Doç. Dr. İsmail Numan Telci / Anadolu Ajansı
Devrim hadiseleri hızlı ve ani şekilde gerçekleşebildiği gibi kimi zaman da sürece yayılarak belirli aşamalardan sonra başarıya ulaşabilmektedir. Orta Doğu siyasetinin son sekiz yılına damgasını vuran Arap devrimleri süreci de bu bağlamda değerlendirilmelidir.
2010 yılında Tunus’ta başlayan ve birkaç hafta içerisinde ülkenin baskıcı lideri Zeynel Abidin bin Ali’yi görevden uzaklaştıran devrim, kısa sürede bölgesel bir devrim hareketini tetiklemiştir. Mısır, Libya, Suriye ve Yemen bu süreçten nasibini almış ve kimi ülkelerde devrim girişimleri başarıya ulaşırken, kimilerinde uzun süren iç savaşlara neden olmuştur. Bu yıllarda yaşanan devrim süreçleri sadece iç aktörlerin müdahil olduğu gelişmeler değil, dış aktörlerin de belirleyici rol oynadığı hadiseler olarak cereyan etmiştir. Bu durum kendisini önce Libya’da daha sonra da Suriye ve Yemen’de açık biçimde göstermiştir. Her ne kadar devrimci aktörler toplumsal hareketlerin kalıcı bir dönüşüme öncülük etmesi için çabaladılarsa da bir taraftan da karşı-devrimci aktörler bölgesel statükonun korunması adına devrim hareketlerini başarısızlığa uğratmak için çaba sarf etmişlerdir.
Bu mücadelenin en açık biçimde yaşandığı örnek olarak Mısır gösterilebilir. 2011 yılında 21 günlük gösteriler sonrasında devrilen Hüsnü Mübarek rejiminin yerine ülkedeki devrimci aktörlerin öncülük ettiği bir hükümet, seçimler sonucunda kuruldu. Yine devrimin en önemli savunucularından Müslüman Kardeşler hareketi üyesi Muhammed Mursi de ülkede özgür ve şeffaf seçimlerle göreve gelen ilk cumhurbaşkanı oldu. Ancak gerek Mısır içerisindeki gerekse de Orta Doğu’daki karşı-devrimci aktörler Mısır’da devrimci güçlerin başarısını bölgesel dönüşümü hızlandırabilecek ciddi bir tehdit olarak gördüler ve bu süreci tersine çevirmeye çalıştılar. Mursi hükümetine karşı kampanya yürüten bu aktörler, ekonomik güçlerini de kullanarak Mısır’da bir karşı-devrim için toplumsal zemin hazırlamaya çalıştılar. Muhaliflere finansal destek veren, medya üzerinden Mursi’ye karşı algı operasyonları yürüten ve uluslararası düzeyde diplomatik temaslarda Mursi yönetiminin bir tehdit olduğu algısını oluşturan karşı-devrimci aktörler, Mısır’da 3 Temmuz 2013’te gerçekleşen askeri darbeye öncülük ettiler.
Birçoklarına göre Mısır’daki askeri darbe, bölgedeki devrimci sürecin aldığı en büyük darbeydi. Bu darbe ile karşı-devrimci aktörler devrimin ana taşıyıcısı olan bölgenin en büyük ülkesinde olası bir demokratik dönüşümü engellemeyi başardılar. Bunun arkasındaki başlıca motivasyon, yine Arap coğrafyasındaki en büyük toplumsal tabana sahip hareket olan Müslüman Kardeşlerin devrim sürecini daha da ileriye götürebilme potansiyeli ve bunun da sadece devrimlerden etkilenen ülkeleri değil, bölgenin siyasi, toplumsal ve kültürel dinamiklerini baştan aşağıya yeniden dönüştürebilme imkanı taşıyor olması. Nitekim takip eden süreçte Müslüman Kardeşler hareketi aleyhine karşı-devrimci aktörler tarafından başlatılan yoğun ve ağır baskı kampanyası bu durumun göstergesi. Hareket bölgenin siyasal ve toplumsal yaşamından tamamen silinmek istendi ve harekete destek veren tüm ülke ve gruplar bu aktörler tarafından düşman ilan edildiler. Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Türkiye ve Katar’a karşı yürüttükleri hasmâne tavırların arkasındaki temel motivasyon, bu ülkelerin Müslüman Kardeşler’e verdiği destektir.
Bölgesel dönüşüm kaçınılmaz
Cezayir ve Sudan’da son haftalarda yaşanan gelişmeler bu arka plan ışığında değerlendirildiğinde 2010 yılında Tunus’ta başlayan Arap devrimleri sürecinin halen devam ettiği tespiti yapılabilir. Her ne kadar bu iki ülkede askeri kurumlar yönetime el koymuş olsa da bu gelişmenin ana tetikleyicisinin geniş katılımlı toplumsal protestolar olduğu unutulmamalı. Bununla birlikte askeri yönetimler iki ülkede de belirli bir geçiş sürecinden sonra yönetimin sivil aktörlere bırakılacağını taahhüt ediyorlar. Bu yönüyle bu gelişmelerin devrimci bir dönüşümü beraberinde getirme potansiyeli taşıdığı söylenebilir.
Arap devrimlerinin temel sebepleri olan demokratik bir yönetim talebi, hak ve özgürlüklere saygı duyulması, ekonomik sıkıntıların giderilmesi ve gelir adaletsizliğinin önüne geçilmesi gibi hususlar, Cezayir ve Sudan’da protestocuları yıllardır iktidarda olan Abdülaziz Buteflika ve Ömer El-Beşir yönetimlerine karşı sokaklara inmeye iten unsurlardır aynı zamanda. Öte yandan tüm toplumsal, siyasi ve ekonomik farklılıklarına rağmen Cezayir ve Sudan’daki protestoların yöntemi ve gerçekleşme biçimi, Arap devrimleri sürecindeki gösterilerle ciddi anlamda benzerlik gösteriyor. Kitlelerin barışçıl protestolarla tepkilerini gösterdiği, gençlerin önemli rol oynadığı, sosyal medya ve geleneksel medya araçlarının işlevsel hale getirildiği ve Mısır ve Tunus örneklerine benzer şekilde orduların protestoculara ciddi müdahalede bulunmadığı süreçlerin sonunda önce Cezayir’de Abdülaziz Buteflika daha sonra Sudan’da Ömer El-Beşir, uzun yıllardır sürdürdükleri görevlerinden istifa etmek zorunda kaldılar.
Bu açıdan değerlendirildiğinde Cezayir ve Sudan’daki geniş katılımlı, spontane ve uzun yıllardır iktidarda olan baskıcı rejimlerin sona erdirildiği protestolar, aslında 2010 yılında Tunus’ta başlayan Arap devrimleri sürecinin bir devamı olarak değerlendirilebilir. Bu da Orta Doğu’da demokratik olmayan ve halkın taleplerine gözlerini kapayan tüm rejimler açısından toplumsal ayaklanma ihtimalinin halen canlılığını koruduğunun göstergesi. Bu nedenle karşı-devrimci aktörler halen bölgedeki ayaklanma potansiyelini ve devrimlerin yayılma ihtimalini ortadan kaldırmaya yönelik çabalar yürütüyorlar.
Sudan’da statükonun devamını isteyen Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkeler bir taraftan da Libya’da yine kendilerine yakın olan Halife Hafter yönetimindeki askeri güçlerin ülkenin kontrolünü ele geçirmesine çalışıyorlar. Yemen’de İran destekli Husilere karşı yıllardır devam eden bir askeri harekat yürüten bu aktörler, Katar ve Türkiye gibi ülkeleri de bölgedeki devrim sürecine desteklerinden dolayı cezalandırma çabası içerisindeler. Dolayısıyla karşı-devrimci blok tarafından yürütülen tüm çabalara rağmen 2010’da başlayan devrim sürecinin önüne geçilemediği görülüyor.
Bu durumla ilgili üç temel sebepten bahsedilebilir. Bunlardan ilki yüzyıl önce Orta Doğu’da kurulan ve Batılı aktörlerin çıkarlarının merkeze alındığı düzenin dönüşen uluslararası sistem açısından kabullenilmemesi ve bölge siyasetinde de bir dönüşümün kaçınılmaz hale gelmesidir. Artık Orta Doğu sadece ABD, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin çıkarlarını gözettiği bir coğrafya olmaktan çıkmış, Rusya ve Çin gibi diğer küresel aktörlerin de ciddi biçimde ilgilendiği bir bölge haline gelmiştir. Bunun yanında Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail gibi bölgesel aktörlerin de küresel aktörlerden bağımsız biçimde kendi çıkarlarını gözetmeye başlamaları ve bu çerçevede stratejiler geliştirerek angajmanlara girişmeleri, bölgenin yeni bir döneme sahne olacağını gösteriyor.
Bölgesel dönüşümün kaçınılmaz olmasının önündeki ikinci sebep ise bölge halklarının farklı sebep ve motivasyonlarla uzun yıllardır iktidarda olan ve hiçbir meşruiyeti bulunmayan rejimleri kabullenmeyişleri. Göstermelik seçimler, keyfi uygulamalar, şeffaf olmayan yönetimler, yolsuzluklar, insan hakları ihlalleri ve gelir adaletsizlikleri gibi sebepler bölgede yaşayan ve geleceğe dair hiçbir umudu olmayan kitleleri harekete geçmeye zorluyor. Bu kitleler tüm baskı ve kısıtlamalara rağmen gerek internet gerekse de geleneksel medya araçlarıyla hem demokratik ve gelişmiş ülkelerle etkileşime geçerek buralardaki yönetim ve yaşam biçimlerini arzulamakta hem de diğer bölge ülkelerindeki toplumsal hareketlenmelerden haberdar olarak bu süreci karşılıklı etkileşim halinde yürütme imkanı bulmaktalar. Nitekim gerek 2010-2011 yıllarında olsun gerekse de 2019’da Cezayir ve Sudan’daki gösteriler olsun, protestocuların diğer bir ülkedeki gelişmelerden ilham aldığı açık olarak değerlendirilebilir.
Son olarak Orta Doğu’daki sosyolojilerin ve demografik yapıların dönüştüğü de gözden kaçırılmamalı. Bundan 30 yıl öncesiyle kıyaslandığında Ortadoğu’nun nüfus olarak en büyük ülkelerinden olan Mısır, Cezayir, Sudan ve Suudi Arabistan’ın nüfusları iki katına çıkmıştır. Bu durum bazı ülkeler için çok daha dramatik bir şekilde gelişmiştir. Ürdün’ün 1990 yılında üç milyon olan nüfusu, günümüzde üç kat artarak dokuz milyona ulaşmış, BAE’nin 1990’da 1.8 milyon olan nüfusu ise beş katından fazla artarak günümüzde 10 milyonu aşmıştır. Fas’ın nüfusu ise 1990’a kıyasla yüzde 50’den fazla artarak 24 milyondan 36 milyona yükselmiştir.
Değişim talebi artarak devam edecek
Öte yandan tüm bu ülkelerde dikkat çeken diğer bir husus, eğitim seviyesinin artmasına paralel olarak gençlerin yönetimlerden taleplerinin dönüşmesi ve farklılaşmasıdır. Nüfusu büyüyen ancak ekonomik imkanları yerinde sayan ülkelerde genç işsizliğinin artması ve yaşam koşullarının kötüleşiyor olmasıysa başka bir ciddi sorun. Körfez bölgesindeki doğal kaynaklar zengini ülkelerde de özellikle geniş imkanlara sahip, yüksek oranda yurtdışında eğitim görmüş ve Batı kültüründen etkilenmiş genç nüfusun geleneksel yönetim biçimlerini kabullenmemesi ve kendilerinden önceki nesilden birçok açıdan ciddi farklılık göstermeleri de önümüzdeki dönemde daha büyük toplumsal ve siyasi sorunları doğurma potansiyeli taşıyan bir durum.
Cezayir ve Sudan’daki yönetim değişimleri, Libya, Suriye ve Yemen’deki iç savaşlar, bölgesel siyasette devam eden rekabet ve güç mücadelesi ve bölge halklarının yönetimlerden duydukları memnuniyetsizliğin devam etmesi gibi unsurlar, Orta Doğu siyasetinin gelecek yıllarda yeni toplumsal hareketlenmelere sahne olabileceğini gösteriyor. Bu durumun farkında olan ve Arap devrimleri sürecine başından itibaren karşı pozisyon alan statükocu aktörler, bu gibi gelişmeleri engellemek adına tüm imkanlarını seferber etmeye devam edeceklerdir. Bu aktörler için her ne şekilde olursa olsun mevcut rejimlerin özellikle toplumsal protestolar aracılığıyla yıkılması tehdit olarak görüldüğünden gerek Cezayir’deki gerekse de Sudan’daki ayaklanmalar sonucunda yaşanan gelişmeler Arap devrimleri açısından karşı-devrimci olarak nitelendirilebilecek aktörleri ciddi anlamda rahatsız etmiş bulunuyor. Bölge siyasetinin genel görünümü, bu rahatsızlığın devam edeceğine işaret ediyor.
[Orta Doğu siyaseti, Arap devrimleri, Mısır’daki devrim süreci ve Körfez siyaseti konularında uzman olan Doç. Dr. İsmail Numan Telci, Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü ve Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta ve SETA Dış Politika masasında araştırmacı olarak çalışmalarını yürütmektedir]