Nereden başlasam bilemedim. Bir nisan günüydü. Evden yeni çıkmış, ayaklarımın beni nereye götüreceğini bilmeden ilerliyordum. Ben miydim onları yönlendiren yoksa bugün onlar mı beni yönlendiriyordu çok kestiremiyordum. Nereye doğru gidiyorsun diye sorsalar, ‘’Ayaklarımın beni götürdüğü yere’’(!) diye cevap verirdim.
Nisan günü olur da yağmur yağmaz mı? Yağıyordu yağmur. Hem de öyle güzel yağıyordu ki, saatlerce yürüyebilirdi insan bu yağmurda. Çiseliyor mu diyorlardı kimileri. Bak onu da tam hatırlayamadım. Ama çok iyi hatırlıyordum, o adamı. O adamın yüzündeki sevinci hiç unutmadım. İnsanın unutmadığı bir şeyi hatırlamasına gerek yoktu da neyse.
Mobilya satan bir dükkânın önünde cereyan ediyor olayımız. Başrolde kâğıt toplayan bir adam var. Dükkândan atılan kartonları hızlıca katlayıp kendine özel olarak hazırladığı arabaya asılı torbanın içine yerleştiriyordu. Gözleri birini arıyordu. Ve sanırım aradığı kişi bendim. Ayaklarım, beni oraya boşuna götürmemişti. Mevzu anlaşılmıştı. Kâğıt toplayan adam sevinçten uçacak gibiydi. Sevincini paylaşacağı birini arıyordu. İnsan mutlu olduğunda gözleri birilerini arar ve o göz aradığını da bulurdu. Aradığının illa bir insan olmasına gerek yoktu. Bir hayvan da olur. Hatta belki bir çiçek. Bir ağaç ve belki de bir taş. Evet, bir taşa bile sevincini anlatmaya ihtiyaç duyabiliyordu insan.
İnsan, işte bu.
Bana doğru gelince, önce biraz irkildim. Meseleyi tam anlayamamıştım. Belki bana bir zarar verebileceğinden korktuğum için bu duygu kaplamıştı yüreğimi. Adamın konuşmaya başlaması ile beraber o korku yerini başka bir duyguya bıraktı. Bir mahcubiyet duygusuydu belki. Belki de bir utanç duygusuydu.
‘’Allah bana verdi. Kurban olayım Allah’ıma.’’ diyordu.
Önce anlam veremedim adama. Allah ona neyi vermişti de böyle konuşuyordu. Sonra kartonları gösterince, Allah’ın bizden neyi aldığını anladım.
Şükür kavramını defalarca kez okudum, dinledim ve yeri geldi anlattım. Ama şükrü, hiç birinde bu kadar güzel bir şekilde anlayamazdım herhalde.
Kâğıt toplayan adamı hiç unutmadım. O yüzden şükretmeyi de hiçbir zaman unutmamaya çalıştım. Ve şunu öğrendim:
‘’Hangi durumda olursak olalım, şükredilecek bir şeyler elbette vardır. Her halimiz, şükredilmeye değer bir haldir.’’
Tabi bunu görene bu böyledir.
Görüp bilene.
Bilip yaşayana.
O adam hangi haldeydi bilmiyorum. Zaten sonrasında onu bir kere daha olsun görmedim. Bildiğim bir şey varsa, o da, bu adamın şükrün zirvesini yaşıyor olduğuydu. Geçimini bu kâğıtları toplayarak yapıyordu bu adam.
Bu adamın hayatı, kısa yoldan zengin olmanın hayalini kuran insanlara bir dersti.
Helal, haram ayrımı yapmadan, tek dertleri daha fazla para kazanmak olan insanlara da bir dersti. Ama dedim ya, görebilirlerse bu insanlar.
Nasıl görecekler ki?
Gözleri paradan başka bir şeye bakmaz ki görsünler.
Nasıl bilecekler ki?
Bildikleri tek bir şey vardı. O da paraydı.
Yaşamaları da para içindi bu insanların. Hep daha fazlası, daha fazlası ve daha fazlası.
Çoklukla övünmek onları oyalayıp duruyordu. Ta ki mezara kadar.
Kâğıt toplayan adam, hazine görmüş gibi seviniyordu. ‘’Onun hazinesi de odur, tabi ki sevinir.’’ deme hemen. Üst üste yığılmış kartonları hazine bilenlerin sayısı o kadar az ki. Allah’a hakkıyla şükredebilenlerin sayısı, o kadar az ki.
Meselemiz, bugün kâğıt toplayan adam gibi şükreden insanların sayısının bir elin parmağını geçmediği meselesi. İnsanların, tatmin edilemeyen, doyumsuz birer canavara nasıl dönüştüğü meselesi.
Ne yazık ki; çocuğuyla, genciyle ve belki yaşlısıyla, toplum olarak böyle bir haldeyiz.
Bugün yüz tane oyuncağı olan çocuk, yüz birinci oyuncağı istiyor. Evde çok güzel oyuncakları olmasına rağmen, dışarıya her çıktığında anne-babasına, kendisine tekrar oyuncak alması için ısrar ediyor. Olmuyor, ağlıyor. O da para etmeyince kendini yere atıyor.
Gençler, sahip oldukları imkânların kıymetini ancak iş işten geçince anlıyor, ya da hiç anlamıyor belki de anlamak istemiyor. Anlayan da, anlamazlıktan geliyor. Bir zamanlar test kitaplarını çöplerden toplayıp ellerinde silgi izi çıkıncaya kadar sildikten sonra tekrar çözen gençler vardı. Bugün nerede? Bugünkü insanın yediği önünde, yemediği de arkasından geliyor. O yüzden elindeki nimetlerin kıymetini bilmiyor, çağdaş(!) insan.
İşte bu yüzden, ne kadar zengin olsa da hep daha fazlasını istediği için, fakirdir zenginlerimiz.
Ne kadar iyi bir arabaya binse de, gözü hep kendi arabasından daha lüks arabalarda olduğu için, aslında külüstür bir arabaya biniyor, araba sahiplerimiz.
Kendisi gibi o işte çalışmak isteyen binlerce insanı görmeyip yaptığı işten sürekli şikâyet ettiği için, aslında işsizdir çalışanımız.
Ne kadar güzel evlerde otursalar da, gözü hep daha güzelinde olduğu için, aslında evsizdir ev sahiplerimiz.
Bugünün insanı, elindeki nimetlerin kıymetini bilmediği gibi, bu nimetlerin her birinden hesaba çekileceğini de unutuyor.
Rabbimiz Kuran’da, bize verilen nimetlerin her birinden hesaba çekileceğimizi şu ayetle bildiriyor.
‘’Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.’’ (102/8)
Ölçü ne olacak öyleyse?
Resûlullah (a.s) ölçüyü çok net bir şekilde ortaya koymuş aslında.
‘’Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.’’ (Müslim, Zühd 9)
Ölçü işte buydu.
Bu olmalıydı.
Bugünün insanı, sadece bu hadisi doğru bir şekilde anlayıp, bu hadise göre yaşasa, bahsettiğimiz sorunların çoğu çözülmüş olur. En büyük tehlike olan dünyevileşmekten uzaklaşmış olur. Elindeki nimetlerin kıymetini anlar, hayatın tadını çıkarmış olur. O zaman yetinmeyi de bilir, kanaati de.
Yoksa gözü hep daha yükseklerde olan bir kimse, gözü açık gider. Açık kalan gözünü kapatacak birileri olur mu etrafında? Orasını ben bilemem.
Ama bildiğim bir şey var: Kendilerine verilen nimetlerin farkında değil insanlar.
Bizlere verilen nimetlerin şükrünü eda edebilme dileğiyle.
*
(Bu yazı ayrıca Hayal Bilgisi dergisinin son sayısında da yayınlanmıştır.)