İsmail Kılıçarslan/Yeni Şafak
“Alırsın kıymetin bilmen, dükkân önün toz edersin”
“İnsan dediğinin ömrü, hayal kırıklıklarının toplamından ibarettir” diyen adamı hatırlamasan da olur. Ama şunu hatırla: “İnsan sıfatında çok geldim gittim / bülbül oldum Firdevs bağında öttüm / bir zaman gül için zara düş oldum”
Belki yirmi, belki yirmi beş yıl oldu. Çanakkale’nin o küçük kasabasının o küçük taş evinde kalırken ev sahibemiz olan yaşlı kadın, geceden bir tasa çekirdek içi koyuyor, sabah bülbüller o çekirdek içlerine geliyor, çekirdekten yiyip karınlarını doyurduklarında başlarını gökyüzüne dikip o güzel sesleriyle ötüyorlardı bir süre.
Şöyle düşündüm önce. Demek ki bülbüller de her hayvan gibi rızkın kimden geldiğine kani oluyorlar da aracıya minnet etmeden başlarını gökyüzüne dikip kendi dillerince şükrediyorlar.
Böyle düşünmek, belki de Yunus’un dediğiydi: “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü.”
Üçüncü, belki de dördüncü sabah, bülbülleri rahatsız etmemek için oturduğum o uzak köşede birden şiirin devamını da anladım: “Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu?” Çünkü şunu fark ettim. Bülbül, o çekirdek içini yemese aklına şükretmek gelmeyecek. Çünkü hayvanlığın doğasında önce nimete kavuşup sonra şükretmek vardır belki de.
Şakik-i Belhi’nin tacı tahtı bırakan İbrahim Ethem’e “şükür konusunda Belh’in köpekleri de senin yaptığını yapıyor, bulurlarsa yiyorlar, bulamazlarsa şükrediyorlar. Biz, bulursak pay ediyoruz, bulamazsak şükrediyoruz” dediğini hatırlamasan da olur. Ama Behlül’ün sarayın bahçesinde odun toplarken kendisine şaşkın gözlerle “ne yapıyorsun yahu?” diye soran Harun Reşid’e verdiği cevabı hatırla: “Dün gece öldüm, baktım ki cehennemde odun yok. Geri geldim ki odunumu kendim toplayayım da kendim yanayım.”
Sultanların yanlarında meczup bulundurduğu, böylece dünyanın geçici bir oyundan, bir eğlenceden ibaret olduğunu sıkça hatırladıkları demler de geride, çok uzakta kaldı. Şimdi her sultan akıllı danışmanlar, iş bilir vezirler istiyor yanında yöresinde. Ölümü unutmak için yaşama sımsıkı bağlanmaktan başkaca bir şey talep etmiyor. Oysa şunu hatırla: “Ağızların tadını bozan, afiyet kaçıran ölümü sıkça hatırlayınız.”
Hatırlamayı hatırlamak için bile vaktimiz yok artık. Dışrak bir deneyimcilikle freni boşalmış bir kamyon gibi bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz ne varsa ona doğru koşuyoruz. Fakat bildiniz: Hiçbir şey mutlu etmiyor artık bizi. Çünkü öyle yanlış bir yerden, öyle olmadık şekilde tarif ediyoruz ki mutluluğu, mutlu olduğumuz anda geçiyor mutluluk hissimiz. Ardından bizi mutlu edecek yeni bir şeye yöneliyoruz. Ta ki yeniden mutlu olalım ve mutlu olur olmaz geçsin mutluluğumuz.
O taş evdeki son günümdü. O uzak köşede, bülbüllerin şarkılarını dinlemek için sessizce otururken bir sansar girdi bahçeye. Beklenmedik bir hızla koşup atladı çekirdek kabının yanındaki bülbüllerin üzerine. Bülbüller, beklenmedik bu düşman saldırısı karşısında en iyi bildikleri şeyi yapıp kanatlandılar. İçlerinden biri son anda kurtardı kendisini sansardan. Tuhaf bir şaşkınlıkla evin duvarlarından sarkan çatıya neredeyse vuracakken oradan da sıyrılıp kayboldu gözden. “En çok o son anda kurtulan şükredecek” diye düşündüm. Sonra da şunu: “Asıl şükür vesilesi kaçabilmek değil de kanatlara sahip olmak değilse nedir?”
Gerçi işin orası da uzun hikâye. Gülün goncasının açılmasını beklediği uzun gecelerde bülbül, kanatları yüzünden takılıp kalıyor gülün dikenlerine. Nimet, birdenbire hiç hesaba katmadığı bir külfete dönüşüyor böylelikle.
Nimetin içindeki külfeti, külfetin içindeki nimeti anlamasını, dahası anlamlandırmasını bir bülbülden beklemek bülbülün hayvanlığına fazladan bir anlam yüklemek manasına gelir. Biliyorum. Ama insanın bütün bu düzeneği hem anlamasını hem de anlamlandırmasını bekleyebiliriz elbette. Bekleyebiliriz tabii ama beklediğimize hiçbir zaman değmez. Çünkü insan ne nimetin ne külfetin, ne nimetin içindeki külfetin, ne külfetin içindeki nimetin farkında artık. O yüzden “insan sıfatında gelip gitmek”le ve “ömrünü hayal kırıklıklarının toplamı olarak yaşamak”la malul.
Alıyor, kıymetini bilmiyor ve her kumaşı bez ediyor artık insan. Çünkü düşüyor. Tutunacak pek çok dalı ıskalayarak düşüyor üstelik. Bize de hem düşmenin hem de düşeni görmenin laneti kalıyor işte. Bir hafızamız elbette yok artık. Ancak parça parça anılarımız var ve anılarımızın hepsini üst üste koyduğumuzda hissettiğimiz tek şey “bir şey vardı, kaçırdık onu” cümlesi.