Mehmet Ali Aslan’ın, Abdulbasit Sarut’un şehadeti üzerine kaleme aldığı bu yazı, Temmuz-Ağustos 2020 tarihli Temmuz dergisinin 44-45. sayısında yayınlandı.
Bir Kahraman Genç Adam
Sözünde Duran
-I-
Hamza’nın Dera’dan yükselen çığlığı Humus’ta yankılandığı sırada henüz 19’unda gencecik bir adam elinde megafon, çevresine toplanan öfkeli kalabalığa sesleniyordu: Ölürüz ama zillete boyun eğmeyiz.
-II-
Ebu Ubeyde b. Cerrâh ve Halid b. Velid kumandasındaki İslam ordusunun kan dökmeden fethetmesinin ardından Humus, Müslümanların hep direngen kalesi olmuştu. Yalnızca Halid b. Velid’in kabrine değil, onun zaferleri kadar kıymetli zaferlere de ev sahipliği yaptı Humus. Haçlılara karşı Müslüman orduların üssü olmuş, Moğollara karşı kazanılan zaferin müjdesi, karamsarlık içindeki ümmetin çocuklarına Humus’tan ulaşmış, yüreklerine su serpmişti.
Sadece asiliği ve direngenliğiyle değil, güzelliğiyle de nam salmıştı Humus. Öyle ki İbn Battûta, şehrin etrafının meyve bahçeleriyle çevrili olduğunu, göz kamaştıran bir camisi, geniş çarşısı ve sokakları olduğunu aktardıktan sonra halkının cömertliğini ve faziletlerini anlatmaya doyamamıştı.
-III-
Genç adam, şehre baktı. “Burası Humus ama ben nerede olduğumu bilmiyorum.” dedi. Bütün binalar yıkılmıştı, cümle güzelliklere kıyılmıştı. Humus, tarihte olduğu gibi bugün de öne atılmış ve bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödemişti. Yerle bir olmayan hiçbir yapı kalmamıştı. Üç yılı aşkın bir zamandır kuşatma altındaydı. Aç, ilaçsız ve yakıtsız… Havadan ve karadan hiç durmayan bombardıman… Kitlesel katliamlar… Hareket eden her şeyi vuran sniperlar…
Bu şehre “devrimin başkenti” dediler. Çünkü rejimin bütün acımasızlığını sergilediği bu şehirde direnmekten vazgeçmeyenler vardı. Humus İslam tarihinde yeni bir destan yazılıyordu. Her mahallesinde bir halk savaşı veriliyordu.
Genç adam, devrim başladığında Suriye genç milli takımının kalecisiydi ve oldukça gelecek vadediyordu. Savaş patlak verdikten sonra Avrupa’da herhangi bir ülkede kariyer de yapabilirdi. Ama o, eline megafonu alıp meydan meydan gezmeyi, ilmek ilmek direnişi örmeyi seçti.
O sıralar Türkiye’de birileri İran’a olan biatlerinin gereğini kıyama kalkanlara iftira atarak yerine getirmekteydiler. Onlara göre Esed, anti-emperyalistti ve Kudüs’ü -sözde- koruyan ‘Direniş Kalkanı’ için önemli bir misyon ifa ediyordu. Direnişe geçenler ise Amerika’dan yardım alıyorlar, NATO’dan müdahale dileniyorlardı! Mücahidlere, direnenlere dua edip ellerinden gelen her türlü katkıyı vermesi gerekenlerin zillet içinde yaptıkları bu dedikoduları sanki duymuş da onlara meydan okurcasına megafonu eline alıp şöyle seslenecekti Humus’un yiğitlerine genç adam:
“İçinizde Obama’dan, Sarkozy’den, Erdoğan’dan, herhangi bir şahıstan ya da meclisten veya Arap Liginden zafer/yardım bekleyeniniz var mı?”
Kitlenin hep bir ağızdan “Hayır!” cevabına karşılık büyük bir özgüvenle “Zafer Allah’tandır!” diyecek ve gökteki yıldızlara duyururcasına Nasr suresini okuyacaktı genç adam. Devrimin yalnız bırakılışının sebep olduğu kırgınlık ile yalnızca Allah’a dayanmanın verdiği gururun ifadesi olan “Ya Allah melna ğayrek ya Allah!” (Senden başka kimsemiz yok ey Allah’ım!) sloganı da işte böyle bir ortamda doğacak ve Suriye’de yaşananların kısa ama net özeti olacaktı.
Sadece slogan attırıp eylem yönetmiyordu genç adam. Söylediği şarkılar dilden dile dolaşıyor; tepelerinde uçuşan helikopterlere ve sniperlara aldırmayan on binler coşkuyla kendisine eşlik ediyordu. Arapların aşina olduğu müziklere yazdığı devrimci sözler, Esed rejiminin uçaklarından, bombalarından, tanklarından çok daha güçlüydü. Suriye halkı o şarkılarla direniyor, o şarkılarla yürüyor, o şarkılarla şehitlerini uğurluyordu. Onu gören herkes “Allah seni korusun Abdulbasıt!” şeklinde dua ediyor, çocuklar sevgi gösterisinde bulunuyordu. “Suriye Devriminin Bülbülü” olmuştu.
Devrim, kendini savunmak için silah kullanmak zorunda kaldığında da en önde o vardı. Her cephede onun sesi yankılandı. Defalarca yaralandı. İyileşir iyileşmez yine cepheye koştu. Artık hayat, onun için iman ve cihaddan ibaretti. Bu savaşta dört kardeşini ve babasını kaybetti. Bir an olsun mücadele etme konusunda tereddüt yaşamadı.
Gündüzleri tünellerden operasyon yürüttükleri, geceleri birlikte cihad marşları söyledikleri arkadaşlarının çoğu birer birer şehit oldu. Kuşatma çemberi daralıyordu. Çocuklu, kadınlı ailelerin güvenliğini sağlayabileceği bir gücü kalmamıştı Humus’un. Çok saygın bir direniş ortaya koydu ama Haçlılardan da Moğollardan da çok daha barbar bir güruh vardı karşısında. Nihayetinde ailelerin hayatlarını kurtarmak için son direnişçiler şehri terk etmek zorunda kaldı ve tarih boyunca Müslümanların direnen kalesi düştü.
Çok kırılmıştı genç adam. Böylesine soylu bir direnişe omuz verilmemesi kalbini parçalamıştı. Yakınlarının çoğunu kaybetmiş, kıymet verdiği birçok insanın şehadetine tanık olmuş ve yıllarca ölümüne koruduğu Humus, rejimin eline geçmişti. Tüm dünyanın bu korkunç zulmü sessiz bir şekilde izlemesi öfkesinin kilitlerini kırmıştı.
-IV-
Genç adam, Türkiye’ye getirildi. Oldukça popüler bir kişiliği vardı artık. Çektiği cefanın sefasını sürmek için herkes elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdı. Bunu hak etmişti de. Ama o, hiçbir dünyalığa tamah etmedi. Tekrar döndü. İdlib’de bir tugay kurup rejim güçlerine ve İran milislerine karşı operasyonlara devam etti. Ve nihayet sözünü tutan mümin adamlar kervanına katıldı. Hama kırsalında bir çatışmada ağır yaralandı.
Şehit olduğu haberi geldiğinde çok sayıda kişi için sanki dünya bir anlığına durmuştu. Söz tükenmiş, sessizlik çökmüştü. Hareket eden tek şey, gözlerden süzülen incecik bir damlaydı.
Neydi onu böylesine sevgiye, milyonların duasına mazhar kılan şey?
Bu dünya hayatına sığmayacak kadar büyüktü sergilediği yiğitlik; bu dünya insanının anlayamayacağı kadar insanca. Adanmışlığı, cesareti ve fedakârlığıyla tarih boyunca unutulmayacak kahramanlarımız arasına katıldı. Annesine hitaben yaktığı ağıt kulaklarımızdan silinmeyecek, dillerimizden düşmeyecek.
Ey annem! Yeni elbisemle geldim
Kutla beni şehit olarak geldim.
Tebrik et beni ve sevin benim için
Senden ayrılırsam affet beni ey anneciğim.
Öyle bir yurda girdim ki orada iyiler, sahabe ve Muhammed (s) var
Salavat getirin ona ey anneciğim.*
* Bu sözleri o gür ama içli sesiyle seslendiren genç adamın annesi Ümmü Velid’i, Hz. Ömer döneminde İranlılarla yapılan Kadisiye Savaşı’nda dört oğlunu birden kaybeden Hansâ’ya benzetirlerdi. Arap edebiyatında en önde gelen kadın şairlerden biri olarak kabul edilen Hansâ, Hz. Ömer zamanında dört oğluyla beraber Kadisiye Savaşı’na katılınca, oğullarına, ebedî hayatta Allah’ın nimetlerine erişebilmek için savaşın en şiddetli anında ileri atılmalarını ve İslam dini uğruna ölünceye kadar savaşmalarını tavsiye etmiş, bu savaşta dört oğlu da şehit olmuştu. Oğullarının ölüm haberini alınca, “Onların şehadetiyle beni şereflendiren Allah’a hamdolsun. Yüce Rabbim, beni de onlarla beraber rahmetinin gölgesinde birleştirsin!” diye dua etmiştir. (Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, Hansâ Md., C. 16, s. 46)
Tam 14 asır sonra tarih tekerrür etti ve benzer bir hadiseye şahit olduk. Genç adam olarak bahsettiğimiz Abdulbasıt Sarut’un şehadetiyle Ümmü Velid, beşinci çocuğunu da şehit verdi. Tarihin cilvesine bakın ki bütün sabırlı ve vakur duruşlarına rağmen bu iki annemizin yaşadığı tarifsiz acının iki müsebbibinden biri Mecusi İran, diğeri ise “İslam Cumhuriyeti” İran’dı. Mecusi olan, bir annenin 4 evladına; diğeri ise bir annenin 5 evladına kıydı.