gerek.

Tam da bu gelişmelerin üzerine Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay’ın ayrı hücrelere konulduklarına dair haberler düştü gündeme. 19 Aralık 2000 tarihinde dönemin MGK’sında alınan kararları uygulayan DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti tarafından kanlı bir operasyonla hayata geçirilen F Tipi Cezaevleri projesine daha tasarı aşamasından itibaren karşı çıktık. Çünkü cezaevlerini ıslah ve devletin egemenliğini tesis adı altında hükümlü ve tutuklulara tecriti dayatan bu anlayışın insan haklarına aykırılığı çok açık.

Elbetteki Balbay ve Özkan’ın MGK’nın, 28 Şubat’ın, tetikçiliğini yaptıkları günleri unutmuş değilim. Onların, kendilerinden önce tecrit dayatmasına maruz kalan binlerce siyasi mahpusun yaşadıklarıyla ilgili herhangi bir kaygı duyup duymadıklarını da bilmiyorum ve de sanmıyorum. Mamafih muhatabı kim olursa olsun hiçbir siyasi mahpusun tecrite tabi tutulmasını, tek kişilik hücreye tıkılmasını mazur göremem. Ceza içinde ceza adaleti gölgeler. “Kanunlar, yönetmelikler gereği” deyip işi başka yerlere havale etmemek gerekir.

Cuntacılar suçlarının cezasını tastamam çeksinler. Ama hiç kimseye yapılmaması gerektiği gibi, onlara da asla insanlık dışı bir muamele yapılmasın. Bizler haklı düşmanlığımızın dahi adaletsizliğe sevk etmemesi gerektiği emrinin muhatapları olarak, herkes için her durumda hukuk ve adalet talep etmek konusunda ısrarlı olmalıyız.