Sistem köklerine kadar sallanıyor.
Önce “tek partiyle” sonra da “tek parti zihniyetiyle” yönetilen, ceza yasasını “faşist” İtalya’dan alan, Kürtleri, Alevileri, dindarları, solcuları, demokratları bazen öldürüp, bazen hapseden, kendi halkıyla sorunlar yaşayan, kendi halkını “psikolojik bir savaşın” hedefi yapan, “asker-sivil bürokrasiyi” devlet gibi, milleti ise bir “sömürge halkı” gibi gören, sadece devletin istediği gibi düşünülmesini, devletin istediği gibi yaşanılmasını, devletin istediği gibi ibadet edilmesini dikte ettiren, halkını ezen, sindiren, bastıran bir sistem yıkılmaya hazırlanıyor.
Yıkılmakta olan bu sisteme “Kemalizm” deniyor.
Neden “Kemalizm” dendiğini Neşe Düzel’in Taha Akyol’la yaptığı muhteşem konuşmada görüyoruz çünkü bu konuşmayla açıkça anlaşılıyor ki bu yapının kurulmasını isteyen, bu yapıyı savunan bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisi.
Onun için bu sistem onun adını taşıyor.
İktidarlarını sürdürebilmek için “her yolu mubah” gören Kemalistler sıkıştıklarını anlayınca yapabilecekleri en tehlikeli ve bence en “hainâne” hamlelerini yapıp “ulu önderlerini” ateş menziline atıyorlar.
Arkasına saklandıkları ve asla “eleştirilemeyeceğine” inandıkları Atatürk’ü bu çekişmenin son safhasında bir “kalkan” gibi kullanıyorlar.
Hiçbir “anti Kemalist’in” açıkça sormak istemeyeceği bir soruyu, Atatürk’ün “kurduğu” CHP’nin yöneticisi kendi savunabilmek için Akşam gazetesine verdiği demeçte soruyor:
“Atatürk faşist miydi?”
Kürt barışını engellemek için “Dersim katliamında Atatürk’ün kanlı önlemlerinin” arkasına sığındıktan sonra CHP’nin bu soruyu sorması da artık kaçınılmaz hale geliyor.
Ve, insanları iki şıktan birini seçmeye zorluyorlar.
Ya Dersim katliamını onaylayıp “çok doğru bir katliamdı” diyeceğiz ya da o katliama karşı çıkıp Atatürk’ün “faşist metotlar” uyguladığını söyleyeceğiz.
Buna gerek var mıydı?
Bence yoktu.
Atatürk’ü “mavi gözlü, sarışın, yakışıklı, iyi kalpli, modernist” görüntüsü içinde tarihin sayfalarına bırakabilir, bugünü bugünün koşullarıyla konuşabilirdik.
Ama Kemalistlerin “bugünün koşullarına” uygun olarak söyleyecekleri hiçbir lafları yok, onlar da bir çıkmazdalar, ya son kozlarını oynayıp Atatürk’ü tartışmaya sürecekler, ya da iktidardan usulünce çekilecekler.
İktidardan çekilmeye razı olamıyorlar.
Bundan sonra Atatürk’ün bütün gerçekleriyle tartışılmasından başka çare kalmıyor.
Akyol’un Düzel’e anlattığı Atatürk, “baskıcı, benmerkezci, sertlik yanlısı, katliamları bizzat planlayan” kimliğiyle tartışma gündeminde yer alacak.
Üstelik de en büyük darbeyi kendi taraftarlarından yiyecek.
“Dersim katliamını” gündeme getirenlerin de “Atatürk’ün faşist olup olmadığını” soranların da Kemalistler olacağı doğrusu akla gelmezdi.
Sanırım bu, “kaybedilmiş” bir savaşın son aşamasında yaşanan şaşkınlıktan kaynaklanıyor.
Bu şaşkınlık sadece CHP’de yok, ordunun yönetim kademelerinde de aynı savrukluğu görüyoruz.
Darbe planı hazırladığı belgelerle kanıtlanan bir albayı kurtarmak için hukuku bu kadar zorlamaya gerek yoktu.
Tarihin ve hayatın orduya verdiği emir çok açıktı:
“Siyasetten çekil, Kemalist bir sistem için direnme, demokrasinin yolunu aç.”
Bunu anlamadılar ya da anlamak istemediler.
Bana sorarsanız Albay Dursun Çiçek’i hukuku böylesine zorlayarak kurtarmaya uğraşmak büyük bir hataydı.
Siyasetten usulünce çekilebilirlerdi.
Şimdi ordunun çekilmeyeceği anlaşılınca işler daha keskinleşecek ve “suç belgeleri” birer birer ortaya dökülecek.
Çünkü ordunun içinde “demokrasi” isteyen güçler var ve onlar ordunun bütün “sırlarını” biliyorlar.
O “sırların” çoğu da işlenen “suçlarla” ilgili.
Biz bugün bir belge yayımlıyoruz, Genelkurmay hukukçularının hazırladığı raporda, daha önce Taraf’ta yayımlanan “Lahika’nın hükümeti devirme suçu” kapsamına girdiği, cezasının müebbet olduğu söyleniyor ve belgenin “imha edilmesi” öneriliyor.
“Müebbetlik” bir suç işlendiğini bizzat Genelkurmay hukukçularının söylediği bir belge var şimdi savcıların elinde.
Öyle bir noktaya doğru gidiyoruz ki ya Cemil Koçak’ın gene Neşe Düzel’e söylediği gibi ordu “darbe” yapacak ya da siyasetten çekilmemek için hukuku böyle zorlayarak ordunun bütün üst kademesini “sanık” durumuna sokacak.
Bu kadar zorlamanın bir anlamı yoktu.
Kendi halkını “yabancı” gören bir sistem seksen yıllık bir iktidardan sonra dönemini bitirdi, artık devam etmesi mümkün değil.
İktidardan çekilmek niye bu kadar zor?
Değer mi bütün bunlara?
Umarım, “değmez” diyecek aklı gösterirler.
TARAF